Selâhaddin Çakırgil
Müslümanların, ‘vatan ve devlet’ anlayışlarıyla imtihanı
Müslüman Vatanı’nı dereler, dağlar, nehirler veya bir takım hükûmetlerin veya emperyalist ya da sair zorba güçlerin zorla çizdiği sınırlar belirlemez. Müslümanın vatanı, inancını hayata hâkim kılabildiği ve merkezinde Kâbe’nin bulunduğu her yerdir. Ve, bütün yeryüzü, müslümanların vatanı olmaya namzeddir, potansiyel olarak.. ‘El’garb’u lenâ, ve-ş’şarq’u lenâ..’ Garb /Batı da bizimdir, Şarq/ Doğu da bizimdir.. Çünkü bütün mekanlar Rabbimizindir.
***
Elbette, asırlar boyunca, Müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde de ve tarafları yine Müslüman güç odaklarından oluşan düşmanlıklar yüzünden nice savaşlar cereyan etti. Beşer tarihinin her kesiminde olduğu gibi, Müslüman toplumları için de bu böyle, ne yazık ki.. Çünkü nihayet, bir üstün otorite gerekliydi ve bu üstünlük de genelde silah gücüne şekilleniyordu, maalesef..
Ancak en sıkıntılı durum, kimin mücadelesinin hak temeline dayandığının nasıl belirleneceği hususuydu.
‘Kim veya hangi taraf galip geldiyse, onun haklı sayılması gerektiği’ gibi bir anlayış, yazık ki, müslümanlara da musallat oldu, asırlarca.. Yani, latince hukuk terimleriyle söylenecek olursa, ‘de jure’ (hak anlayışına, hukuka göre şekillenecek) bir düzenleme ve anlayış mı hâkim olacaktı, hayatımıza; yoksa ‘de facto’ (fiilen, kim galip veya güçlü ise onun istediğine göre şekillenen) bir düzenleme ve anlayış mı?
***
Halbuki, haklılığı asla tartışılamayacak olanlar da yenilir savaşlarda..
Nitekim, Hz Peygamber (S) ve ilk Müslümanlar da yenilmişlerdi, Uhud’da olduğu üzere.. Ama o gazvede hangi tarafın kesin haklı olduğu, daha baştan belli idi, müslümanlara göre..
Keza, Hz. Huseyn de, Yezid karşısında dünyevî ölçülere göre yenilgiye uğramıştı Kerbelâ’da.. Öyleyse, ‘Yezid haklı ve Huseyn haksızdı..’ diyebilir miyiz?
Elbette ki, hayır!
Ve, ‘zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında dolaştırılıp durduğu’ belirtilir, Kur’an-ı Kerîm’de.. Yani, sadece veya hep haklılar veya haksızlar yenecek veya yenilecek diye kesin bir kural ve kanun yok..
***
Ama cemiyet halinde yaşamak zorunda olan insan, devlet denilen bir sosyal üst-yapı kurumunu da oluşturmaya mecbur.. Bu, aklî bir gereklilik de.. Aksi halde, hiçbir düzenin olmadığı ve sadece en güçlü olanın hâkim olduğu bir kaos hayatı yaşanır.
Ancak, devlet denilen sosyal üst-yapı kurum ve düzenlemelerini kendi kesin doğrularına, yani inançlarına ve iradelerine göre oluşturamayan halklar, hattâ kendileri adına kurulmuş bir takım devlet düzenlemelerinin egemenliği altında yaşasalar bile, gerçekte hür yaşamak imkanına kavuşmuş sayılamazlar.
***
Ve açıktır ki, bizim 14 asırlık tarihimizin Asr-ı Saadet ve Hulefa’y-ı Râşidîn diye isimlendirilen dönemimizi içine alan ilk 40 yıl dışında, saltanat anlayış ve kavgalarına giriftar olan ‘müslüman güç odakları’nca şekillenen nice devletler de olagelmiş ve dünya sahnesinde yükselmiş veya yok olmuştur.
Bu, 100 yıl önce tarihin karanlığına gömülen 600 küsur yıllık Osmanlı devleti için de böyle olup, onun yerine emperyalist güç odaklarınca ortaya çıkarılan düzinelerce devletlerin birbirleriyle sürtüşmelerine rağmen, Müslüman halklar, inançlarının gereği birbirlerinin kardeşi olduklarından, nice parlak iddialar taşıyan güç odaklarının ve rejimlerin iktidar savaşları dışında kalmayı bilmişler ve birbirleriyle, halklar planında kitlevî boğuşmalara düşmemişler; 1400 yıllık kardeşliklerini korumuşlardır. İnşaallah bu hassasiyet bundan sonra da korunacaktır.
Suriye’de 6 yıldır süren savaştan kaçıp Anadolu coğrafyasına sığınan 3 milyona yakın kardeşlerimizin T.C. vatandaşlığına kabulü konusundaki tartışmalara da bu genel çerçeve içinde, yarın bakmaya çalışalım, inşaallah..
stargazete