Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

’Mezar-türbe’ düşmanlığı ve kutsamacılığı arasında..

Önce birkaç tablo..

40 yıl öncelerde, İstanbul’da Fatih- Hırka-i Şerif’te oturuyordum. Mahallemizde Karagümrük’den inen yol ile Keçeciler Caddesi’nin kesiştiği köşede, küçük, türbemsi eski bir yapı vardı. Üzerinde hiç bir işaret yoktu. Toz ve yağmur sularının etkisiyle içerisi de pek net olarak gözükmüyordu. Sadece, içerde, baştaraflarında kocaman ’yeşil sarık’lar bulunan üç sandukanın bulunduğu hissediliyordu..

Kime aid olduğuna dair hiç bir bilgi- belge yoktu. Mahallemizin insanları, sabah işe gider veya akşamları evlerine dönerler iken, genelde, bu küçük yapının önünde bir an durup dua etmeden geçmezlerdi. Bu usûle riayet etmeyenlerin edeb yoksunu veya nasibsiz olduğu gibi ayıklamalar-sayıklamalar da sökün ederdi.

Birgün, birkaç günlük sürekli bir yağmurun sonunda bu türbemsi yapı yıkılıverdi. Çocuklar için tehlike teşkil etmesin diye o mekan temizlendi ve ortada hiçbir şey kalmadı. Önceleri o mekandan dua etmeden geçmiyen mahalle insanları, bu kez de, o zemini, kestirmeden ve üzerini çiğneyerek geçmeye başladılar ve düne kadar oradan duasız geçmediklerini hatırlamak bile istemediler.

Birkaç ay sonra, Vakıflar İdaresi, o mekanda eski yapıya göre yeniden bir türbe inşa etti, içine de, baş taraflarına kocaman yeşil sarıklar dolandırılan üç sanduka yerleştirildi ve içeriye hafif yeşil floresan bir lamba konuldu. Bu haliyle, içerisi, geçenlerin yine dikkatini cezbediyordu. Mahallemiz halkı da, aylarca üzerinden çiğneyerek geçtiği yeri yeniden tâzim içinde selamlayıp, dualar okuyarak geçmeye başladılar; ve o mekanı aylarca ve kestirmeden çiğneyip geçerken, birilerine saygısızlık yapıp yapmadıklarını düşünmediler bile..

Şairin, ’Beşerin ki, öyle dalaletleri var,..’ diye başlayan ve devamı ağır olan nitelemesini hatırlatacak cinsten bir durum, yani..  

*

45 yıl öncelerde Diyarbekir’de bulunduğum yıllarda bir kış vakti, Mardinkapı Mezarlığı’na gitmiştim. Soğuk, ama güneşli bir hava vardı. Ziyaretçi çok az idi.. Her taraftan, mezarların yanıbaşlarındaki oyuklarından ellerinde Kur’an-ı Kerîm , bir takım duahanlar, yağmursonu mantarları gibi etrafımı kuşatıvermişlerdi. Herbirisi, kendilerinin tercih edilmesini istiyorlar ve okuyacakları Kur’an karşılığında da tabiatiyle, bir mikdar para istiyorlardı.  

Ziyaretçiler kendilerini onların elinden kurtarabilmek için ellerine üç-beş lira tutuşturmak zorunda kalıyorlardı. (O yüzkızartıcı sahneler hâlâ yaşanır mı, bilmiyorum).

*

İki sene önce Libya’dan dönen birkaç kardeşimiz orada, vehhabî veya selefîlerin yeni bir tehlikeli eğilimi temellendirmekle meşgul olduklarını anlattılar.

Türbeler, buldozerlerle yıkılıyordu. Ama, halk yine de o mekanlardan geçerken tâzimlerini, saygılarını gösteriyorlardı.

Bunun üzerine, o mekanlarğn sadece düzlenmesiyle yetinilmeyip, o mezar veya türbeler dinamitle havaya uçurulmaya başlanmış, ortaya çıkan kemikler de denize atılmış ve ilginçtir, orada kemik vs. kalmayınca halkın o mekanlara tâzimi kalmamış..

1770’lerde Muhammed Abdulvehhab da hele de sahabe ve diğer İslam büyüklerinin mezarlarının nasıl bir şirk konusu ve tapınma mekanı haline getirildiğini görüp, bunun korkunç bir sapma olduğunu düşünerek mezarların, mezarlıkların dümdüz edilmesi gerektiğini söylemiş ve geliştirdiği hareket, sonunda Osmanlı’nın Hicaz bölgesinde korkunç isyanlara dönüşmüştü.

Bu isyanlar o kadar yayılmıştı ki, Osmanlı Devleti, daha önce kendisine isyan etmiş ve Osmanlı ordusunu Nizip ve Konya savaşlarında yenilgiye bile uğratmış olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan, Vehhabi İsyanları’nı bastırması için yardım istemek zorunda kalmış; o da oğlu İbrahim Paşa 1830’lu yılların ortasında Hicaz mıntıkasına göndererek, bu isyanları büyük çapta bastırmıştı.

Ama, o türbe- mezar kutsamacılığı olduğu sürece, bu yıkma arzusu da bir tepki olarak devam edecekti.

Nitekim, ’Vehhabî İsyanları’  zaman zaman bastırılımış olsa bile, Vehhabîlik cereyanı devam etti ve fırsat buldukça yeni isyanlara da başvurdu. Ki, 1902’deki büyük isyan sırasında her taraf yakılıp yıkıldı. Hattâ ünlü Kafkas Kartalı olarak ünlü büyük mücahid Şeyh Şâmil’in Medine’de, Cennet-ul Baqî’ Mezarlığı’nda bulunan türbesi bile yerle bir edildi ve dahası, Hz. Peygamber (S)’in türbesi bile az kalsın yıkılacaktı ki, son anda kurtarılabildi.

Denilebilir ki, mezarlara gösterilen bu aşırı ilgi ve kutsayıcı tavır, bir ifrat haliydi; ona karşı, bu kez de, vehhabîlik cereyanı bir tefrit hareketi olarak ortaya çıktı.. Herhalde, o ifrat hali olmasaydı, bu tefrit hali de en azından bu şiddette olmayacaktı.

Vehhabîlik cereyanı, hâlâ da o tavrını sürdürüyor ve ümmetin bu mezar-türbe kutsamacılığıyla şirk-âlûd / şirk’e bulaşmış bir duruma düştüğü görüşünden hareketle, kitlelerin bu sapkınlıktan kurtarılması gerektiğini, bunun eğitim yoluyla önlenmesi uzuun zaman isteyeceğinden, en kestirme yolun, bu mekanları yoketmek, tahrib etmek olduğunu ileri sürüyor ve amma, sünnî müslüman toplumlar bu cereyanın yaklaşımına  hiç de sıcak bakmıyordu.

Ancak, sünnî toplumlardaki sosyal zaaf derinleştikçe, mezar ve türbelere müfrit / aşırı şekilde yöneliş artınca, vehhabîlik cereyanı da tefritinde daha bir şiddetli yola girdi. Ve denilebilir ki, vehhabîliğin sünnî toplumlarda çok tarafdar bulamaması üzerine, bu cereyanın bir versiyonu veya isim değişikliği halinde selefîlik ortaya çıktı..

Selefîlik cereyanı aslında  geçmişte de vardı ve onlar, ilk müslümanlar nasıl yaşadıysa, öyle bir hayat yaşamak, öyle bir dünya kurmak arzu ve iddiasındaydılar.

Son yıllarda ismi dünya kamuoyunda bile etkin şekilde duyulmaya başlayan selefîlik ise, bir Yeni Selefilik Hareketi olarak nitelenebilir ve vehhabîlikten farklı olduklarını hissettirmeye çalışıyorlar. Vehhabîlik cereyanı, geçmişte, büyük çapta Suûdî rejiminin resmî inanç ve ideolojisi olarak sivrilip, varlığını onun desteğiyle sürdürürken, bu Yeni Selefîlik Hareketi,  Suûdî rejimine de karşı bir cereyan olarak yükselmekte.. Çünkü, vehhabîler, geçmişte, sahabe mezarlarını bile yok ederken, Selefîler, şimdi Suûd Hanedanı ve saltanatına  yeni maddî karşı da bir tavır ve muhalefet geliştirmekteler ve bu cereyanın kendi kontrollerinden çıkmasından Suûdî rejimi de korkuya kapılmış bulunmakta.. Hicaz diyarını çok yakından tanıyan bir dikkatli müslüman, geçenlerde, Suûdî rejiminin tahakkümündeki diyarlarda, sıradan halk arasında ve özellikle de taşradan gelen aşiret mensubları arasında geçmişte duyulmayan ve görülmeyen şekilde, Suûd rejiminin uygulamalarının şer’î açıdan masaya yatırıp, ağır şekilde eleştiren bir durumun korkusuzca ve giderek geliştiğinden haber verdi.

Ama, bu cereyan da, geçmişte vehhabîlerin sergilediği mezar-türbe kutsamacalığıyla mücadeleyi bayrak edinmiş durumda..

Bunları, geçen yıl Tuareg savaşçılarının Batı Afrika ülkesi Mali’de yönetimi ele geçirmeyi hedefleyen silahlı mücadeleleri sırasında da gördük ve halkın tâzim gösterdiği  türbe gibi mekanların pek çoğu saldırıya uğradı, tahrib edildi. Vee sonra, Fransa, eski sömürgesi olan Mali’ye -Malî Hükûmeti’nin de davetiyle- askerî müdahalede bulunup, bu silahlı mücadeleyi söndürdü. Ama, Tuareg savaşçıları, fransız askerî gücünden önce, halkla düşman haline geldikleri için, psikolojik açıdan yenilmiş durumdaydılar.

Şimdi, Irak ve Suriye’de bu ülkelerdeki rejimlere karşı müthiş bir silahlı mücadele veren IŞİD ve benzeri savaşçı grupların, müslüman halkın tâzim ettiği ve hattâ kutsadığı mezar ve türbeleri yıkmaya öncelik vermesi de, ve bunu, çok matah bir şey imiş gibi, video görüntülerini âlâ’y-ı vâlâ ile dünya kamuoyuna sunması, aslında halk kitleleriyle aralarındaki ipleri daha bir koparmaya vesile oluyor. Ve onlar bunu göremiyor, kendi yollarına da dinamit döşediklerini düşünemiyorlar ve kendi inançlarına göre, halk tarafından kutsanan mekanların tahrib edilmesine öncelik veriyorlar.

Bu konuda, denilebilir ki, sünnîsiyle, şiîsiyle müslüman kitleler bu tahribata karşı çıkıyorlar. Ama, hem şiî müslümanların kutsadığı mekanların bu coğrafyalarda fazla olması ve hem de şiî müslümanların kültüründe, bu gibi mekanlara gösterilen tâzimin, sıradan sünnî kitlelerce bile rahatsızlık duyulacak şekilde ifrat olarak nitelenmesi yüzünden, en çok da şiî müslümanlara mahsus mekanlar tahribe uğruyormuş gibi bir tablo ortaya çıkıyor. Halbuki, bu vandalizm, -bizzat o tahribatı yapanlar da dahil-, ’Ben müslümanım..’ diyen herkes için, bir ortak ayıp ve temizlenmesi zor bir leke oluşturuyor.

*

Bu konuda, şiî müslümanların türbelere , mezarlara gösterdiği ve karşıtlarınca ifrat ve hattâ şirk olarak nitelenen ilgi ve hattâ tâzim, mâlum.. Onlar da, bu saldırıları ve tahribleri, sadece kendilerine yönelik bir hareket zannediyorlar ve propagandalarını o yönde yapıyorlar. Ve, bu zann ile, bazı mezar ve türbeleri korumak adı altında, nice acaib uygulamalarla, başka zulümlere âlet olmak durumuna düşüyorlar. Hatırlayalım, İran, Irak ve Lübnan ve diğer yerlerden şiî müslümanlar bu gibi ’kutsal mekanlar’ı korumanın ’vâcib olduğu’ yolunda bazı ulemâ’nın fetvâlarını kendilerine dayanak yaparak, Irak ve Suriye’ye gidiyorlar ve o büyük iç-savaştaki varoluşlarını ’türbeleri, kutsal mekanları korumak’  gerekçesiyle izah etmek gibi tuhaf bir duruma düşüyorlar ve zulme karşı çıkmak adına, nice bir saygısızlık ve zulüm düzenlerinin onbinlerce-yüzbinlerce canı yoketmesine, diktatörlüklerini sürdürmelerine ve müslüman coğrafyalarının bütün maddî zenginliklerini de tahrib etmelerine yardımcı olmuş oluyorlar.

Halbuki, bu saldırı sadece şiî müslümanlara yapılıyor değil, bütün müslüman halklar bu gibi tahribat karşısında bir ürperti duyuyorlar.

Umulur ki, müslümanlar, bu gibi ifrat ve tefritlerden uzaklaşıp itidal sahilinde buluşurlar.

Yoksa, bu ona, o buna, ’kafir, zındıq, tekfirci-terörist, müşrik..’  diye diye, birbirlerini bitirmek isteyenlerin ortaya çıkardığı kanlı-cesedli sahnelerden yayılan ufûnet, Tevhid inancı ve Nubuvvet-i Muhammedî etrafında, bu iki temel unsur etrafında oluşmuş bulunan İslam Milleti’ni kan zehirlenmesiyle mahvedecek..

**

Bir-iki okuyucu mesajına da, kısaca..

Bu vesileyle, son iki hafta içinde, okuyuculara cevaben yazdıklarım üzerine,  bir-iki okuyucunun e-mail adresime gönderdikleri iletilerine -, hem eleştirilerin ve hem de verilen cevabın muhtevası diğer okuyucuları da ilgilendirici mahiyette olduğundan- değinmek istiyorum..

Bir okuyucu, şöyle diyor özetle:

’Bir okuyucunun eleştirisine verdiğiniz cevap beni ikna etmediği gibi kendinizi de tatmin etmediğini düşünüyorum.

aynı soruları ben de tekrarlıyorum: Maliki darbe yaparak mı başbakan oldu yoksa halkının oyunu alarak mı?

Sn. Çakırgil; eğer Maliki diktatör ve mezhepçi olsaydı, Musul ve diğer şehirler öyle kolay bir şekilde elden çıkmazdı. (…)

Sizi bu mübarek ayda Allah'tan korkmaya davet ediyorum..

Yeter artık bu kadar yalan ve bühtan..

Siz bugün, tağutların safında yer almışsınız, haberiniz yok biçare.. Hz. Ali'ye kılıç çeken Talha ve Zübeyr’den senin farkın nedir? Onlar Hazreti Ali’ye kılıç çekti, sen de onun evladı olan Seyyid Ali’ye kılıç çekmişsin.
Eğer Rehber’e karşı yazılar yazmaya devam etmekte kararlı isen, Allah her iki dünyada belanı versin.

Hangi inaçta olduğu belli olmayan zavallı birisin, Şia olmaya bile liyakatin yoktu senin.’

*

-İsmini gizleyen ve selamsız bir mektuba karşılık vermek istemiyordum.

Ancak, satırlarınız arasında, beni,  'Allah'dan korkmaya davet' satırlarınızı görünce..

Birkaç cümle yazayım dedim.

Bana yalan ve bühtan nisbet eylemişsiniz. Aynı iddiayı ben de size nisbet edebilirim.. 

Ben doğru olduğuna inandıklarımı yazıyorum, herhalde siz de..

Ancak, her ikimizin de doğru dediklerimiz birbiriyle zıdlaşıyorsa, ortada bir problem var demektir. 

Ama, ikimizin de her konuda aynen düşünmemiz -bir temenni olsa bile- hem gerekli değildir, hem de mümkün değildir.

Tevhîd inancında ve Nubûvvet-i Muhammedî'de birleşen insanların arasındaki diğer farklılıklar bir yorum farklılığıdır.

Benim tâgûtlar yanında durduğumu söylüyorsun, yanılıyorsun. Sadece yanlış olduğuna inandığım, İslam'ın ve müslümanların maslahatına uygun olmadığını düşündüğüm uygulamaları görürsem, bunları, inandığım değerler adına ve de ölçülü  bir şekilde dile getirmeye çalışıyorum.

Elbette yanılabilirim; ama, susmak ve birilerine içten içe, gizlice buğz beslemekten görüşlerimi her yerde tekrarlayacağım ölçüler içinde dile getirmeyi tercih ederim.

Allah tarafından korunanlar dışında herkesin de yanılması mümkündür. Ve birilerinin yanıldığını söylemek, mutlaka ona toptan karşı durmak değildir.

Ama, siz  beni, ’Hz. Ali'ye kılıç çeken Talha ve Zubeyr'le kıyaslamaya kalkışmışsınız. Ne onlar gibi Hz. Peygamber'in en yakınında kahramanlıklar sergilemişliğim vardır, ne de Hz. Ali'ye karşı kılıç çekmeye kalkışmak gibi bir yanlışım..

Benim 'hangi inançta olduğu belli olmayan zavallı birisi' olduğumu yazmışsın..

Ben İslam inancına sahib birisi olduğumu, sorulan her yerde taqıyye filan yapmaksızın, gizlemeden söylüyorum.

Bunun dışında ise, kendimi, İslam'ın daha sonraki asırlarında ortaya çıkan ihtilaflar etrafında şekillenen şu veya bu mezhebden olarak isimlendirmeyi, İslam anlayışıma bir noksanlık izafe etmek gibi düşünüyor ve bundan kaçınıyor ve bu cereyanların toptan kabul edicisi veya reddedicisi durumuna düşmekten kaçınmaya çalışıyorum. Sünnî müslümanlardan da, şiî müslümanlardan da  alınacak pek çok doğrular vardır, bu cereyanların tarih içindeki katı ve birbirlerine karşı acımasız uygulamaları da vardır.

Siz ise, bu hali, bende 'şia olmaya liyakat olmadığına'  hamlediyorsunuz,

Sizin bu uslûbunuza sahib olarak mı, isbatlanır liyakat?

F.G.'ye azıcık dokununca, ’dar ufuklu,  nasibsiz, zavallı..’ sayılırım..

İran yetkililerinin yanlışından bahsedersem, ’liyakatsiz ve şia düşmanı..  Sufyanî veya Yezid askeri..’

Herhangi bir mezhebî bağlılık duygusunu öne çıkarmak istemediğim zaman, ’rafizî ya da şiîleşmiş bir zavallı’ sayılırım.  Suûd rejimine, vehhabîlere, ’selefî’ denilen katı fıkıh uygulayıcılarına az biraz eleştiri getirdiğim zaman da, ’kafir, zındıq..’ olurum, vs.. Baasçı diktatörlüklere bir söz söylesem, hemen ’sionist işbirlikçisi’ sayırılım.
Bütün bunlara rağmen, benim hakkımda  kimin ne dediği önemli değildir, kendi anladığım kadarıyla müslüman olarak yaşamaya çalışıyor ve dünyadan bu ikrar ile gitmem için Allah'a dua ediyorum.

Başkalarının ne dediği değil, Allah huzurunda ne diye sorgulanacağım konusu ilgilendiriyor beni..

Benim ölümümü dileyen daha önceki mesajlarınızı da hatırlıyorum. Takdir-i ilahî elbette bir gün tecelli edecek ve emr-i Hakk vâqı' olacak ve öleceğim.. Siz, bela okumaya devam edebilirsiniz.

Size, Allah'ın dinini anlatmak ve tebliğ etmek konusunda sağlıklı, ahlâklı, âdil ve insaflı bir dil kullanmanızı tavsiye ediyor; sağlıklı yollara ulaşmanız için uzun ömürler diliyor,  'çerağımızı söndürmek isteyenin Hakk yandırsın çerağını..' diyorum. 

’Ve's-selâmu alâ men'ittibeal Huda.. (Huda’ya (Allah'ın dinine) tâbi olanlara selam olsun).

*

Bu cevabımdan sonra, karşı taraftan gelen mesaj da özetle şöyleydi:

’Size karşı bir saygısızlık yaptıysam özür dilerim, sizi sevdiğimden bazen gereksiz ve (bana göre) yanlış eleştirilerinize tahammül edemeyip sitem ediyorum..

Bana göre İran’la ilgili çoğu eleştirileriniz yanlış ve hatalıdır.

Size hayırlı Ramazanlıklar, hayırlı ve bereketli uzun ömürler diliyorum..

Allah'ım! Beni ve din kardeşlerimin hatasını şu mübarek günlerde affeyle, bizleri sırat-ı müstakimden ve Ehlibeyt’ten ayırma.’

Bu mesajdan sonra benim açımdan mes’ele bitmiştir.

Umulur ki, herbirimiz, her ânımızda, Allah’dan af dileyecek kadar bir hassasiyetli ölçü ve en az yanlış yapacak bir dikkat içinde hareket edelim.. 

*

Ve, bir diğer okuyucu mesajı:

’Sizi Selam gazetesindeki yazılarınızdan beri takib ediyorum..

İran’daki devrime dünyanın bakışını yazınızda çok güzel özetlemişsiniz.

Batılı güçlerin İran’ı ve İslam devrimini nasıl itibarsızlaştırırız planlarını bilen birisiniz.. İşte buna rağmen Suriye’deki tuzağa nasıl düştünüz?

Ümmetin en güçlü silahlı kuvvetleri ve israil’e başbelası olan İran ve hizbullah’ın Suriye’deki siyasetine  bakış açınız bizi derinden sarstı..

IŞİD gibi çetelerle savaşan bu ülkelere Esedçi yaftasından başka bir şey diyemediniz, sivil öldürüyor diye iftiralar attınız. Nasrullah’a karşı çıkmak için servet dökseler olmayacak şeyi siz bedava yaptınız.

Gelelim son yazınıza.. okuyucunuza verdiğinz cevaba bakalım..

’IŞİD savunulmuyor; tersine, Irak'da bütün bu olup bitenlerdeki asıl sorumluluğun, Mâlikî'nin izlediği siyasetin sonucu olduğuna değiniliyor. Mâlikî’ye karşı olmak, IŞİD savunuculuğu sayılacaksa, o ayrı....’ demişsiniz..

Ama, biz de,  ’Biz Esed’i savunmuyoruz, Suriye’de emperyalistlerin desteklediği muhaliflere, teröristlere karşı olmak, Esed savunuculuğu ise, o ayrı..’ derken bizi kimse dinlemiyor! Irak ve Suriye’de ters köşe oldunuz, bunu kabul edin..

vesselam ve aklınıza ihanet etmekten vazgeçmeniz duası ile. ’

*

Bu okuyucuya cevabım da şöyle idi, özetle:

Bir kaç konuya açıklık getirmem gerekiyor.

1- Benim gerek Irak Baas rejimi ve Saddam diktatörlüğüne ve gerekse Suriye Baas rejimi ve (Baba-Oğul) Hâfız ve Beşşar Esed Hanedanı'nın 45 yıllık diktatörlüğüne karşıtlığım yeni değildir, özellikle 1976-77'lerden beri yazı hayatında bu rejimlere karşı tavrım yazılarımdan bellidir.
Sözkonusu her iki rejim de, onyıllar boyunca, İsrail korkusunu gerekçe göstererek, hep, kendi halklarının üzerindeki diktatörlüklerini kabul ettirmek kurnazlığını sürdürmüşlerdir.

2- Suriye Baas rejiminin 50-51 yıllık diktatörlüğüne karşı, geçmişte de birkaç ayaklanma oldu, başarısızlıkla sonuçlandı. Bu kez ise, çok daha geniş bir halk tabanı bulunmuş olmalı ki, 3,5 yıla yakın zamandır Suriye rejimi ve  işin başından beri onun yardımına koşan Lübnan Hizbullahı güçleri ve onun da arkasındaki güçlerin direnmesine rağmen, bir netice alınamıyor. 

Böylesine iltihablı bir bünyede, devreye yığınla muhalif güçlerin katılması veya bölgede etkili veya sözsahibi olmak isteyen bir takım başka odakların, yığınla ülkelerin direkt veya dolaylı olarak bu buhranı kendi stratejilerine ve menfaatlerine göre yönlendirmek istemeleri de tabiîdir. Nitekim, Suriye'de rejime karşı 3,5 sene öncelerde ilk ayaklanma başladığı zaman, devrede bugünkü gibi yığınla silahlı mücadele gücü yoktu.. Bugün bu yığınla silahlı mücadele grupları hem Suriye rejimine karşı mücadele veriyorlar, hem de kendi aralarında savaşıyorlar; ve aynı Kur'an âyetlerine sığınarak, birbirlerini de boğazlıyorlar.

Buna rağmen, Suriye Baas rejimi ve onun taa başından beri kayıtsız-şartsız destekçisi olmasını İslamî açıdan bir türlü anlayamadığım Lübnan- Hizbullah güçlerinin sadece ’İsrail karşısındaki mücadele kırılmasın..’ gerekçesiyle, bütün bir ülkenin yakılıp yıkılmasına ve yüzbinlerin öldürülmesine müncer olan bir mücadeleye girmelerini ve bir diktatörlük rejimine böylesine destek vermelerini izah edemiyorum. Üstelik,  sadece İran değil Rusya ve hattâ Batı emperyalizminin sözcüsü -temsilcisi durumundaki güç odaklarının bu muhalif güçlere destek vermemesi de bir ayrı konu..

’Bu diktatörlük rejimine karşı çıkıyorlar..’ diye, birbirlerine karşı korkunç cinayetler işlediğine dair propaganda videoları ile müslümanlar olarak hepimizin üzerine cîfeler sıçratan muhalif güçleri de destekliyor değilim ve böylesi mücadelelerin de İslamî açıdan sağlıklı bir temele dayandırılamadığını düşünüyorum ve bunu hep belirtiyorum da.. Ama, bütün bunlara rağmen, bu ayaklanmanın ve iç çatışmanın aslî sorumlusunun Baas rejiminin ve Esed Hanedanı diktatörlüğünün olduğunu ve bu güç odağının yıkılmasını can'ı gönülden istiyorum.
O diktatörlüğün devamının sağlanması için verilen desteklerin, tek başına, 'sionist İsrail düşmanlığı'yla izah edilemiyeceğini ; Suriye’deki diktatörlük rejimi yıkılınca, Suriye halkının da bir takım sosyo-politik çalkantılardan sonra tabiî rayına oturacağını düşünüyorum ve bugünkü diktatörlük rejimininin varlığına, bir takım korkuları gerekçe göstererek destek vermeyi bir müslüman olarak kendime yakıştıramıyorum.  

Meşhur mantıkî muhakemede olduğu üzere, ’Ebu Cehil'e düşman olan bir kimseyi, sırf onun bu düşmanlığı yüzünden benimsemek doğru olamaz.’ Çünkü, Ebu Cehl'e düşman olan, Hz. Peygamber (S)'e de düşman olabilir. Aslolan Hz. Peygamber'e dost olmaktır. Çünkü, O'na dost olan, otomatik olarak Ebu Cehl'e de düşman olacaktır.

Suriye Baas rejmininin ve Esed diktatörlüğünün İslam'a karşı tavrı hakkında, iyimser beklentiler içinde olamayız, herhalde.. Ve İsrail'in baş hâmisi olan Amerikan emperyalizmi ve diğer şeytanî güçlerin, Suriye'deki durum karşısında mevcud durumun sürmesinden yana tavır takınmalarını gözardı etmemek gerekir.

Ve unutmayalım ki, Amerikan emperyalizmi, Baasçı Saddam rejimini devirirken, -ki, Saddam da Irak halkı üzerindeki diktatörlüğünü sürdürmek için- İsrail düşmanlığını bayrak ediniyordu ve İran, o zaman Saddam'ın yanında yer almadı. Ve Amerikan müdahalesinin ardından, orada, kendi lehine bir durumun ortaya çıkabileceğini de herhalde asla hesab etmemişti. Önemli olan, bugün yapılması gerekeni ve inancımız açısından doğru olanı yapmaktır, geleceği şekillendirmekte kesin garantilerimiz olamaz.

4- 1978'lerde İran'da Şah diktatörlüğüne ve Şahlık rejimine karşı sadece müslümanlar karşı çıkmıyordu, komünistler de ve bir takım azerîci, türkmenci, kürdçü, farsçı, arabçı, beluçcu vs. nasyonalist güç odakları da son derece kanlı şekilde cereyan eden silahlı mücadelelerle devredeydi. Ve biz o zaman, bir avuç arkadaşla yayınladığımız dergilerimizde, müslümanların yükselttiği idealleri ve hedefleri esas alarak, Şah'a karşı çıkıyorduk. O zaman da, bizi komünizm tehlikesini görememekle ve Şah giderse İran'a komünistlerin hâkim olacağını söyleyip suçlayanlar ve hattâ o ihtimal gerçekleşirse,  bunun hesabını ilk olarak bizden soracakları tehdidini savuranlar bile vardı.

Bugün de tarihin seyri içinde, hâlâ, ’sionist İsrail'e karşı mukavemet cebhesi’ olduğu  iddiasıyla  bütün bir Suriye'yi harabeye çeviren ve yüzbinleri katleden ve milyonları evsiz-barksız, perişan eden  Baas rejimi ve Esed Hanedanı diktatörlüğünün yanında yer almayı ve sadece korkularla, vehimlerle hareket etmeyi, bir müslüman olarak kendi inancıma ihanet olarak görüyorum. Dualarınız için teşekkür ediyorum. Ben de o dikkat içinde olmaya çalışıyorum.

haksöz

Bu yazı toplam 1124 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar