Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Malazgirt’te taraflar, ’Müslüman Ordusu’ ile ’Bizans’ idi

(Önce bir – iki NOT)

1- 31 Ağustos Pazartesi’nden itibaren, (Pazartesi, Çarşamba, Perşembe ve Cumartesi’leri olmak üzere) haftada 4 gün, Star gazetesinde de yazacağım, inşaallah..

Bu durum, Diriliş Postası’ndan ayrıldığım mânâsında değildir. Durumu önceden Hakan Albayrak kardeşimle konuşmuştum. Star’ın en başındaki sorumlu ile de Diriliş’teki yazılarımı sürdüreceğimi açıkça konuşmuş ve o da bu durumu memnuniyetle kabul ettiğini belirtmişti..

Diriliş’in yayına başladığı ilk andan itibaren, gücümün yettiğinde ve aklımın erdiğince faydalı olmaya çalıştım. Niyetim bu idi, inşaallah büyük hatalar yapmamışımdır..

Herkesle yola çıkmam ve birlikte olmak niyetiyle yola çıktığım kimseleri de, onlar beni terketmedikçe terketmem..

Diriliş’in muhatab kitlesi ile Star’ın muhatab kitlesi, genelde farklıdır. Birisi daha çok, genç nesle hitab etmektedir, diğeri, her nesle..

2- Genelkurmay’ın 30 Ağustos dolayısiyle hazırlattığı afişe baktım..

Bu zamana kadar alışık olmadığımız görüntülere yer verilmişti o afişte..

Çünkü, evet, konumu gereği, M. Kemal yine önde idi, ama hemen yanında, FevziPaşa, İsmet Paşa ve Kâzım Karabekir Paşa gibi isimler de en önde gösterilmişlerdi.. Onların arkasında da daha başka paşalar..

Ki, bunlardan hele Karabekir Paşa’nın hatırlanması, bir ilk..

Keza, halk olarak gösterilen kimseler arasında, fesli erkekler, örtülü kadınlar, sarıklı mollalar vs.’ye de yer verilmesi, bir yeni anlayışın işareti olarak sayılabilir.. (mi?)

3- 30 Ağustos dolayısiyle yapılan törenleri acı bir tebessümle izledim. Tayyîb Erdoğan gibi bir ismin, geçmiştekiler gibi, Ankara’daki ’laik tekke’yi ziyaret edip, orada yatana hitaben, oradaki deftere, bir ölüye hesab verir gibi yazdığı ifadelere baktım.. Hayatının hele de son 25 yılında, 1913’lerden itibaren, sadece ölümden sonraki hayata değil, tanrı inancına sahib olmadığını da açıkça beyan eden bir kişinin, kendisinin kabul etmediği ruhî varlığına ya da dağılmış moleküllerine hitaben yazılmış o satırları, –kutsallık fikrine savaş açması en temel özelliği olan bir anlayışın ’kutsallaştırdığı’- o laik mekanda yatan kişinin dağılmış molekülleri, daha sonra okuyacaktır, herhalde!.

80 yıla yakın zamandır, hele de son 50 yıldır bütün devlet kurum ve kuruluşlarından partilere ve derneklere kadar hemen her sosyal grubun o mekana düzenli olarak yaptığı bu ’ziyaret’lere artık son verecek bir babayiğit yok mu? Sadece ve bizzat Tayyib Erdoğan bile, 13 yıl boyunca o mekana kaç defa gitmek zorunda kaldığının çetelesini tutmuş mudur?

Nedir, o çağdaş laik kutsama ve tapınma görüntüleri?. Beyler böyle komiklikler dünyada, bizden ve Kuzey Kore’den başka yerde pek kalmadı.

Bu kısa değinilerden sonra.. Gelelim asıl konumuza..

**

40 yıl öncelerde Diyarbekir’de bir dostum vardı,.. Çok hoş bir gönül adamıydı..

Bazan, ’Bir savaş olsa..’ derdi, arzuyla..

Hz. Peygamber (S)’den gelen, ’Savaşı istemeyiniz, geldiğinde de kaçmayınız.. ’meâlindeki ’rivayet’i hatırlatır ve ’Savaşı niye bu kadar istiyorsun?’ diye sorardım.. O da, ’Yahu qardaşım, bu dünya bizim için zâten cehennem.. Umudumuz öte tarafta.. Ama, düşmanlarımızın bu dünyaları cennet gibi, öte tarafları cehennem. Ben onların bu dünyalarının da cehennem olmasını istiyorum..’  diyordu..

Bu dostumla irtibatımız, benim, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nden sonra yurt dışına çıkmak zorunda kalışım dolayısiyle uzuuun yıllar tamamen kopmuştu..

Birkaç ay önce Diyarbekir’e gittiğimde..

Aradım onu.. Dükkanının yerinde yeller esiyordu.. Karşı sokaktaki bir dükkan sahibine sordum.. ’Kaç yıldır buradasın?..’ diye..

’40 yılı aşkın bir zamandır..’ dedi.. O komşusunu sordum..

’İstanbul tarafına gitti’ dedi..  Telefonu da varmış..

Aldım ve hemen telefon ettim..

Sesimi duyunca, bir an durakladı..

’Ben bu sesi tanıyorum.. Hem de yakın zamana değil, 40 yıl öncelere aid.. Ama, kim olduğunu çıkaramıyorum..’  dedi..

Sonra telefon konuşması tahmin edileceği gibi gelişti..

Ve sonra buluştuk İstanbul taraflarında..

Hasret giderdikten sonra geldik, ülkenin günlük sosyal konularına ve de Kürd Mes’elesi’ne..  

’Yahu, eskiden 40-45 yıl önce Diyarbekir’de kürd yoktu.. Kürdçe konuşan kimse yoktu.. Şimdi herkes kürdçe konuşmayaı öğrenmeye çalışıyor..’ dedi, dostum…

Dostuma dedim ki: ’Azizim, dediklerin doğru.. Ama, yanlış.. Çünkü.. Resm3i yerlerde v ehatt3a sokakta, pazarda, dükkanlarda, kahvehanelerde bile, kürdçe konuşana pek rasatlanmazdı.. Hattâ, İstanbul’da olduğu kadar bile rastlanmazdı.. 45 sene öncelerde ben de Diyarnbekir’de yaşadım, 4 sene kadar.. Resmî yerlerin, halka açık yerlerin dışında hemen her yerde hanımlar, çocuklar ve erkekler, kendi aralarında ve biraz düşük sesle, daha çok da kurmanç şivesiyle kürdçe konuşurlardı; bir kısmı dazazaca..  Halbuki, İstanbul’daki kürd insanlar bile o kadar yavaş konuşmazlardı, kendi aralarında kürdçeyi.. Sen kürd olmayabilirsin, ama, o büyük kitleyi de unutmamak gerekiyor..’

*

Bunu niye mi anlattım?

40 yıl öncelerden bir kesit sunmak için..

O zaman Diyarbekir’de olanlardan, o kadar dikkatli ve rikkatli isimler bile, bazı sosyal gerçekleri görmezlikten gelmeye çalışıyorlardı..

*

29-30 Ağustos gecesi, HT.’de yayınlanan bir proğramda, kürd tartışması yeniden alevlendi..

Programın konuğu, Muğla Üni.’nin tarih bölümünden Doç. Adnan Çevik, TTK’nun yayımladığı, “Mir’at-zu’zeman fî Tarihi’l-âyan’da Selçuklular” isimli eserde, Alparslan’ın savaş öncesinde yaptığı konuşmada kendi güçleri arasındaki kürd savaşaçılara hitaben de yapıldığını belirtince, izleyicilerden gelen ve ’Malazgirt’te kürdler yoktu’  şeklindeki birçok itirazlar üzerine, proğramın sunucusu Murad Bardakçı, kürtlerin ya da ermenilerin adının yer aldığı bir çok tarihi eserin,  zamanında sansürlenmesine tepki gösterek, ’Bunu yapan profesöre rahmet okumam.. Halâ; ’Kürtlerin Malazgirt’te olduğunu iddia edenler’  diyor.. Alparslan’ın konuşmasının kaynağı da bu kitab, kürdlerin Malazgirt’te olduğunun kaynağı da bu kitab..” diyordu.. Tarihçi Prof. Erhan Afyoncu da İdris Bitlisî’nin ’Selimşahname’  isimli eserinin, kürdlerle ilgili kısımları sebebiyle bir dönem basılmadığını ekliyordu..

Daha sonra verilen bilgileri de buraya eklemekte fayda olsa gerek:

’Miladî 1071’de cereyan eden Malazgirt Savaşı’nda kürdlerin rolüyle ilgili bilgilerden önemli bir not da miladî-13. yüzyıl müelliflerinden ve Şam’da yaşayan Sıbt İbn-ul’Cevzî olarak tanınan Ebu-l’Muzaffer Yûsuf‘un “Mir’at-zu’zeman fi Tarih-ul’âyan” isimli eserinde Malazgirt Savaşı’ndan yaklaşık 180 yıl kadar sonralarda yazdığı eserinde şu şekilde geçer: “Az önce 10 bin kürd de Sultan’a katılmıştı.Bununla beraber o, (Sultan) Allah’dan sonra buyruğundaki 4 bin kişilik hassa askerine güveniyordu”

Malazgirt Savaşı’na katılan Kürtlerle ilgili bilgi muharebeden yaklaşık 260 yıl sonraKenz-du’Durer ve Câmi-ul’Gurer’ isimli bir eser yazan Memlûk tarihçisiİbn’ud’Devaddarî‘de de vardır. Kenz’ud-Durer’de bu konu “Sultan Alparslan’a kürdlerden ve sâir kavimlerden olmak üzere 10 bin kadar insan da katılmıştı.”şeklinde geçer. …Ortaçağ tarihçileri genellikle rakamları abartılı vermektedirler. Nitekim Sıbt, Selçuklu ordusunun tam sayısını vermezken Bizans ordusunu 400 bin kişi olarak vermektedir. İbn-ul’Kalanisî ise Bizans ordusunu 600 bin, Selçuklu ordusunu ise 400 bin kişi olarak zikreder. Ama, Orta Çağ’da bu büyüklükte ordular yoktur. Selçuklu ordusu muhtemelen en fazla 50 bin kişi civarındaydı ve Selçuklu’ya tâbi olduğu için Mervanoğulları’nın Malazgirt’e gönderdiği Kürt birlikleri de birkaç bin kişiydi. Ancak sayı ne olursa olsun su götürmez bir gerçek vardı ki Malazgirt Savaşı’nda Kürdler Türklerle birlikte savaşmışlardır.’

Mes’elenin özü şudur:  Taa (bugünkü Türkmenistan’ın) Merv şehrinden , iran diyarlarından geçerek kalkıp Anadolu’ya doğru gelen Alpaslan ve askerleri, Malazgirt’te Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i yenerken, onların en büyük özellikleri ’müslüman’ olmaları idi..

Bu müslüman ordusunun içinde içinde, müslüman olan hemen her etnik kökenden asya toplumları da vardı, sadece türkler, kürdler değil.. Farslar, efganiler belûclar, gilekler, talişler, peştunlar bile vardı.. Çünkü, insanları bir araya getiren, dil veya etnik köken değil, ’Kelime-i Şehadet’ idi..

O zamana kadar büyük bir kısmı Bizans’in hâkimiyetinde yaşayan müslüman kürdlerin de Malazgirt’te, resmî anlayışa göre, düşman sayılan Alpaslan ordusunun, müslümanlar olduğunu görünce, onlara iltihak etmesinden daha tabiî ne olabilir?

Hattâ, o zamana kadar. Anadolu’nun özellikle doğusunda asırlardır yaşıyan ve hristiyan bir halk olan ve de, Bizans İmparatorluğu’nun baskılarına maruz kalan ermenilerin de, ’Bizim dinimize, kilisemize karışmazsanız, sizinle birlikte oluruz..’ deyip, Alpaslan’ın yanında yer almış ve cebhe gerisi hizmetlerde istihdam edilmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir ve o ermeni halkıyla Anadolu’daki müslümanların 1060’lardan 1860’lara kadar uzanan 800 yıllık birlikte hayatının başlangıç noktası da o dönemdir.

Böyleyken, hâlâ, halkları birbirine perçinleyen inan birliğini, temel harcı görmezlikten gelip, ırk veya etnik kökenlere vurgu yapmanın ve birilerini yüceltme veya alçaltma çabalarının hiç bir mantıkî dayanağının da olmadığı anlaşılmalıdır.

Müslüman halklar birbirleriyle ya kaynaştığı zaman güçlenmişler, birbirleriyle iç boğuşmalara düştükleri zaman da başkalarına lokma olmuşlardır.

Bu sâde gerçeği hâlâ da anlamıyacak mıyız?

Müslümanlar arasında ayırım yapan her kim olursa olsun, müslümanlara da, İslam’a da ihanet etmektedir..  

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 947 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar