Selâhaddin Çakırgil
Müslümanların temel problemlerinden birisi de...
Müslümanların Temel Problemrinden Birisi de, Yönetenlerin Hangi Hakkla Yönetmekte Olduklarıdır..
Beşer tarihinin en temel problemlerinden birisi, "toplumların, kim tarafından ve nasıl, hangi temel anlayışa dayanılarak kendilerini yönetici olarak gören kişi veya kadrolarca yönetilmelidir?" sorusu etrafında şekillenmektedir..
"İlahî vahy"e inananlar, meşruiyyetin kaynağını, hukukîliğin kaynağını "vahy"e dayandırırlar.. Bu bakımdan, liderliğinin meşruiyeti tartışılmayan insanlar, kendilerine bağlanan müminler gözünde, "enbiyaullah"tır, ilahî peygamberlerdir.. Peygamberlere inananlar, onların ümmetleri üzerindeki yönetim hakkını tartışmaya bile gerek duymazlar..
Peygamberlerin dışında, beşerî ideolojilerin liderlerinin de, hattâ, tapınma derecesinde kutsandığı ve tartışmasız kabullenildiği çok görülmüştür, görülür.. Bunun örneklerini zikretmeye gerek yoktur.. Çünkü, TC. rejimi, bunun günümüzdeki sayılı birkaç örneğinden birisin, teşkil etmektedir.
Ama, insanlardan bazıları, filan kişi veya kadroların kendilerinde toplumları yönetme gücünü görmesi ve bunun kullanmasının menşe ve mahiyetini, hep sorgulaya/ tartışagelmişlerdir..
Çünkü, Peygamberlerin toplumu yönetme hakkını kullanmalarında, onların bağlıları ve müminleri açısından fazla bir zorluk çekilmez.. Ama, vahy-i ilahî veya Peygamberler adına diyerek geliştirilen yönetim tarz ve mekanizmalarının, sonunda ne büyük tartışma, ihtilaf ve sıkıntılar meydana getirdiğinin örnekleri de beşer tarihinde saymakla bitmez..
Hem genel beşer tarihinde ve hem de bizim tarihimizde /İslam tarihinde bu açıdan o kadar çok örnekler vardır ki, insan bu örnek yoğunluğu arasında sımsıkı bir ormandaki insan gibi yolunu şaşırabilir..
Khulefâ"y-ı Râşidîyn"den sonraki 14 asrımızı dolduran örneklerin hemen tamamı boyunca hükmedenler de genel olarak kendi yönetimlerini inanç temellerine dayandırmaktadır.. Nice sultanlar, padişahlar, krallar, şahlar, melikler, başkanlar hep aynı gerekçe veya dayanaklarla kendilerinin yönetimlerine meşruiyyet temeli bulmaya çalışmışlardır, tarihimiz boyunca da..
Hattâ, meşrû sayılan bir yönetim sahibinin kuvvet veya servet ve entrikalar yoluyla altedilmesi durumunda, yeni hüküm sahibinin de meşrû olduğunu, iktidara gelişin "takdir-i ilahî" olduğu gerekçesiyle meşrû sayıldığı ve bu gibi durumlar için şer"î cevazlar bulmakta özel ihtisas sahibi olan "kapıkulu ulemâsı"nın her zaman zuhûr ettiğinin örnekleri bitmez..
Bu bakımdan, "İnsanlar ya ilm ile yönetilirlermiş, ya da zulmle.. Benim ilmim yoktu." şeklindeki itirafiyle kendi durumuna açıklık getiren hükümdarın en azından bu konudaki tevazûunu sempatiyle karşılayabiliriz..
Ve İslam tarihi boyunca, en büyük problemlerinden birisi de yönetime gelenlerin kendilerini "Peygamber Vekili" görüp, Peygamberlik"te sınırlı bir süre için vazifelendirilmek veya yaşlılık vs. gibi gerekçelerle kenara çekilmek sözkonusu olamıyacağından, kendi hükûmetlerinin de bu açıdan asla tartışılamıyacağını; kendileri için de bir istifa veya çekilmenin asla düşünülemiyeceğini topluma devamla şırınga etmeleridir..
*
Ve tarih boyunca rahatsızlık, yorgunluk, riyasete doygunluk, kendilerinden sonrakilere yol açmak gibi gerekçelerle bulundukları yerlerden ayrılmak gibi bir geleneğin olmaması müslümanların tarihini doldurmuştur, yazık ki..
Birkaç örnek vardır, o geleneğe aykırı olarak.. Ömer bin Abdulaziz"in veya 2. Murâd"ın makamlarını haleflerine bırakacak kadar.. Buna son zamanlarda Malezya"da 21 yıl başbakanlık yaptıktan sonra hiçbir zorlama olmaksızın istifa kararı alıveren Mehatir Muhammed de bu çok az sayıdaki istisnaî örneklerdendir.. Bunun dışında riyaset makamları ya ölmek- öldürülmek, ya da derin koma veya dinden çıkma gibi durumların uzman raporlarıyla belirlenmesi halinde boşalır ve kişiler değiştirilir.. Çünkü, -nasıl bir ölçü birimi kullanılmışsa- eskilerin deyimiyle riyaset şehveti, diğerlerinden kat kat fazladır..
*
Ülkemizde, rejimin genel çerçevesine göre siyaset yapılmasına karşı olanların bile elem duyarak ilgilendikleri, ilgilenmek gereğini duydukları bir politik çekişmeye, bu açıdan da bakmakta fayda olsa gerek..
Yazık ki, bir kişi veya kadronun geçmişteki hizmetlerinin adetâ İslamî faaliyetlerinin ihyacısı gibi değerlendirilmesi ile kendilerine bağlı olanların gözünde daha bir ululaştırılan kimselerin, kendilerinden sonra gelenlere tecrübe nakletmek adına bir siyasî hareket üzerinde bir "vesayet" kurmaları ile gelinen nokta, evet, müslüman hassasiyetine sahib hemen herkesi ilgilendirmektedir..
Çünkü bir taraf olanca dikkatiyle geçmiş hizmetlere saygıyı unutmamaya çalıştıkça; karşısındakiler onlara daha bir yüklenmekte, vefâ duygusundan veya mahrum olmakla veya bir "muhterem baba"ya saygısızlık sergilemek, ya da bir "hizmet cereyanının aslî çizgisinde temel sapmalar meydana getirmek"le suçlanmaktadırlar..
Bu cümleden olmak üzere, önceki yazımda değinilen hususlar birer birer tezgahlanmaya başlamış bulunmakta.. Kongrenin ibtali için dâva açıldığı bildirildiği gibi; o yoldan bir sonuç alınamazsa, o zaman da derhal olağanüstü bir kongre için yeterli delege imzasının sağlanacağı ve bu yolda gerekli başvurunun yapılacağı açıklanmış bulunmakta.. Ki, bu karşı çıkış ve çabaların içinde en çok sivrilen ismin de eski liderin yeni nesil bir biyolojik uzantısının olması dolayısiyle, bir nev"î, "şânımız fiilî bir saltanat yoluyla yürüsün.." temennisinin tezahüründen başka bir manâ vermekte insan ciddî olarak zorlanmaktadır.. Ki, babasının oğlu olmaktan çteye bir özelliği olmayan nevzuhûr müstakbel lider adayı, daha geçen hafta -az bir rakamla da olsa- kanunen Genel Başkan seçilen şahsın seçilen, ileride, partilerinin İstanbul İl Başkanlığı"na dönebileceğini bile "muhterem baba"sının oğlu olarak açıklayabilmekte ve bu husus, o alanda 40 yıldır çalışanların da anlayışlı yaklaşımlarıyla karşılanmakta, bir tepki görememekte.. Ki, o 40 yıllık eskilerin de yaklaşımı, yazık ki, "bizim lûtuflarımızla beslenenler bugün bize karşı çıkmaktalar.." kabilinden çiğ beyanlarla daha bir ilkelleşmekte ve iğrenleşmekte..
Yapılan açıklamaların ileride çok daha birbirlerini yaralayacak ve müslüman kitleleri daha bir derinden üzecek boyutlara varacağı beklenebilir..
Umarız ki, o acı noktalara düşülmez..
Ama, bugün, gelinen noktada üzerinde daha bir düşünülmesi ve anlaşılmaya çalışılması gereken asıl husus, müslüman bir toplumun üzerinde sınırsız bir yönetme ve velayet hakkına sahib olduklarını ileri sürenlerin bu farazî hakklarını nasıl, kimden, hangi yollarla tevarüs ettikleri ve bu yönetim yetkisinin herhangi bir süre ile sınırlandırılıp sınırlandırılamayacağı hususudur.. Evet, bu hususların da açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Aksi halde, bir müslüman kitlenin bir sürü gibi güdülmekten başka hakkının olmadığı mânasını yansıtan temel yanlış uygulamalar daha bir sürüp gidecektir..
*
Ve, "Başbakan Erdoğan"ın terörle mücadele görüşmeleri..
Başbakan Erdoğan, ülkeyi derinden etkilemekte olan terör mes"elesini görüşmek üzere, siyasî parti liderlerinden bazılarını ziyaret etti..
Erdoğan"ın görüştüğü liderler arasında BBP ve DSP Genel Başkanları yer alırken, DP Gen. Başk. Husameddin Cindoruk"la Türkiye Partisi Gn. Başk. ve (Erdoğan"ın eski yardımcılarından) A. Latif Şener yoktu.. Ama, onlar siyasette zâten yoklar.. Bu açıdan, bu konudaki ayırım yersiz sayılmayabilir.. Çünkü, 40"ı aşkın parti bulunmaktadır, ülkemizde.. Onların herbirisiyle görüşmenin, hem zaman israfı ve hem de önemli mes"eleleri sulandırmak gibi bir sonuç vereceği de düşünülebilir, elbette..
Ama, asıl önemlisi, Erdoğan BDP ve MHP ile görüşmemeyi tercih etti, Başbakan..
Başbakan, Meclis"te grup sahibi olan bu iki partiyi de, terör konusundaki söz ve davranışlarıyla en zıd iki kutup olarak görüyor ve onların söz ve davranışlarının terörü daha bir alevlendirdiğini düşünüyor..
Bu iki partinin, Başbakan"ın hadiseleri değerlendirişte bulunduğu konum ve hadiselere baktığı nokta itibariyle, iki zıd kutub olarak görülmesinde şaşılacak bir durum yok..
Çünkü, birisi en aşırı türkçü söylemleriyle; diğeri de, aynı şekilde en aşırı kürdçü söylemleriyle, gerçekten de ülkeyi derinden sarsan bu sosyal yara için hazırladıkları ilaç ve tedavi yöntemleri açısından, en zıd, uç noktalardalar..
Ama, bu iki parti, aynı zamanda, beğenilsin veya beğenilmesin, ülkedeki etkili güç odaklarının Meclis"teki temsilcileri değil midir?
Aradaki tek fark, hedeflerinin birbirine zıd olmasıdır.. Birisi, "apocu -kürtçü-laik hedefler üzerinde bir sosyal yapılanma"yı gerçekleştirmek için silahlı mücadele verir, kan akıtmaktan asla çekinmezken; diğeri de, "kemalist-türkçü-laik hedefler üzerinde, silah zoruyla, dârağaçlarıyla, kanla kurulmuş olan bir sosyal yapıyı korumak" hedefine kenetlenmiş durumda..
Ama, sanki CHP yıllardır çok farklı bir noktada mı? Ve hâlen de, ömrü 90 yıla yaklaşan ve bütün bu tarih boyunca, kemalist rejimin hep payandalığını yapmış ve hattâ omurgasını oluşturmuş bulunan bir CHP"nin de bu iki partiyi (BDP ve MHP"yi) aratmıyacak sert ve hattâ nifak tohumları saçan söylemlerinin bulunduğu ve etki açısından, o iki partiden çok daha fazla bir gücüne sahib olduğu bir vakıa değil midir?
Gerçi, MHP lideri D. Bahçeli, Başbakan Erdoğan böyle bir görüşme davetinde bulunacağını açıkladığında, derhal, kendisiyle ancak, " bu zamana kadarki açılım siyasetlerinin yanlışlığını kabul edip; milletten özür dilemesi" şartını dile getirerek, -olmayacak bir şeyi isteyerek- kapıyı kapatmıştı..
BDP"nin ise, zâten, -hele Ahmet Türk"ün m. vekilliğinin düşürülmesiyle- tamamen, "A. Öcalan"ın kopyası olarak hareket ettiklerini bizzat kendileri, iftiharla, gururla belirtiyorlar..
Bu bakımdan, Erdoğan"ın onlarla görüşmek istememesi, ferdî planda anlaşılmaz değildir..
Ancak, o, bu görüşmeleri Başbakan olarak yapmaktadır ve kanayan bir yarayı durdurmakta etkili olabilecek her kim ve hangi çevre veya odak varsa, onların herbirisiyle, bir ayırım yapmadan görüşmeli ve gerekirse, onlara giderek yükselen tehlikelere karşı, alınacak tedbirleri bir ikaz mahiyetinde açıklamalıydı.. Bu imkan ve fırsat hâlâ da vardır..
Erdoğan, bu sözkonusu partilere de görüşme çağrısında bulunmalı ve kabul etmiyecekse, onlar kabul etmemelidir..
Çünkü, görüşmeler çok fazla bir şey getirmese bile, en azından, en zıd olanların bile görüşülebilecek/ konuşulabilecek bir ortamda bulunduklarının kamuoyuna hissettirilmesi açısından önemlidir.. Kaldı ki, bu partiler de milyonlarca "vatandaş" tarafından destekleniyor.. Bu partilerin dışlanması, o milyonların da dışlanması demek olarak değerlendirilecektir..
Bu bakımdan Başbakan Erdoğan, hâlâ var olan bu imkânı, bu partilerle görüşmek yolunu da denemelidir.. Böyle bir görüşmeden Başbakan"ın kaybedeceği bir şey yoktur.. Ama, ülkenin kazabileceği bazı imkanlar ortaya çıkabilir.. "BDP"de Emine Ayna ve MHP"de Oktay Vural gibilere yer verenlerle ne ve nasıl görüşülecek?" denilse bile, bu gibi kişilere duyulan tepkiler, Başbakan"ın o ayrımı yapmasına bir kılıf olarak gösterilemez..
Bir sorumlu kişi, kendisine göre nisbeten kabul edilebilir olarak gördüğü kimselerden başkasını kabul etmezse, onlar kendilerini ifade etmek başka yolları aramakta daha bir hırçınlaşmaya bu dışlamayı öne sürmeyecek midir?
haksöz