Mustafa Armağan : Filistin Sorunu Yoktur Siyonizm Sorunu Vardır

Mustafa Armağan : Filistin Sorunu Yoktur Siyonizm Sorunu Vardır

Derin Tarih dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Armağan ile Düşünce Mektebi ile yaptığı röportajı okuyucularımıza paylaşıyoruz.

şte röportajın tamamı:

 

'ÖNCELİKLE 'FİLİSTİN SORUNU' DİYE BİRŞEY YOKTUR! SİYONİZM SORUNU VARDIR!'

 

kudüs ile ilgili görsel sonucu
 
Siz son dönemde ABD Başkanı Donald Trump’ın açıklamaları sonrası ‘Filistin Meselesi’ne nasıl yaklaşıyorsunuz?
 
 
Filistin meselesi veya Filistin sorunu deyiminin yanlış olduğunu söylemekle söze başlayayım. Bu aslında Siyonist argümanların kendisini tekrarlayarak bizim dilimize de nasıl sirayet ettiğini gösteriyor. Filistin sorunu yoktur, Siyonizm sorunu var. Daha genelde İsrail sorunu var. Çünkü sorun çıkartan taraf Filistin değil, Filistinliler kendi topraklarında yaşarken  bir başka güç geldi ve onların topraklarını işgal etti. Onlar özgürce yaşamak istiyorlar, onların bunu ifade etmesi Siyonizm tarafından sorun olarak algılanmaktadır. Ve bütün dünyaya da bu şekilde paketleniyor,  Filistin sorunu dediğimiz zaman bu şekilde algılanıyor. Edward Said’in kitabının adı hatırlarsanız 'Filistin'in sorunu'dur. 
 
 
Dolayısıyla biz meseleyi bu şekilde kabul edip sorunun bir işgal ve Siyonizm sorunu olduğunu kabul edelim. Yakın zamanda İsrailli bir öğretim üyesi olan Pape’nin bir açıklaması vardı, biliyorsunuz; ancak İsrail’de ona yaşama hakkı verilmediği için Avrupa'ya gitti, orada bir üniversitede çalışmaya başladı. O işgal devleti terimin dahi yetersiz olduğunu söylüyor, çünkü işgal dahi geçici bir durumdur. Hâlbuki burada bir sömürge, koloni faaliyeti yürütüldüğünü uzun vadeli olarak burada hiçbir Filistinlinin yaşayamayacağı bir ortamın oluşturulması amaçladığını ifade ediyor. Demek ki bir defa olayın resmini çekerken  daha geniş açılardan bakmamız gerekir. 
 
 
Peki, İsrail’in yaklaşımı hangi motivasyonlara dayanıyor ve nasıl bir pozisyon alıyor?
 
Çocuklarına okullarda öğrettikleri şey son Filistinli buralardan gidene kadar mücadeleye devam edileceği ve büyük İsrail'in kurulacağı ideali anlatılmaktadır.  İsrail etrafındaki ülkelerin nasıl birer birer diz çöktürüldüğüne bakarsanız; Suriye, Suudi Arabistan gibi bu ideali zaten göstermektedir. Fakat biz geleceği konuşmayalım geleceği fütüroglara bırakalım, geçmişi konuşalım, tarihi konuşalım. Geçmişte nasıl bir şey yaşandı, nasıl bir tablo oluştu.
 
 
 
*Komutan Edmund Allenby 11 Aralık 1917 / Kudüs
 
 
 
11 Aralık günü Kudüs tarihi için önemli bir tarihtir. Hatta kıyametin koptuğu gün Kudüs için bu tarihtir, diyebiliriz. 9 Aralık'ta Kudüs teslim olmuştu biliyorsunuz. 11 Aralık'ta ise komutan  Edmund Allenby Kudüs'ün ele geçirildiğini ve bu bölgede sıkıyönetim başlatıldığını ilan etmişti. O günden bugüne aradan geçen yüz yıl içinde yüzde 10 olan Yahudi nüfusu bugün ise çoğunluğa geçmiş durumda. O zaman ülkede %90 nüfusa sahip olan Filistinliler bugün azınlık durumunda olup azınlık haklarından dahi yararlanamamaktalar.  Özetle; bugün yaşanan durum tarihte benzeri görülmemiş bir etnik temizliğe dönüşmüş durumda. 
 
 
Yüz yıl önceki durumu bize en iyi tasvir eden yazar, daha doğru bir ifade ile formüle eden kişi Arthur Koestler’dir. Kendisi ünlü bir romancıdır.  Bir kitabında şunları söylüyor; ‘Bir millet, ikinci bir millete üçüncü bir milletin toprağını vadetti; fakat bu üçüncü milletin de bir devleti vardı.’  Birinci millet kim; İngilizler, ikinci millet kim; Yahudiler, üçüncü millet kimdi; Filistinlilerdi. İngilizler, Yahudilere Filistinliler’in toprağını vadetti. Bu topraklar da Filistinlilerin değildi, Osmanlı’nın toprağıydı 1917, 2 Kasım’ına kadar. Dolayısıyla orası İngilizler’in kendi toprağı değil, daha alamamış orayı Gazze bile henüz Osmanlı'da.  Dolayısıyla İngilizler diyor ki Yahudilere; ‘Henüz almadım; ama alırsam ve bana yardım ederseniz size oradan bir toprak vadediyorum.’ Bunu neden söyledi; çünkü İngilizler savaşı kaybetmek üzereydi. Maddi açıdan bitmişlerdi, Amerika'da ki Bankerlere trilyonlarca dolar borçlanmışlardı. Savaş uzayıp Çanakkale'yi geçemedikleri için durumları iyi değildi. Biz Kut'ül Amare gibi bir zaferi 1916 yılında kazandık. 1917’nin martında 1.Gazze Muharebesini kazandık, aynı yılın nisan sonlarında  2. Gazze muharebesini kazandık. Gördüğünüz gibi daha ölmemişiz, mücadele ediyoruz. Gel gelelim; 3.Gazze Savaşı sırasında Balfour deklerasyonu geldi. Bu neye sebep oldu? Yahudi bankerlerin ve istihbaratçıların  siyasi çevrelerine mesaj verildi. Denildi ki; ‘Bize destek olun. Biz bu işi kendi başımıza beceremiyoruz, vakit kaybediyoruz.’ Dolayısıyla biz size toprak vadedelim. Burayı alırsak burada size bir vatan vereceğiz, siz de bize kesenin ağzını açın denildi. Ayrıca istihbarat desteği sağlayın da denildi. Bununla beraber birçok yerel Yahudi de bu istihbarat ajanları ile birlikte işbirliği yaptılar. 
 
 
Balfour Deklarasyonunu bu kadar önemli kılan neydi, tarihte nasıl bir anlam taşır?
 
Balfour Deklarasyonu bir alçaklık  vesikasıdır. Sahip olmadığı bir ülkenin toprağını bir başka topluma vaat ediyor ve burada şöyle bir açıklama yapıyor; ‘Yahudi olmayanların da hakkı korunacaktır.’  buradan şunu anlıyorsunuz; Yahudiler Filistin'in çok büyük bir kesimini oluşturuyor, Yahudi olmayanlar da onun için de bir azınlık. Oysa Yahudi olmayanlar derken Filistin'in yüzde doksanı kastediliyor. Yüzde doksanın da hakkı korunacaktır gibi yuvarlak bir ifade kullanılıyor; ancak bu çoğunluğun hakkı korunmadı. Özetle İngilizlerin işgali İsrail'in kurulması için ilk adım oldu.1917 ve 1947 yıllarında yani 30 yıl içinde Yahudiler bankalar kurdular, üniversiteler açtılar. Hitler de Avrupa'da katliamlar yaparak onlara bu faaliyetinde meşruiyet sağladı. 
 
 
 
'HAZRETİ ÖMER, ROMALILARIN KOVDUĞU YAHUDİLERE KAPILARINI AÇTI'
 
 
Biz Müslümanlar ile Yahudiler arasında tarihte nasıl bir ilişki kurulmuştur?
 
Müslümanlar, Peygamberimiz dönemindeki birkaç münafıklık olayı dışında Yahudiler ile ciddi bir problem yaşamadık, hatta Romalılar, Yahudileri Kudüs'ten kovduktan sonra onların tekrar buraya dönmesini sağlayanlar Müslümanlardır. Onlara bu imkânı Hazreti Ömer sağladı. Yine İspanya'da ki  olaylardan sonra onların sığınma talebini Osmanlı kabul etti. Nerede bir Müslüman diyarı varsa Yahudiler orada yaşamayı tercih ettiler. Yahudi sorunu, İslam'ın sorunu değildir; İslam tam tersine Yahudilere  yeryüzünde yaşadıkları en rahat dönemleri sağlayan bir din olduğu halde İsrail sorunun bedelini neden Müslümanlar ödüyor? Fırınlarda Yahudileri kızartma yapan Müslümanlar değildi, Almanlardı. Gaz odalarını kuran Almanlardı. Polonya’da öldürülen Yahudileri Sovyet Rusya, Stalin katletti. Kaç yüz bin Yahudi’nin Stalin tarafından öldürüldüğünü kaynaklar ortaya koyuyor. Bizim topraklarımızda böyle bir şey yok. İstanbul’da hala Yahudi var, bundan yüzyıl önce daha çok vardı. İki İsrail devlet Başkanı İstanbul hukuk mezunudur. İslam devletleri onlara en rahat yaşayacakları yerleri vermesine rağmen neden Filistinliler ve Müslümanlar bunun bedelini ödüyor? Buradan yola çıkmamız gerekir.
 
 
Baştan sona Filistin halkı büyük bir zulmün, çizmesi altında inletilmektedir. Sadece Filistin değil bütün İslam âlemi aynı baskı altında yaşamaktadır. Şu an da sadece Türkiye sesini çıkartan bir güç olarak durmaktadır. Dolayısıyla bugünkü sorunun perde arkasına baktığımızda bunun bir İngiliz ve Siyonist işgali olduğunu ve bunun arkasında İngilizlerin 2.Dünya Savaşından sonra İsrail’i ABD’ye emanet ettiklerini ve ABD’nin eliyle İsrail’in korunduğunu hepimiz görüyoruz. İngilizler ile başlayan bu süreç 2.Dünya Savaşı sonrası İngilizler’in devrinin bitmesiyle ABD’ye devredildi. Görünen o ki İsrail, ABD ile birlikte hedefine ulaşıncaya kadar bu bölgedeki terörüne devam edecek gibi.
 
 
Bu bahsettiğiniz terörün önüne geçmek mümkün mü?
 
Ne zaman İslam Âlemi diye bir âlemden bahsedebilirsek bu terörün duracağını da söyleyebiliriz. Bir İslam âlemi var mı, ondan emin değilim. Müslümanlar âlemi var; ama İslam âlemi var mı ondan emin değilim.
 
'SON YÜZYILIMIZI TARTIŞMAYA DAHİ TAHAMMÜL EDİLMİYOR'
 
 
Türkiye’de yakın tarih okumaları neden ideolojik koşullanmalar ile açıklanmaktadır?
 
‘Yakın tarih bize en uzak tarih’ derler ki bu doğru. Çünkü henüz tarih olmasına müsaade edilmiyor. Defterler kapanmıyor; çünkü bir kişi kültü üzerinden bir dönem her dönemde geçerli hale getirilmek isteniyor. Mesela 1920’li 1930’lu dönemde yaşayan devletin kurucu kişilikleri bir kült halinde her zaman siyasette, dış politikada, kültür hayatında etkili ve geçerli bir model olması gerektiği bize öğretiliyor. 
 
Örneğin eğitim sistemini reforme edeceksiniz, vay efendim şunlara dokunamazsınız, Anayasa’yı değiştireceksiniz Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri var. Mesela bir düzenleme yapacaksınız, tam o noktanda Atatürk milliyetçiliği aşındırılmaktadır, bu anayasa kanunlarına aykırıdır. Şimdi biz tarihten kurtulamadık ki bunların gerçekten tarih olabilmesi için bunlarla düzgünce vedalaşmamız gerekir. Her şey o kadar içimizde ki sadece Anıtkabir ziyaretinde bulunulması değil, her meselede bu tarz şeyler karşımıza çıkıyor. Siyasi aktörmüşçesine ki bir partisi var, bu parti hala bu argümanı ciddi bir şekilde kullanıyor. Buradan da oy devşiriyor, demek ki daha bazı şeyler tarih olmamış. Eğer tarih olmamışsa demek ki bazı defterler henüz kapanmış değil. 
 
Bakın mahkemeye gidiyorsunuz, ben de 5816’dan yargılandım, Atatürk aleyhinde işlenen suçlar kapsamında yargılandım, hâkimin üstünde Atatürk’ün büstü var. Bu mahkeme şimdi nasıl adil bir yargılama yapabilir? Hâkim ister istemez onu savunmak durumunda. Adalet Tanrıçası diye bir şeyden bahsedeceksek, onun gözlerinin kör olması gerekir. En azından kapalı olması gerekir. Karşına kim gelmiş, şu düşüncede bu düşüncede diye bakmaz. Hukukta yeri nedir bu açıdan bakması gerekir. Dolaysıyla bizim şu anda özellikle son yüzyılın tarihini bir şekilde tartışamadığımız ve tartışma ortamının hazır olmadığını açık yüreklilikle söylememiz gerekir. 
 
'TARİHÇE ULU ÖNDER DİYE BAŞLAYAMAZ, KİMSE TARİHİ BEĞENİSİNİ TOPLUMA DAYATAMAZ'
 
 
Türkiye Siyasi tarihi genellikle hainler ve kahramanlar üzerinde tartışılıyor. Bunun altında yatan sebepler nedir? Kurumsal ve kuramsal bir tarih disiplini hem üniversiteler hem siyasi hayatımızda nasıl işletilebilir?
 
Bir kere kahramanlar ve hainler kısmı tamamen tarihin yorumuyla alakalı bir durumdur. Tarihte kahramanlar elbette olur; ama bu kahramanlar korunmaz. Bir kişi kahramansa kahramandır. Bunun tartışması, ya da korunması olmaz. G. Washington’a da bugün karşı çıkanlar var. Örneğin İngilizlere karşı şansla zafer kazandı diyenler var; ama genel olarak Washington’un Amerika için yaptıkları, devlet başkanı oluşuyla da netleşmiş artık kimse onun önemini tartışmıyor. Mesela; George Washington’u koruma kanunu yok. İnsanlar onu eleştirebilir. A. Lincoln’ünde koruma kanunu yok. Yıllar sonra Lincoln’ün zenci bir kölesinden bir çocuğu olduğu ortaya çıkıyor. Ne oldu? Tarihçiler yazdı, basın kapak yaptı, tartışıldı daha sonra tarihe mal oldu ve bitti. Lincoln’ün koruma kanunu olsaydı bu tartışılabilecek miydi? Tartışılamayacaktı.
 
Tarihte her zaman tartışma olmalıdır. Eğer bir tartışma ortamı yoksa tarih olduğu söylenemez. Tarih her zaman tartışmalı bir ortamdır. Çünkü ideolojik bir tarafı da vardır. Tarihçe ulu önder diye metnine başlayamaz. Tarihçi ise eğer tarihteki kişiler ona eşit uzaklıktadır. Tarihçi sevdiğimi yüceltilirim sevmediğimi yerin dibine batırırım diyemez. Bu tarihçilikle bağdaşmaz. Kimse tarihi beğenisini topluma dayatamaz. İllaki bunu benim kadar beğeneceksin benim sevdiğim kadar seveceksin diyemez. Bu ne hayatta olabilir ne de tarihte. 
 
Robin Prior, adındaki Avustralyalı tarihçi ‘Gelibolu Mitin Sonu’ eserinde ki ilk defa bu adam objektif şekilde Çanakkale meselesini tartışmaya açtı. Dedi ki; Arıburnu muharebelerinde Mustafa Kemal kadar belirleyici hata ondan daha da belirleyici bir başka Türk komutanı var: Albay Halid Sami. Bu Türkler Albay Halid Sami’yi neden sevmiyorlar ben anlayamıyorum, diyor. 27. Alay gelene kadar Anzakla ile ilk çarpışan Albay Halid Sami’dir. Bunu bugüne kadar duyduk mu? Hayır. Halid Sami Mustafa Kemal’in de komutanıdır. Lakin Mustafa Kemal’i anlatmadan önce Halid Sami’yi anlattın mı burada sorun ortaya çıkıyor. Tarihteki bir kahramanı birileri alıp alaşağı ediyor. Neden, sadece bir kahraman bırakmak için. Hem insanların ruhaniyetine ve maneviyatına saygısızlık hem de hakikate karşı haksızlıktır. 
 
Tarihçi herkesi ait olduğu yere oturtmak ile yükümlüdür. Adalet de bu değil midir? Adalet bir şeyi ait olduğu yere koymaktır. Zulüm bunun tam tersidir. Tarihte de aynı şekilde adalet istiyoruz. 
 
 
'ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARI ENSTİTÜSÜNDEN ATATÜRK'E OBJEKTİF BAKACAK BİR ŞEY ÇIKMASI MÜMKÜN MÜDÜR?'
 
 
 
 
Üniversitelerin kemalizm konusunda bulunduğu konumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Üniversiteler bu ideolojiyi pekiştirmek, sürdürmek için bir diyaliz makinesi işlevi  görüyorlar. Kemalizm’in diyaliz makineleri olarak İnkılap tarihi enstitüleri bugün ömrünün sonuna gelmiş bu ideolojiye hayatta tutmaya çalışıyorlar. 
 
Bizde üniversite hayatını tenkit edecek çok unsur var. Basit bir örnek vermek gerekirse; yazılan kitaplarda isimlerin önüne doktora unvanının koyulması. Dünyanın hiçbir yerinde kitabın kapağında bu unvanı göremezsiniz. Kitabı sokaktaki insan alacaktır, onun sizin akademik unvanıyla bir alakası yoktur. Bu ayıptır, az gelişmişliktir, görgüsüzlüktür. Bazı insanlar kapısına ziline bile ‘Profesör Doktor’ yazıyor. Böyle bir şey olmaz, ayıptır. Bu Türkiye’deki çarpıklığın numunelerinden biridir. Bunu bile anlatmak Türkiye’de problem haline geliyor.
 
Şöyle düşünün örneğin Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsünden Atatürk’e objektif bakacak bir şey çıkması mümkün müdür? Yok. Atatürkçülük diye liselerde ders okutuluyor. İnsanlar memnun, kimse de şikâyet edip bir kişinin üzerinden ders olur mu diye sormuyor. Milliyetçilik diye bir kavram olur onun içinde de bir kişinin yeri olur. Dünyada büyük liderler bu şekilde ele alınırlar. Dolayısıyla kurumlar ve Üniversiteler objektif bilgi üretemiyorlar. Buna o kadar çok rastlıyorum ki hayretler içinde kalıyorum. Mesela Dersim katliamını ele alalım. Cumhurbaşkanımız o zaman başbakan iken çıkıp bir belge gösterdi ve Dersim’de 13 bin kişinin öldürüldüğünü ve gaz atıldığını söyleyerek ‘özür dilenmesi gerekiyorsa dileriz’ dedi. O zaman kadar Dersim üzerine bir sempozyum, panel yapılmış değil. Dersim’den sadece eşkıya ayaklandı, onlar tevil edildi, diye bahsedilir ve geçiştirilirdi. Bir master ya da doktora tezi bu konu hakkında yazılmış değildi. 13 bin insanın öldürüldüğü olay inkılap tarihinde neredeyse yok sayılıyor. iOndan sonra ne oldu üniversiteler araştırma yapmaya başladılar. Üzerinden onca yıl geçmiş, sen kalkıp üzerine tarih yazacaksın öyle mi? Bütün belgeler yok olmuş, tüm canlı şahitler ortadan kalkmış ben dönüp tarih yazacağım. Geçmiş olsun, Dersim tarihi yazılamaz artık, bitti. 
 
Bir gün bir televizyon programında Çiğdem Anat, Başbakan belge mi gösterir diye sordu. Utansın tarihçilerimiz dedim. Tarihçilerin uyuduğu bir memlekette Başbakan elbette onları uyandırmak için belge gösterir. Niye kendileri şu ana kadar bu cesareti göstermedi? Bahsettiğimiz o ideolojik koruma ve tarafgirlikten dolayı bunu gösteremediler. Üniversite ve kurumlardan ümitli değilim. Olacaksa sivil çabalarla ve bir takım alternatif çalışmalar ile mesafe alınacaktır.
 
'KEMALİZM EŞİTTİR ATATÜRK DİYE BİR ŞEY YOK'
 
 
Atatürk ile Kemalizm arasında nasıl bir ilişki kurmamız gerekir? 
 
Atatürk döneminde yapılan her şeyi Kemalizm ile özdeşleştirmek yanlıştır. 1940’lı yıllardan sonra oluşturulan şeylerin tamamına biz Kemalizm diyoruz. Lakin bunlar özdeş değildir. Bakın Hasan Tahsin diye bir kahraman var. Bana göre kahraman değil. 1931 yılında basılmış ders kitaplarına baktığımızda Hasan Tahsin diye bir kahramana yer verilmediğini görürüz. Kurşunu ilk atan kişiden isimsiz olarak bahsedilirken, aynı ders kitabında bu durum onaylatılmaz; çünkü katliama sebep olmuştur, der. 1960 Darbesinden sonraya geldiğimizde ise Hasan Tahsin’in heykelinin yapılması ve ders kitaplarına girilmesine başlandığını görüyoruz. Ne oldu, Kemalizm’in içine eklemeler yapıldığını görüyoruz. Kaynakta olmayan bilgiler eklenmiş oluyor. 
 
Kendi sağlığında iken Mustafa Kemal’in babasının fotoğrafını hiçbir kitapta göremezsiniz. Tarih kitaplarına baktığımızda annesi ve kendisi var; ama Ali Rıza Efendi’nin bir fotoğrafını göremezsiniz. Bunu 1940’lı yıllarda görürüz. Atatürk hiçbir zaman başı fesli olan kişinin babası olduğunu kabul etmemiştir.  İnönü devrinde aile teması oluşturmak için anne ve kendisinin yanına akıllarda soru işareti bırakmamak için sahte bir fotoğrafı yapıştırdılar. İnönü devrinde ideal bir aile oluşturmak için annesinin yanına babasının resmini koyma operasyonudur bu.
 
Kemalizm diye tek bir şeyden bahsedemeyiz. Zaman içinde oluşan ve bizim zihnimizde keskinleşen bir Kemalizm anlayışı var. Dolayısıyla bu anlayışı bizim irdelemeye başlamamız gerekiyor. 
 
Biz hala Kemalist paradigmanın algıları içerisindeyiz. Ben ilkokul birinci sınıf fotoğrafıma bakıyorum, büst yok. Büstü getirirlerdi, törenden sonra götürürlerdi. Ama bugün büst olmaması ne kadar yadırganacak bir şey olurdu. Herhâlde birileri kalkıp şikayet ederdi.
 
Demek ki Kemalizm eşittir Atatürk diye bir şey yok. Atatürk’ün İstismar edildiği bir ideolojinin yaklaşımı, çerçevesi dönem dönem ayrışıyor. Bu yüzden bizim Atatürk ve Kemalizm’i birbirinden ayırmamız gerekiyor. Mesela Anıtkabir’in mimarisi ile Atatürk’ün hiçbir alakası yoktur. Lakin Anıtkabir’in mimarisine bir şey söyledin mi Atatürk’e bir şey söylemişsin gibi algılanıyor oysa kendisinden 15 yıl sonra yapılmıştır. Anıtkabir Kemalizm’in bir eseridir, ancak Atatürk ile özdeşleştiriyor. Oysa Atatürk Çankaya’nın bahçesinde bana bir mezar yapsanız yeterlidir, demiştir. Kendi dönemindeki uygulamalarına da Kemalizm diyebiliriz; ama kendi dönemi ile sınırlamak kaydıyla.
 
Kemalist paradigmanın bir kere aslına rücu ettirilmesi gerekiyor. Atatürk’ün hayatını çalışmak başka bir şey Kemalizm’i çalışmak başka bir şeydir. Kemalizm bugüne kadar gelen hastalıklı bir süreçtir. 5816 Sayılı kanuna göre heykellere zarar vermek yasak. 
 
'PEKİ ESKİ HEYKELLERİ NE YAPACAKLAR...'
 
Peki, bir heykel eskidi diyelim ne yapacaksınız? 
 
 
Hiçbir şey yapamazsınız. Dokunduğunuz anda biri sizi şikâyet eder 5816 sayılı kanuna göre yargılanırsınız. Yıllarca bundan kurtulamazsınız.
 
Bir anekdot aktarayım gerçeğe dayanır. Emirdağ’da 1980’lere kadar Atatürk heykeli yokmuş. 28 Şubat itibariyle ilçelerde de heykel kampanyası başlattılar. Bütün ilçeler bir heykel yapacak diye. Bir gün Emirdağ’da omzu kalabalık bir komutan; ‘Nerede Atatürk heykeliniz?’ diye sorunca Emirdağlılar bizim heykelimiz yok derler. Komutan bir dahaki dönüşüne kadar heykelin yapılmasını emreder. Halk telaşa düşer. Belediye Başkanı, Garnizon komutanı ile durumu konuşur. Garnizon komutanı güzel sanatlarda okumuş bir er bizde askerlik yapıyor onunla konuşuruz, o bize bir heykel yapar demiş. Askerin önünde bir heykel modeli ile apar topar bir büst hazırlar. Lakin çok orantılı bir heykel ortaya çıkmaz kollar uzun bacaklar kısa vs. Yine biraz benzetmiş getirip heykeli dikiyorlar. Dönüşte komutan heykeli görünce tamam deyip tebrik ediyor. Aradan yıllar geçip de 28 Şubat döneminde başka bir omzu kalabalık bir komutan ilçeyi ziyaret ettiğinde bir görüyor ki çirkin ve ölçüleri bozuk bir heykel. Bu Atatürk’e hakarettir, tez bunu kaldırın düzgün bir Atatürk heykeli koyun diye emrediyor. O dönemde daha iyi modellerle dökme heykeller yapılmaya başlandığı için daha iyisi yapılıyor. Yeni heykeli getirip dikiyorlar, ama eski heykeli ne yapacaklar? Kıramazlar, dokunamazlar, atamazlar… Bu eski heykeli itfaiyenin önüne koyarlar, göz önünde olsun; fakat bir gün kazada heykelin kolu kırılıyor. Birinin şikâyet etmesinden korkan belediye ne yapalım, ne edelim diye endişe ederken bir dağ başında bilinmeyen bir kuyuya bu eski Atatürk heykeli defnediliyor. Tüm bunlar kaynaklarda belgeleriyle mevcut Aylin Tekiner’in Atatürk Heykelleri kitabında anlatılmaktadır. Bunun çağdaşlık ve rasyonalite ile ne alakası var? Biz bunarı dahi tartışacak ortama sahip değiliz.
 
'BUGÜN KEMALİZM HERHALDE DİĞER TÜM İDEOLOJİLERİ YUTARAK YOK OLACAK'
 
 
Kemalizm karşısında alternatif oluşturabilecek güçlü bir ideoloji mevcut mudur?
 
Kemalizm karşısında tek alternatif Müslüman düşüncesi ve Müslüman tavrıdır. Çünkü mesela milliyetçi hareket kemalizmden dayak yiye yiye bu hale getirildi.Örneğin 1930’larda Nihal Atsız’ın yazdıklarına baktığımızda Kemalizm’in bir diktatörlük olduğunu milliyetçilikle alakası olmadığını söylemektedir. 1950’de yazdığı bir kitapta cumhuriyetin 1923’te değil 1950 yılında kurulduğunu söylemektedir. Ondan önceki dönemde cumhuriyetten bahsedemeyeceğimizi söyler. Ökkeş’in de Lozan’ı eleştiren ifadeleri mevcuttur. Bugün ülkücülere bunu anlattığımızda inanmazlar çünkü Kemalist harekete entegre olmuş durumdalar. Kemalist harekete muhalif olabilecek liberalizm hiçbir zaman öyle güçlü olmadı. Muhalif olabilecek bir diğer akım soldu. Sol Kemalizm’den dayak yiye yiye gelişti. 1925 yılında Tahriri Sükûn kanunuyla kapatılan gazetelerden biri Aydınlık idi. Hikmet Kıvılcımlı’nın başına gelenleri biliyorsunuz. Nazım Hikmet 1937-38 yılında 26 hapse mahkûm edildi ve 1950 yılına kadar hapisteydi. Sabahattin Ali ‘Hala taparlar mı koca terese’ diye yazdığı şiirden dolayı hapse atıldı 14 ay. Daha sonra 1948 yılında başı ezilerek öldürüldü. Tek Parti döneminde oldu. Sol bir alternatifi temsil ediyordu; 1968’e kadar solun alternatif tarih iddiası vardı. Deniz Gezmişler ile beraber sol da bir revizyon geçirerek Kemalizm’in içine adapte oldu. Şu anda direnen ve direnebilecek kültürel, medeni bir arka planı olan bir Müslümanlar var. Şimdi de Müslümanların da kemalizasyon sürecini yaşıyoruz. Müslümanlar, Kemalizm’le bütünleşmek zorunda bırakılıyor. Bugün Kemalizm ölürken herhâlde kendisinden sonra başka hiçbir alternatif ideoloji bırakmadan onları yutarak yok olacak.

 

Ben bunun olmaması için çabalayanlardan birisiyim. Hala ayakta kalan ve ideolojisini sürdürebilecek tek kesimin Müslümanlar olduğunu düşünüyorum. Hepsi için demesem de Müslümanlar içinde böyle bir potansiyel mevcut.

şte röportajın tamamı:

 

'ÖNCELİKLE 'FİLİSTİN SORUNU' DİYE BİRŞEY YOKTUR! SİYONİZM SORUNU VARDIR!'

 

kudüs ile ilgili görsel sonucu
 
Siz son dönemde ABD Başkanı Donald Trump’ın açıklamaları sonrası ‘Filistin Meselesi’ne nasıl yaklaşıyorsunuz?
 
 
Filistin meselesi veya Filistin sorunu deyiminin yanlış olduğunu söylemekle söze başlayayım. Bu aslında Siyonist argümanların kendisini tekrarlayarak bizim dilimize de nasıl sirayet ettiğini gösteriyor. Filistin sorunu yoktur, Siyonizm sorunu var. Daha genelde İsrail sorunu var. Çünkü sorun çıkartan taraf Filistin değil, Filistinliler kendi topraklarında yaşarken  bir başka güç geldi ve onların topraklarını işgal etti. Onlar özgürce yaşamak istiyorlar, onların bunu ifade etmesi Siyonizm tarafından sorun olarak algılanmaktadır. Ve bütün dünyaya da bu şekilde paketleniyor,  Filistin sorunu dediğimiz zaman bu şekilde algılanıyor. Edward Said’in kitabının adı hatırlarsanız 'Filistin'in sorunu'dur. 
 
 
Dolayısıyla biz meseleyi bu şekilde kabul edip sorunun bir işgal ve Siyonizm sorunu olduğunu kabul edelim. Yakın zamanda İsrailli bir öğretim üyesi olan Pape’nin bir açıklaması vardı, biliyorsunuz; ancak İsrail’de ona yaşama hakkı verilmediği için Avrupa'ya gitti, orada bir üniversitede çalışmaya başladı. O işgal devleti terimin dahi yetersiz olduğunu söylüyor, çünkü işgal dahi geçici bir durumdur. Hâlbuki burada bir sömürge, koloni faaliyeti yürütüldüğünü uzun vadeli olarak burada hiçbir Filistinlinin yaşayamayacağı bir ortamın oluşturulması amaçladığını ifade ediyor. Demek ki bir defa olayın resmini çekerken  daha geniş açılardan bakmamız gerekir. 
 
 
Peki, İsrail’in yaklaşımı hangi motivasyonlara dayanıyor ve nasıl bir pozisyon alıyor?
 
Çocuklarına okullarda öğrettikleri şey son Filistinli buralardan gidene kadar mücadeleye devam edileceği ve büyük İsrail'in kurulacağı ideali anlatılmaktadır.  İsrail etrafındaki ülkelerin nasıl birer birer diz çöktürüldüğüne bakarsanız; Suriye, Suudi Arabistan gibi bu ideali zaten göstermektedir. Fakat biz geleceği konuşmayalım geleceği fütüroglara bırakalım, geçmişi konuşalım, tarihi konuşalım. Geçmişte nasıl bir şey yaşandı, nasıl bir tablo oluştu.
 
 
 
*Komutan Edmund Allenby 11 Aralık 1917 / Kudüs
 
 
 
11 Aralık günü Kudüs tarihi için önemli bir tarihtir. Hatta kıyametin koptuğu gün Kudüs için bu tarihtir, diyebiliriz. 9 Aralık'ta Kudüs teslim olmuştu biliyorsunuz. 11 Aralık'ta ise komutan  Edmund Allenby Kudüs'ün ele geçirildiğini ve bu bölgede sıkıyönetim başlatıldığını ilan etmişti. O günden bugüne aradan geçen yüz yıl içinde yüzde 10 olan Yahudi nüfusu bugün ise çoğunluğa geçmiş durumda. O zaman ülkede %90 nüfusa sahip olan Filistinliler bugün azınlık durumunda olup azınlık haklarından dahi yararlanamamaktalar.  Özetle; bugün yaşanan durum tarihte benzeri görülmemiş bir etnik temizliğe dönüşmüş durumda. 
 
 
Yüz yıl önceki durumu bize en iyi tasvir eden yazar, daha doğru bir ifade ile formüle eden kişi Arthur Koestler’dir. Kendisi ünlü bir romancıdır.  Bir kitabında şunları söylüyor; ‘Bir millet, ikinci bir millete üçüncü bir milletin toprağını vadetti; fakat bu üçüncü milletin de bir devleti vardı.’  Birinci millet kim; İngilizler, ikinci millet kim; Yahudiler, üçüncü millet kimdi; Filistinlilerdi. İngilizler, Yahudilere Filistinliler’in toprağını vadetti. Bu topraklar da Filistinlilerin değildi, Osmanlı’nın toprağıydı 1917, 2 Kasım’ına kadar. Dolayısıyla orası İngilizler’in kendi toprağı değil, daha alamamış orayı Gazze bile henüz Osmanlı'da.  Dolayısıyla İngilizler diyor ki Yahudilere; ‘Henüz almadım; ama alırsam ve bana yardım ederseniz size oradan bir toprak vadediyorum.’ Bunu neden söyledi; çünkü İngilizler savaşı kaybetmek üzereydi. Maddi açıdan bitmişlerdi, Amerika'da ki Bankerlere trilyonlarca dolar borçlanmışlardı. Savaş uzayıp Çanakkale'yi geçemedikleri için durumları iyi değildi. Biz Kut'ül Amare gibi bir zaferi 1916 yılında kazandık. 1917’nin martında 1.Gazze Muharebesini kazandık, aynı yılın nisan sonlarında  2. Gazze muharebesini kazandık. Gördüğünüz gibi daha ölmemişiz, mücadele ediyoruz. Gel gelelim; 3.Gazze Savaşı sırasında Balfour deklerasyonu geldi. Bu neye sebep oldu? Yahudi bankerlerin ve istihbaratçıların  siyasi çevrelerine mesaj verildi. Denildi ki; ‘Bize destek olun. Biz bu işi kendi başımıza beceremiyoruz, vakit kaybediyoruz.’ Dolayısıyla biz size toprak vadedelim. Burayı alırsak burada size bir vatan vereceğiz, siz de bize kesenin ağzını açın denildi. Ayrıca istihbarat desteği sağlayın da denildi. Bununla beraber birçok yerel Yahudi de bu istihbarat ajanları ile birlikte işbirliği yaptılar. 
 
 
Balfour Deklarasyonunu bu kadar önemli kılan neydi, tarihte nasıl bir anlam taşır?
 
Balfour Deklarasyonu bir alçaklık  vesikasıdır. Sahip olmadığı bir ülkenin toprağını bir başka topluma vaat ediyor ve burada şöyle bir açıklama yapıyor; ‘Yahudi olmayanların da hakkı korunacaktır.’  buradan şunu anlıyorsunuz; Yahudiler Filistin'in çok büyük bir kesimini oluşturuyor, Yahudi olmayanlar da onun için de bir azınlık. Oysa Yahudi olmayanlar derken Filistin'in yüzde doksanı kastediliyor. Yüzde doksanın da hakkı korunacaktır gibi yuvarlak bir ifade kullanılıyor; ancak bu çoğunluğun hakkı korunmadı. Özetle İngilizlerin işgali İsrail'in kurulması için ilk adım oldu.1917 ve 1947 yıllarında yani 30 yıl içinde Yahudiler bankalar kurdular, üniversiteler açtılar. Hitler de Avrupa'da katliamlar yaparak onlara bu faaliyetinde meşruiyet sağladı. 
 
 
 
'HAZRETİ ÖMER, ROMALILARIN KOVDUĞU YAHUDİLERE KAPILARINI AÇTI'
 
 
Biz Müslümanlar ile Yahudiler arasında tarihte nasıl bir ilişki kurulmuştur?
 
Müslümanlar, Peygamberimiz dönemindeki birkaç münafıklık olayı dışında Yahudiler ile ciddi bir problem yaşamadık, hatta Romalılar, Yahudileri Kudüs'ten kovduktan sonra onların tekrar buraya dönmesini sağlayanlar Müslümanlardır. Onlara bu imkânı Hazreti Ömer sağladı. Yine İspanya'da ki  olaylardan sonra onların sığınma talebini Osmanlı kabul etti. Nerede bir Müslüman diyarı varsa Yahudiler orada yaşamayı tercih ettiler. Yahudi sorunu, İslam'ın sorunu değildir; İslam tam tersine Yahudilere  yeryüzünde yaşadıkları en rahat dönemleri sağlayan bir din olduğu halde İsrail sorunun bedelini neden Müslümanlar ödüyor? Fırınlarda Yahudileri kızartma yapan Müslümanlar değildi, Almanlardı. Gaz odalarını kuran Almanlardı. Polonya’da öldürülen Yahudileri Sovyet Rusya, Stalin katletti. Kaç yüz bin Yahudi’nin Stalin tarafından öldürüldüğünü kaynaklar ortaya koyuyor. Bizim topraklarımızda böyle bir şey yok. İstanbul’da hala Yahudi var, bundan yüzyıl önce daha çok vardı. İki İsrail devlet Başkanı İstanbul hukuk mezunudur. İslam devletleri onlara en rahat yaşayacakları yerleri vermesine rağmen neden Filistinliler ve Müslümanlar bunun bedelini ödüyor? Buradan yola çıkmamız gerekir.
 
 
Baştan sona Filistin halkı büyük bir zulmün, çizmesi altında inletilmektedir. Sadece Filistin değil bütün İslam âlemi aynı baskı altında yaşamaktadır. Şu an da sadece Türkiye sesini çıkartan bir güç olarak durmaktadır. Dolayısıyla bugünkü sorunun perde arkasına baktığımızda bunun bir İngiliz ve Siyonist işgali olduğunu ve bunun arkasında İngilizlerin 2.Dünya Savaşından sonra İsrail’i ABD’ye emanet ettiklerini ve ABD’nin eliyle İsrail’in korunduğunu hepimiz görüyoruz. İngilizler ile başlayan bu süreç 2.Dünya Savaşı sonrası İngilizler’in devrinin bitmesiyle ABD’ye devredildi. Görünen o ki İsrail, ABD ile birlikte hedefine ulaşıncaya kadar bu bölgedeki terörüne devam edecek gibi.
 
 
Bu bahsettiğiniz terörün önüne geçmek mümkün mü?
 
Ne zaman İslam Âlemi diye bir âlemden bahsedebilirsek bu terörün duracağını da söyleyebiliriz. Bir İslam âlemi var mı, ondan emin değilim. Müslümanlar âlemi var; ama İslam âlemi var mı ondan emin değilim.
 
'SON YÜZYILIMIZI TARTIŞMAYA DAHİ TAHAMMÜL EDİLMİYOR'
 
 
Türkiye’de yakın tarih okumaları neden ideolojik koşullanmalar ile açıklanmaktadır?
 
‘Yakın tarih bize en uzak tarih’ derler ki bu doğru. Çünkü henüz tarih olmasına müsaade edilmiyor. Defterler kapanmıyor; çünkü bir kişi kültü üzerinden bir dönem her dönemde geçerli hale getirilmek isteniyor. Mesela 1920’li 1930’lu dönemde yaşayan devletin kurucu kişilikleri bir kült halinde her zaman siyasette, dış politikada, kültür hayatında etkili ve geçerli bir model olması gerektiği bize öğretiliyor. 
 
Örneğin eğitim sistemini reforme edeceksiniz, vay efendim şunlara dokunamazsınız, Anayasa’yı değiştireceksiniz Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri var. Mesela bir düzenleme yapacaksınız, tam o noktanda Atatürk milliyetçiliği aşındırılmaktadır, bu anayasa kanunlarına aykırıdır. Şimdi biz tarihten kurtulamadık ki bunların gerçekten tarih olabilmesi için bunlarla düzgünce vedalaşmamız gerekir. Her şey o kadar içimizde ki sadece Anıtkabir ziyaretinde bulunulması değil, her meselede bu tarz şeyler karşımıza çıkıyor. Siyasi aktörmüşçesine ki bir partisi var, bu parti hala bu argümanı ciddi bir şekilde kullanıyor. Buradan da oy devşiriyor, demek ki daha bazı şeyler tarih olmamış. Eğer tarih olmamışsa demek ki bazı defterler henüz kapanmış değil. 
 
Bakın mahkemeye gidiyorsunuz, ben de 5816’dan yargılandım, Atatürk aleyhinde işlenen suçlar kapsamında yargılandım, hâkimin üstünde Atatürk’ün büstü var. Bu mahkeme şimdi nasıl adil bir yargılama yapabilir? Hâkim ister istemez onu savunmak durumunda. Adalet Tanrıçası diye bir şeyden bahsedeceksek, onun gözlerinin kör olması gerekir. En azından kapalı olması gerekir. Karşına kim gelmiş, şu düşüncede bu düşüncede diye bakmaz. Hukukta yeri nedir bu açıdan bakması gerekir. Dolaysıyla bizim şu anda özellikle son yüzyılın tarihini bir şekilde tartışamadığımız ve tartışma ortamının hazır olmadığını açık yüreklilikle söylememiz gerekir. 
 
'TARİHÇE ULU ÖNDER DİYE BAŞLAYAMAZ, KİMSE TARİHİ BEĞENİSİNİ TOPLUMA DAYATAMAZ'
 
 
Türkiye Siyasi tarihi genellikle hainler ve kahramanlar üzerinde tartışılıyor. Bunun altında yatan sebepler nedir? Kurumsal ve kuramsal bir tarih disiplini hem üniversiteler hem siyasi hayatımızda nasıl işletilebilir?
 
Bir kere kahramanlar ve hainler kısmı tamamen tarihin yorumuyla alakalı bir durumdur. Tarihte kahramanlar elbette olur; ama bu kahramanlar korunmaz. Bir kişi kahramansa kahramandır. Bunun tartışması, ya da korunması olmaz. G. Washington’a da bugün karşı çıkanlar var. Örneğin İngilizlere karşı şansla zafer kazandı diyenler var; ama genel olarak Washington’un Amerika için yaptıkları, devlet başkanı oluşuyla da netleşmiş artık kimse onun önemini tartışmıyor. Mesela; George Washington’u koruma kanunu yok. İnsanlar onu eleştirebilir. A. Lincoln’ünde koruma kanunu yok. Yıllar sonra Lincoln’ün zenci bir kölesinden bir çocuğu olduğu ortaya çıkıyor. Ne oldu? Tarihçiler yazdı, basın kapak yaptı, tartışıldı daha sonra tarihe mal oldu ve bitti. Lincoln’ün koruma kanunu olsaydı bu tartışılabilecek miydi? Tartışılamayacaktı.
 
Tarihte her zaman tartışma olmalıdır. Eğer bir tartışma ortamı yoksa tarih olduğu söylenemez. Tarih her zaman tartışmalı bir ortamdır. Çünkü ideolojik bir tarafı da vardır. Tarihçe ulu önder diye metnine başlayamaz. Tarihçi ise eğer tarihteki kişiler ona eşit uzaklıktadır. Tarihçi sevdiğimi yüceltilirim sevmediğimi yerin dibine batırırım diyemez. Bu tarihçilikle bağdaşmaz. Kimse tarihi beğenisini topluma dayatamaz. İllaki bunu benim kadar beğeneceksin benim sevdiğim kadar seveceksin diyemez. Bu ne hayatta olabilir ne de tarihte. 
 
Robin Prior, adındaki Avustralyalı tarihçi ‘Gelibolu Mitin Sonu’ eserinde ki ilk defa bu adam objektif şekilde Çanakkale meselesini tartışmaya açtı. Dedi ki; Arıburnu muharebelerinde Mustafa Kemal kadar belirleyici hata ondan daha da belirleyici bir başka Türk komutanı var: Albay Halid Sami. Bu Türkler Albay Halid Sami’yi neden sevmiyorlar ben anlayamıyorum, diyor. 27. Alay gelene kadar Anzakla ile ilk çarpışan Albay Halid Sami’dir. Bunu bugüne kadar duyduk mu? Hayır. Halid Sami Mustafa Kemal’in de komutanıdır. Lakin Mustafa Kemal’i anlatmadan önce Halid Sami’yi anlattın mı burada sorun ortaya çıkıyor. Tarihteki bir kahramanı birileri alıp alaşağı ediyor. Neden, sadece bir kahraman bırakmak için. Hem insanların ruhaniyetine ve maneviyatına saygısızlık hem de hakikate karşı haksızlıktır. 
 
Tarihçi herkesi ait olduğu yere oturtmak ile yükümlüdür. Adalet de bu değil midir? Adalet bir şeyi ait olduğu yere koymaktır. Zulüm bunun tam tersidir. Tarihte de aynı şekilde adalet istiyoruz. 
 
 
'ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARI ENSTİTÜSÜNDEN ATATÜRK'E OBJEKTİF BAKACAK BİR ŞEY ÇIKMASI MÜMKÜN MÜDÜR?'
 
 
 
 
Üniversitelerin kemalizm konusunda bulunduğu konumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Üniversiteler bu ideolojiyi pekiştirmek, sürdürmek için bir diyaliz makinesi işlevi  görüyorlar. Kemalizm’in diyaliz makineleri olarak İnkılap tarihi enstitüleri bugün ömrünün sonuna gelmiş bu ideolojiye hayatta tutmaya çalışıyorlar. 
 
Bizde üniversite hayatını tenkit edecek çok unsur var. Basit bir örnek vermek gerekirse; yazılan kitaplarda isimlerin önüne doktora unvanının koyulması. Dünyanın hiçbir yerinde kitabın kapağında bu unvanı göremezsiniz. Kitabı sokaktaki insan alacaktır, onun sizin akademik unvanıyla bir alakası yoktur. Bu ayıptır, az gelişmişliktir, görgüsüzlüktür. Bazı insanlar kapısına ziline bile ‘Profesör Doktor’ yazıyor. Böyle bir şey olmaz, ayıptır. Bu Türkiye’deki çarpıklığın numunelerinden biridir. Bunu bile anlatmak Türkiye’de problem haline geliyor.
 
Şöyle düşünün örneğin Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsünden Atatürk’e objektif bakacak bir şey çıkması mümkün müdür? Yok. Atatürkçülük diye liselerde ders okutuluyor. İnsanlar memnun, kimse de şikâyet edip bir kişinin üzerinden ders olur mu diye sormuyor. Milliyetçilik diye bir kavram olur onun içinde de bir kişinin yeri olur. Dünyada büyük liderler bu şekilde ele alınırlar. Dolayısıyla kurumlar ve Üniversiteler objektif bilgi üretemiyorlar. Buna o kadar çok rastlıyorum ki hayretler içinde kalıyorum. Mesela Dersim katliamını ele alalım. Cumhurbaşkanımız o zaman başbakan iken çıkıp bir belge gösterdi ve Dersim’de 13 bin kişinin öldürüldüğünü ve gaz atıldığını söyleyerek ‘özür dilenmesi gerekiyorsa dileriz’ dedi. O zaman kadar Dersim üzerine bir sempozyum, panel yapılmış değil. Dersim’den sadece eşkıya ayaklandı, onlar tevil edildi, diye bahsedilir ve geçiştirilirdi. Bir master ya da doktora tezi bu konu hakkında yazılmış değildi. 13 bin insanın öldürüldüğü olay inkılap tarihinde neredeyse yok sayılıyor. iOndan sonra ne oldu üniversiteler araştırma yapmaya başladılar. Üzerinden onca yıl geçmiş, sen kalkıp üzerine tarih yazacaksın öyle mi? Bütün belgeler yok olmuş, tüm canlı şahitler ortadan kalkmış ben dönüp tarih yazacağım. Geçmiş olsun, Dersim tarihi yazılamaz artık, bitti. 
 
Bir gün bir televizyon programında Çiğdem Anat, Başbakan belge mi gösterir diye sordu. Utansın tarihçilerimiz dedim. Tarihçilerin uyuduğu bir memlekette Başbakan elbette onları uyandırmak için belge gösterir. Niye kendileri şu ana kadar bu cesareti göstermedi? Bahsettiğimiz o ideolojik koruma ve tarafgirlikten dolayı bunu gösteremediler. Üniversite ve kurumlardan ümitli değilim. Olacaksa sivil çabalarla ve bir takım alternatif çalışmalar ile mesafe alınacaktır.
 
'KEMALİZM EŞİTTİR ATATÜRK DİYE BİR ŞEY YOK'
 
 
Atatürk ile Kemalizm arasında nasıl bir ilişki kurmamız gerekir? 
 
Atatürk döneminde yapılan her şeyi Kemalizm ile özdeşleştirmek yanlıştır. 1940’lı yıllardan sonra oluşturulan şeylerin tamamına biz Kemalizm diyoruz. Lakin bunlar özdeş değildir. Bakın Hasan Tahsin diye bir kahraman var. Bana göre kahraman değil. 1931 yılında basılmış ders kitaplarına baktığımızda Hasan Tahsin diye bir kahramana yer verilmediğini görürüz. Kurşunu ilk atan kişiden isimsiz olarak bahsedilirken, aynı ders kitabında bu durum onaylatılmaz; çünkü katliama sebep olmuştur, der. 1960 Darbesinden sonraya geldiğimizde ise Hasan Tahsin’in heykelinin yapılması ve ders kitaplarına girilmesine başlandığını görüyoruz. Ne oldu, Kemalizm’in içine eklemeler yapıldığını görüyoruz. Kaynakta olmayan bilgiler eklenmiş oluyor. 
 
Kendi sağlığında iken Mustafa Kemal’in babasının fotoğrafını hiçbir kitapta göremezsiniz. Tarih kitaplarına baktığımızda annesi ve kendisi var; ama Ali Rıza Efendi’nin bir fotoğrafını göremezsiniz. Bunu 1940’lı yıllarda görürüz. Atatürk hiçbir zaman başı fesli olan kişinin babası olduğunu kabul etmemiştir.  İnönü devrinde aile teması oluşturmak için anne ve kendisinin yanına akıllarda soru işareti bırakmamak için sahte bir fotoğrafı yapıştırdılar. İnönü devrinde ideal bir aile oluşturmak için annesinin yanına babasının resmini koyma operasyonudur bu.
 
Kemalizm diye tek bir şeyden bahsedemeyiz. Zaman içinde oluşan ve bizim zihnimizde keskinleşen bir Kemalizm anlayışı var. Dolayısıyla bu anlayışı bizim irdelemeye başlamamız gerekiyor. 
 
Biz hala Kemalist paradigmanın algıları içerisindeyiz. Ben ilkokul birinci sınıf fotoğrafıma bakıyorum, büst yok. Büstü getirirlerdi, törenden sonra götürürlerdi. Ama bugün büst olmaması ne kadar yadırganacak bir şey olurdu. Herhâlde birileri kalkıp şikayet ederdi.
 
Demek ki Kemalizm eşittir Atatürk diye bir şey yok. Atatürk’ün İstismar edildiği bir ideolojinin yaklaşımı, çerçevesi dönem dönem ayrışıyor. Bu yüzden bizim Atatürk ve Kemalizm’i birbirinden ayırmamız gerekiyor. Mesela Anıtkabir’in mimarisi ile Atatürk’ün hiçbir alakası yoktur. Lakin Anıtkabir’in mimarisine bir şey söyledin mi Atatürk’e bir şey söylemişsin gibi algılanıyor oysa kendisinden 15 yıl sonra yapılmıştır. Anıtkabir Kemalizm’in bir eseridir, ancak Atatürk ile özdeşleştiriyor. Oysa Atatürk Çankaya’nın bahçesinde bana bir mezar yapsanız yeterlidir, demiştir. Kendi dönemindeki uygulamalarına da Kemalizm diyebiliriz; ama kendi dönemi ile sınırlamak kaydıyla.
 
Kemalist paradigmanın bir kere aslına rücu ettirilmesi gerekiyor. Atatürk’ün hayatını çalışmak başka bir şey Kemalizm’i çalışmak başka bir şeydir. Kemalizm bugüne kadar gelen hastalıklı bir süreçtir. 5816 Sayılı kanuna göre heykellere zarar vermek yasak. 
 
'PEKİ ESKİ HEYKELLERİ NE YAPACAKLAR...'
 
Peki, bir heykel eskidi diyelim ne yapacaksınız? 
 
 
Hiçbir şey yapamazsınız. Dokunduğunuz anda biri sizi şikâyet eder 5816 sayılı kanuna göre yargılanırsınız. Yıllarca bundan kurtulamazsınız.
 
Bir anekdot aktarayım gerçeğe dayanır. Emirdağ’da 1980’lere kadar Atatürk heykeli yokmuş. 28 Şubat itibariyle ilçelerde de heykel kampanyası başlattılar. Bütün ilçeler bir heykel yapacak diye. Bir gün Emirdağ’da omzu kalabalık bir komutan; ‘Nerede Atatürk heykeliniz?’ diye sorunca Emirdağlılar bizim heykelimiz yok derler. Komutan bir dahaki dönüşüne kadar heykelin yapılmasını emreder. Halk telaşa düşer. Belediye Başkanı, Garnizon komutanı ile durumu konuşur. Garnizon komutanı güzel sanatlarda okumuş bir er bizde askerlik yapıyor onunla konuşuruz, o bize bir heykel yapar demiş. Askerin önünde bir heykel modeli ile apar topar bir büst hazırlar. Lakin çok orantılı bir heykel ortaya çıkmaz kollar uzun bacaklar kısa vs. Yine biraz benzetmiş getirip heykeli dikiyorlar. Dönüşte komutan heykeli görünce tamam deyip tebrik ediyor. Aradan yıllar geçip de 28 Şubat döneminde başka bir omzu kalabalık bir komutan ilçeyi ziyaret ettiğinde bir görüyor ki çirkin ve ölçüleri bozuk bir heykel. Bu Atatürk’e hakarettir, tez bunu kaldırın düzgün bir Atatürk heykeli koyun diye emrediyor. O dönemde daha iyi modellerle dökme heykeller yapılmaya başlandığı için daha iyisi yapılıyor. Yeni heykeli getirip dikiyorlar, ama eski heykeli ne yapacaklar? Kıramazlar, dokunamazlar, atamazlar… Bu eski heykeli itfaiyenin önüne koyarlar, göz önünde olsun; fakat bir gün kazada heykelin kolu kırılıyor. Birinin şikâyet etmesinden korkan belediye ne yapalım, ne edelim diye endişe ederken bir dağ başında bilinmeyen bir kuyuya bu eski Atatürk heykeli defnediliyor. Tüm bunlar kaynaklarda belgeleriyle mevcut Aylin Tekiner’in Atatürk Heykelleri kitabında anlatılmaktadır. Bunun çağdaşlık ve rasyonalite ile ne alakası var? Biz bunarı dahi tartışacak ortama sahip değiliz.
 
'BUGÜN KEMALİZM HERHALDE DİĞER TÜM İDEOLOJİLERİ YUTARAK YOK OLACAK'
 
 
Kemalizm karşısında alternatif oluşturabilecek güçlü bir ideoloji mevcut mudur?
 
Kemalizm karşısında tek alternatif Müslüman düşüncesi ve Müslüman tavrıdır. Çünkü mesela milliyetçi hareket kemalizmden dayak yiye yiye bu hale getirildi.Örneğin 1930’larda Nihal Atsız’ın yazdıklarına baktığımızda Kemalizm’in bir diktatörlük olduğunu milliyetçilikle alakası olmadığını söylemektedir. 1950’de yazdığı bir kitapta cumhuriyetin 1923’te değil 1950 yılında kurulduğunu söylemektedir. Ondan önceki dönemde cumhuriyetten bahsedemeyeceğimizi söyler. Ökkeş’in de Lozan’ı eleştiren ifadeleri mevcuttur. Bugün ülkücülere bunu anlattığımızda inanmazlar çünkü Kemalist harekete entegre olmuş durumdalar. Kemalist harekete muhalif olabilecek liberalizm hiçbir zaman öyle güçlü olmadı. Muhalif olabilecek bir diğer akım soldu. Sol Kemalizm’den dayak yiye yiye gelişti. 1925 yılında Tahriri Sükûn kanunuyla kapatılan gazetelerden biri Aydınlık idi. Hikmet Kıvılcımlı’nın başına gelenleri biliyorsunuz. Nazım Hikmet 1937-38 yılında 26 hapse mahkûm edildi ve 1950 yılına kadar hapisteydi. Sabahattin Ali ‘Hala taparlar mı koca terese’ diye yazdığı şiirden dolayı hapse atıldı 14 ay. Daha sonra 1948 yılında başı ezilerek öldürüldü. Tek Parti döneminde oldu. Sol bir alternatifi temsil ediyordu; 1968’e kadar solun alternatif tarih iddiası vardı. Deniz Gezmişler ile beraber sol da bir revizyon geçirerek Kemalizm’in içine adapte oldu. Şu anda direnen ve direnebilecek kültürel, medeni bir arka planı olan bir Müslümanlar var. Şimdi de Müslümanların da kemalizasyon sürecini yaşıyoruz. Müslümanlar, Kemalizm’le bütünleşmek zorunda bırakılıyor. Bugün Kemalizm ölürken herhâlde kendisinden sonra başka hiçbir alternatif ideoloji bırakmadan onları yutarak yok olacak.

 

Ben bunun olmaması için çabalayanlardan birisiyim. Hala ayakta kalan ve ideolojisini sürdürebilecek tek kesimin Müslümanlar olduğunu düşünüyorum. Hepsi için demesem de Müslümanlar içinde böyle bir potansiyel mevcut.