Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Muhtemel Getirileriyle, Ülke ve Bölgemizdeki Son Gelişmeler..

10 Ağustos’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi, bazılarının beklediği ve bazılarının da beklemediği şekilde, milletin ekseriyeti tarafından Tayyîb Erdoğan’ın tercih edildiğini net şekilde ortaya koyan bir şekilde sonuçlandı.

Bu neticeyi, Allah’u Tealâ’dan hayırlara vesile kılmasını niyaz ve Tayyîb Bey ve yakın çalışma arkadaşlarıyla halkımızı tebrik ile, hata ve yanlışlardan daha  uzak kalmaları için dua ediyorum.

Bu satırların sahibi, seçimlerin ilk turda sonuçlanmasını temenni ediyordu. İkinci tur’a kalınması halinde iç ve dış entrika odaklarının iştihalarının ve kapalı kapılar ardında pazarlık yapmak isteyenlerin güçlerinin artacağını ifade etmeye çalışmıştı.

1994 yılından beri girdiği her seçimi ve her seçimde halk desteğini daha da artırarak kazanan ve bu açıdan dünya siyaset tarihinde de emsaline az rastlanan bir örnek teşkil eden Tayyîb Bey’in karşısına,  CHP ve MHP tarafından çıkarılıp, 14 siyasî parti tarafından da desteklendiği ilan olunan E. İ.’nun, Tayyîb Bey’den yüzde 14’lük bir puanla geride kalması ve  hattâ, CHP ve MHP’nin 30 Mart 2014  mahallî seçimlerinde aldıkları oylardan da yüzde 6 derecesinde geriye düşmesi ilginçti.

Hatırlanacağı üzere, CHP ve MHP liderleri, ’kimin ve nasıl bir cumhurbaşkanı olabileceği’ne dair, ’yalancı olmayacak, yolsuzluk yapmış olmayacak, uluslararası bir kimliği olacak..vs.’ gibi kendi kriterlerini söylüyorlar ve zımnen, bu ölçülerin kendilerinde bulunmadığını belirtmiş oluyorlardı ki, Ekmel Bey’i ileri sürmüşlerdi. O da, hiç bilmediği bir alana, gösterilen yaldızlı madalyaların sevkıyle, atlayıverdi, hem de acaib iddialarla..

Alınan seçim sonuçlarının özellikle CHP içinde derin çatlaklara vesile olacağı daha şimdiden anlaşılıyor. Bir kısım CHP m.vekillerinin, 90 yıllık bir partinin, kendi ideolojik çizgisinde bir aday çıkaramamasının faturasını parti yönetiminden çıkarmak için hesab sormaya başladıkları ve kılıçları çektikleri anlaşılıyor. Ki, onlar, taa baştan, Genel Başkanları’nın bu ismi  kendilerine, kendileriyle danışıp tartışmadan, bir emr-i vâkî’ halinde dayattığından yakınmışlardı. Ve bunu yapan Kılıçdaroğlu’nun, Tayyîb Erdoğan’ı sık sık diktatörlük’le suçlaması  ve ona oy verenlerin körü-körüne oy verdiklerini iddia etmesi de, cabasıydı. Bu gibi yersiz suçlamalar yüzünden de, özellikle de Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin medya organlarının da, Tayyîb Bey’in seçilmesini, ’Türkiye’nin yeni Sultanı..’,  ya da, ’Türkiye’de halkın, güçlülere yöneldiği, güçlü olanı seçtiği’ gibi başlıklarla duyurmalarında bu suçlamaların etkisi vardı, muhakkak ki.. Bu tepkiler, emperyalistlerin yüreklerinin bizim halkımız için yanmasından mı kaynaklanıyor; yoksa, karşılarında geçmişteki gibi eğilmeyen, onlara yaranmaya çalışmayan şahsiyetli lider görüntüsünden rahatsız oldukların mı?

Şimdi, netice ortaya, kesin bir yenilgi olarak çıkınca.. Parti içinden itirazlar yükselmeye başladı.. Zavallı K.K., ’seçimlere katılmayan yüzde 25’lik seçmen kitlesinin de Tayyîb Erdoğan’a karşı olduklarını düşünerek, ’Tayyîb’in oyunun yüzde 52 değil, sadece yüzde 38 olduğunu’  iddia ediyor da, aynı hesabı, kendileri için yapmıyor. Çünkü, o zaman,  kendilerinin de yüzde kaçı temsil ettikleri de ortaya çıkacak..

Bu arada, kendisinin de reddedemediği çok çirkin video görüntüsüyle partisinin başından uzaklaşmak zorunda kalan eski Gen. Başk. D. Baykal’ın da parti içindeki rahatsızlıkta, Genel Başkan’a bayrak açanların yanında yer alması ve 5 yıl sonra, tekrar sahneye çıkmak için bu fırsatı değerlendirmek niyetinde olduğunu hissettirmesi ilginç..

CHP’nin 5 yıldır başkanlığını yürüten Kılıçdaroğlu ise, bu aykırı sesleri yükseltenlere hitaben, ’Düşün CHP’nin yakasından!..’ gibi ağır laflarla rest çekmiş bulunuyor.

Aslında Kılıçdaroğlu’na karşı çıkanların itirazları haklı.. Çünkü, 90 yıllık statükonun, yerleşik rejimin en temel partisinin, kendi adayını ortaya çıkaramaması, kendi ideolojisini halkın oy’una, değerlendirmesine sunamaması, onlar adına büyük bir zaaf ve hattâ utanılacak bir durum.. 

Kılıçdaroğlu’nun 30 Mart 2014 seçimlerinden önce MHP ile girdiği dirsek temasından sonra, daha bir kurnazlık ve pragmatizm sergilemesinin, böylesine her iki seçimde de kayaya toslayacağının bir bedelinin olması gerekir’  diye düşünenlerin haksız olmadıkları söylenebilir.

Daha da ilginç olan ise, MHP lideri D. Bahçeli’nin bile, CHP’de Kılıçdaroğlu’na bayrak açanlara karşı sert sözlerle hücum etmesi ve Kılıçdaroğlu’nu himaye etmeye çalışması!!

Hele de son yıllarda giderek artan bu birliktelikten sonra, Bahçeli’nin CHP ile MHP’yi yakınlaştırması ve kaynaştırmasının, MHP alt kademelerinde nasıl bir tepki göreceği de ayrı bir konudur.

Seçimle ortaya çıkan önemli bir kaç tablo daha var.

İstanbul’un batısında kalan bütün Trakya bölgesinde Tayyîb Erdoğan’ın sadece iki ilçede kazanması ilginçtir.

Keza, bütün Ege ve Akdeniz sahillerindeki bütün illerde  de E. İhsanoğlu’nun kazanması ilginç..

Üstelik bu illerdeki seçime katılım, Türkiye genelinin üzerinde.. Yani, genelde yüksek gelir seviyesine sahib tatilcilerin, kemalist- laik kesimlerin rahatlarını terketmeyip sandıklara gitmedikleri iddiası çok gerçekçi değil gibi..

Anlaşılıyor ki, yaz aylarında daha çok çalışmak zorunda kalan ve ekonomik açıdan orta ve alt sosyal kesimler oy vermeye gidemediler. (Bu bakımdan, bütün seçimlerin yaz ve kış aylarında değil, bahar ve güz mevsimlerinde yapılmasının kanunla bir hükme bağlanması gerekir.)

Ama, ilginç bir netice de, daha çok kürd etnisitesinin meskun olduğu illerde, toptan ve büyük eskeriyetle oyların S. Demirtaş’a gitmesi.. Halbuki, son 10 yılı aşkın zamandır o bölgenin durumunu hem ekonomik ve hem de hukukî açıdan beklenenlerin ötesinde normalleştirmekte beklenmiyen  adımlar atmış olan Tayyîb Erdoğan’ın ortalama bir kadirşinaslıkla karşılaşacağı bekleniyordu. Esasen kadirşinaslık açısından özellikleri bilinen bölge halkının, bu özelliğini gözardı edip,  hem de başkasına değil de Tayyîb Bey’e göstermemesi ve etnisiteye dayalı ideolojik bağlılığı, insanî özelliklerin önüne geçirmişcesine bir tablo sergilemesi ve bazı şehirlerde yüzde 87’leri bulan bir etnik bağlılık desteği sergilemesi şaşırtıcı olsa gerek..

Gerçi, böyle bir bloklaşmaya rağmen, Tayyib Erdoğan’ın ilk turda seçilmiş olması, en azından, D. Bahçeli’nin ağzına fermuar çekmiştir. Çünkü, aksi takdirde, onun, Tayyîb Erdoğan’ı, ’bölücü unsurlarla işbirliği yaparak seçildiği’ gibi iddialarla suçlayıp yıpratmaya çalışacaktı, geçmişte olduğu gibi.. Şimdi ise, belli bir bölge halkının blok halinde Tayyib’e oy vermemesi gibi bir tablo sergilenmesine ve Trakya bölgesi ile Ege -Akdeniz sahillerinin bu bloklaşmanın bir ayrı örneğini oluşturmasına rağmen, Erdoğan, ana gövdenin yüzde 52’sinin oyunu almıştır. Yani, böyle bir körkörüne,  taassubî bloklaşma olmasaydı, yüzde 58-60’ları bile bulabilirdi.

Bu arada, Penssylvania Şeyhi ve takibçilerinin aylardır sürdürdükleri yalan-yanlış, yıpratıcı ve de ayıp ve müslüman hassasiyetiyle bağdaşmadığına inandığım propagandalarının da Tayyîb Bey’e kaybettirmekten ziyade kazandırdığını da bu vesileyle belirtmek gerekir. Onlar böylece gerçek çehrelerini gün geçtikçe daha bir ortaya koyuyorlar. Onları zâten taa baştan bilenler için şaşırtıcı değildi, bu tavırları..

Bütün bu şaşırtıcılı noktalara rağmen, seçimi Tayyîb Erdoğan’ın -Sezaî Karakoç’dan okuduğu mısraların ifadesiyle, ’Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır..’ mânâsına uygun şekilde- kazanması, özellikle müslüman coğrafyalardaki, şuûrları açık, kalbleri hassas müslüman halkları sevindirmiştir; o coğrafyalardaki nice zorba rejimleri rahatsız etmiş olsa bile..

Elbette ki, ilk kez, halk tarafından doğrudan Cumhurbaşkanı seçilmiş olması hasebiyle, bilinen klasik cumhurbaşkanlığı örneklerinden farklı bir örnek oluşturacaktır, Erdoğan..

Bu tabiîdir de.. Çünkü, her ne kadar, henüz halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının kanunî yetkileri belirlenmemiş olsa bile, yorumlama yoluyla, Erdoğan bu alanı açabilecek kabiliyete sahib olduğunu da gösterecek ve 100 yıla yaklaşan statükoyu yine zorlayacak ve değiştirecektir. Aksi halde, geçmiştekilerden farkı olmayan bir duruma düşer.

Bu satırların sahibinin herhangi bir partiye bağlılığının olmadığını tekrarlamalıyım. Ama, ömrü bir asra yaklaşan kemalist-laik-türkçü rejimin çizgisindeki partilere hiç bir sempatisi  yoktur. 

Tayyîb Bey’in ise, inandığı temel değerler açısından ise, her şeyi mükemmel yapamasa ve yanlışlar yapsa bile -ki, bu, hele böyle bir rejimde daha bir mümkündür- onun temel doğru bildiği ve inandığı değerlerine bağlı kalmak dikkatini hiç unutmadığına inanıyorum.

Ancaak, ekonomik gelişmenin ve rant’ın arttığı, 77 milyonluk dev nüfuslu bir ülkede, yağma sofraları’nın da gizlice veya kanunlara uygun şekilde kurulabildiğini de unutmamak gerek..

Onun içindir,

’Gerçi, emvâl için, lâzımdır ricâl..

Amma, rical için de lazımdır, emvâl..’  (Mal-mülkü idare için, yönetici kadrolar lâzımdır, ama, o yönetici kadrolar / ricâl için de mal-mülk lâzımdır..) denilmiştir ve bu, acı bir gerçek olarak daima karşımızdadır.

Rant’ın düşük olduğu, fakirliğin yaygın olduğu yerlerde ve dönemlerde, açıktır ki, bu gibi yağma sofraları daha az kurulur. Zenginlikte ise, kabaran iştahları frenlemek daha bir zordur.

Emevîlerin son dönemindeki zulmü ve onlara karşı mücadele veren Abbasîlerin iktidarı ele geçirdikten sonraki durumu hatırlayalım..

Yıllar geçer, değişen bir şey olmaz..

Zamanın önde gelen müslümanlarından birisi Abbasî Halife- Sultanı’nın huzuruna varıp‚ ’Ne güzel ideallerimiz vardı, eski zulümler ve yağma sofraları devam ediyor..’ diye yakınınca..

Abbasî Halife- Sultanı karşılık verir:

’Bir dünya saltanatıdır ki bize de ulaşmıştır. Bre efendim, bırakınız, biraz da biz sürelim..’

Evet, 1200 yıl öncelerde kalmış bir söylem değildir bu..

Her zaman ve mekânda varlığını ve hükmünü sürdürmektedir.

Tayyîb Bey’in böyle bir zaaf sergilemiyeceğine olan kanaat ve ümidimi, ’yerlerini terketmeyen Uhud Okçuları’ örneğini unutmaması temennimi bu vesileyle bir kez daha tekrarlamak isterim; Allah’u Tealâ, hayırlı işlerde yardımcısı olsun.    

*

Yığınla Halifelerden bir Halife daha bey’at istiyor..

Bu vesileyle bir kaç noktaya daha değinelim:

Belli çevrelerde henüz ne olduğu ve olmadığı hususunda her kafadan bir sesin çıktığı ve hakkında net bir tablonun ortaya çıkmadığı ileri sürülen IŞİD (Irak- Şam İslam Devleti) isimli bir silahlı mücadele örgütünün,  Irak’ın batı ve kuzeyiyle Suriye’nin doğusunda, bu her iki ülkenin de yaklaşık üçte birlik kesimlerini, beklenmedik şekilde eline geçirip, kontrolü altına almasının ortaya ne gibi sonuçlar çıkarabileceği bilinmiyor.

Bu örgüt, Irak’da, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’ndaki diplomatik personeli ve onların topluca 49 kişiyi bulan aile ferdlerini rehine alarak, üç ayı aşkın bir şekilde, gerçekte Türkiye’yi de rehine almış bulunuyor.

Bu bakımdan, T.C. yöneticileri IŞİD hakkında, onları tahrik edecek resmî bir beyanda bulunmamayı ve  rehine alınan insanların hayatını tehlikeye atmamayı tercih ediyor.

Elbette bunun da bir bedeli olur.

Nitekim, IŞİD’i Türkiye’nin desteklediği iddiası bu cümleden..

Halbuki, bu konuda bilinen, sadece, Musul Başkonsolosluğu’nun IŞİD Karargahı olarak kullanıldığı ve rehine alınan T.C. vatandaşlarının da Musul Valilik binasında korundukları bilgisi.. 

Bu durum ne kadar sürer, bilinmez..

Ama, bazı çevreler, Türkiye’nin IŞİD  tarafından rehine alınmışlığını görmezden gelerek, acaib propagandalar yürütüyorlar ve bazı saf beyinleri idlal ve ifsad ediyorlar. Bu hususta İran medyası da elinden geleni arkaya koymuyor. Halbuki, Hucûrât  sûresindeki‚ ’fâsıklarca getirilen haberlerin tahkik edilmeksizin kabul edilmemesi’ yönündeki emir gaayet açıktır.

Böyleyken, bu alanda ilginç bir gelişme daha oldu..

IŞİD lideri olduğu ve kendisini ’Birinci İbrahim’ adıyla Halife ilan ettiğini açıklayan Ebûbekr el’Bağdadî’nin, bir bildiri yayınlayarak, Tayyîb Erdoğan’ı, ’sekular ve mürted ilan’ edip, ’kendisine beyat etmemesi halinde, savaşçılarının, ona karşı savaşacağını’ açıklaması, bu alanda yeni gelişme.. Umarız ki, bu gibi konularda yayınlanan propaganda haber metinlerini müslümanlar, bir müslüman dikkati içinde, değerlendirmeyi hatırlayıp aklederler. 

İlginç bir nokta da, IŞİD’in halifelik ilan ettiği iddiasının, sahtesinin bile emperyalist dünyada korku meydana getirmesi ve Papa Françesko’nun da, 12 Ağustos günü yaptığı açıklamada, bu konuya değiniip, ’M. Kemal’in 1923’lerde kaldırdığı Hilafet’in tekrar diriltilmesine seyirci kalınamıyacağı’nı açıklaması..

Evet, üstelik de Papalık Kurumu ve Vatikan Devleti’nin başı tarafından bile..

Çok sağlıklı temelleri olmasa bile, müslümanların elinde ıslah edilmesi mümkün bir Hılafet ya da müslümanların dünya çapında tek bir liderlik altında toplanmasını hedefleyen ve 100 yıl öncelerde bile geçmişte,  dünhya siyasetinde yine de etkili olduğu bilinen başka isimde bir kurumun fiilen kaldırılmasıyla, M. Kemal’in kimlere neler sunduğu üzerinde aklı başında her müslünman daha bir düşünmelidir.

*

Mâlikî, ülkesini daha bir cehenneme çevirmekten sözediyor..

Bu arada, Irak’da, 2003 başında Saddam’ın devrilmesiyle sonuçlanan Amerikan işgalinin sonrasında başbakanlığa getirilen İbrahim Caferî’nin USA emperyalizmine beklediği hizmeti sunmaması yüzünden  2 yıl kadar sonra devre dışı bırakılmasıyla, onun yerine getirilen yardımcısı Nurî Mâlikî’nin 9 yılı bulan ve Amerikan hazırlaması olan yeni anayasa gereğince bir sultan’ı hatırlatan geniş yetkilere sahib iktidarı, yolun sonuna dayanmış bulunuyor.

Mâlikî, uzuuun yıllar Saddam’a ve Irak Baas rejimine karşı İslamî mücadele vermiş bir caferî- şiî müslüman iken ve ufkunun açık olması beklenirken, o, bu geçiş döneminde, USA emperyalizminin askerî- diplomatik; İran’ın ise, mezhebî desteğiyle, ülkesini daha bir çıkmaz’a sürükledi. Ki, Musul gibi 2 milyona yakın nüfuslu bir büyük şehri bir kaç saat içinde ele geçiren  IŞİD savaşçılarının kısa zamanda, büyük güçler hali gelmesinde, başka unsurların yanında, sünnî aşiretlerinin desteğini almış olmasının da rolü olduğu iddiası, çok kenara atılmamalı.. O kadar katı mezhebçi bir tutuma karşı böyle bir tepkinin gizlice filizlenmiş olmasına da şaşmamalı..

Halbuki, Mâlikî’yi, ’Amerikan kuklası’ olarak suçlayanlara karşı ilk yıllarda destekleyenlerden birisi de bu satırların sahibiydi. Ama, o değişince, kendi tavrını da değiştirip eleştirdi, mezhebçi bir çizgide taassubla ilerlediğini belirtti. Bundan dolayı da, ağır şekilde eleştiriler aldı..

Onu eleştirdiğim için bana ağır suçlamalar yöneltenler şimdi ne derler bilmiyorum, ama,

yıllar süren ağır hastalığı yüzünden varlığıyla-yokluğu arasında bir fark olmayan Celâl Tâlebânî’nin yerine geçtiğimiz haftalarda Irak Parlamentosu’nca ve Mâlikî Grubu’nun da desteğiyle Cumhurbaşkanlığına -yine Talebânî’nin örgütünden- seçilen Fuâd Mâsum, başbakanlığı Mâlikî’ye değil, bir başka şiî-müslüman olan Haydar İbâdî’ye verince..

Mâlikî, anayasa ihlalinden söz etmeye ve -Irak’ın bugünü sanki halen de cehennem hayatı yaşamıyormuş gibi-, ’ülkenin Cehennem’e dönüşeceği’nden söz ederek, bu durumu değiştirecek teşebbüsleri bile dile getirmeye başladı..

Dünlerde yaptığı gibi, kendisine karşı çıkan şiî-sünnî bütün etkili isimleri hemen terörist suçlamasıyla yargılamaya kalkışan ve katı bir mezhebçilik anlayışının pençesinden  kurtulamıyan Mâlikî’nin ve yandaşlarının bundan sonra olsun, bu yöntemin hele de günümüzde geçerli olmadığını anlamaları umulur.

Ancak, hem Amerikan emperyalizmi ve hem İran, artık Mâlikî’yi desteklemiyorlar. (Mâlikî’ye eleştirileri yüzünden fakir’i ağır şekilde eleştirenler şimdi ne derler, acaba?)

Mâlikî, İbadî’nin başbakanlığının kanundışı olduğunu iddia etse bile, ayağının altındaki halının çekildiğini kendisi de görüyor herhalde.. Üstelik, en yakınındakiler de, artık onun ülkeyi bir çıkmaz’a sapladığını dillendirmeye başladılar.

*

Irak’daki bu gelişmeler olurken, IŞİD’in güçlerinin kuzey Irak’da, Irak Kürdistanı’ndaki Bölgesel yönetimi’ni de zorlamaya başladıkları ve Erbil varoşlarına dayandıkları görüldü. Bu durumda, Mes’ud Barzanî, kendilerini savunabilmek için silah desteğine ihtiyaç duyduklarını açıklıyor.

Bu noktada, Türkiye’nin Barzanî’ye dolaylı bir destek vermesi bile, NATO çevrelerini rahatsız ediyor ve onlar, kendilerinin Irak’ın geleceği için düşündükleri projeler içinde Türkiye’nin etkin bir yerinin ve rolünün olmaması için, devreye kendileri daha bir giriyorlar ve IŞİD güçlerinin ’kendilerinin izin verdikleri sınırların ötesine geçmemesi’ için, tedbirler alacaklarını belirtiyorlar. Amerikan emperyalizmi, duruma hava saldırılarıyla müdahaleye başlamış bulunuyor. İngiltere ve Fransa da hava saldırıları için hazırlanıyor..

Bu arada, IŞİD güçlerinin, şiî-sünnî bütün Müslüman sivil halka olduğu gibi, Hristiyan ve Ezidî’lere de aynı acımasız usûllerle saldırmaya başlaması üzerine, emperyalist dünyanın, sadece gayrimuslim unsurların kurtarılması için, büyük kurtarma operasyonlarına başvurması ve müslümanların halkın ise, müslümanlık adına hareket ettiğini ileri süren güçlerce kitleler halinde katledilmesine, sindirilmesine ise, dolaylı olarak alkış tutmaları, üzerinde düşünülmesi gereken bir diğer nokta..

*

Nazi’lerin korkuttuğu bir yahudiyi, İsrail utandırdığında..

Gazze’de sionist İsrail rejimi tarafından tezgahlanan büyük soykırım ve devlet terörünü ise, aynı emperyalist çevrelerin yok saymaları, sadece müslümanları değil, ben insanım diyen herkesi düşündürmelidir. Ünlü bir yahudinin, ’Naziler beni yahudi olduğum için korkuttu, israil ise, utandırdı..’ sözündeki insanî tepki, yazık ki, emperyalist dünyanın güç odaklarınca hissettirilmiyor, diğer toplumlara..

(Bu konuda, inşaallah, ayrı bir yazı gerektiğinden, bu kadarca değinip geçelim. )

*

Afganistan’da akl-ı selîm’in hâkim olması ihtimali..

Afganistan’da geçtiğimiz üç ay öncelerde yapılan seçimlerde bilindiği üzere, Dr. Abdullah Abdullah ilk turda yüzde 45 oy almıştı. Diğer adaylardan en çok yüksek oyu alan ikinci isim ise, Eşref Ganî Ahmedzey idi.

Seçimlerin ikinci turunda, Eşref Ganî’nin, Suûdî rejiminin de mâlum destek yöntemleriyle diğer küçük grupların desteğini sağladığı ve yapılan ikinci tur seçimde, oyların yüzde 56’sını  aldığı,  Dr. Abdullah’ın ise, yüzde 44’de kaldığı ileri sürülmüştü. Ama, her iki taraf da, seçimlerin sıhhatinden şübhe ettiklerini açıklamışlardı.

Bu bedbaht ülke, bir iç-savaşa daha sürüklenebilecek durumda iken, -Amerikan emperyalizminin baskısıyla da olsa bile- , Dr. Abdullah ile Eşref Ganî’nin, kendi aralarında bir ittifak anlaşması imzalayarak, ülkenin geleceğini birlikte yönetmek hususunda bir karara varmaları hayırlı bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Bu anlayıştan dolayı onları kutlamak gerek..

Çünkü, silahlar tekrar kullanılmaya, eller tekrar tetiklere gitmeye başlarsa, 40 yıldır her türlü bedbahtlığı yaşamış ve harabeye dönmüş bir ülkenin daha bir tamamen yıkılacağı ve garib, saf, ve amma, câhil (bırakılmış) halkın ızdırablarını, felaketlerini daha bir arttırmaktan başka bir sonuç vermiyecekti.

haksöz

Bu yazı toplam 960 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar