Selâhaddin Çakırgil
Ne imam, ne öğretmen!. İslâm"la savaşa giren ideoloji yenildi..
Ne imam, ne öğretmen!. İslâm"la savaşa giren ideoloji yenildi..
Dünkü yazımda, Prof. Şerif Mardin'in geçen hafta İst. Harbiye'de, CRR (Cemal Reşid Rey) Salonu'nda verdiği konferansından medyaya, 'imam, öğretmeni yendi' şeklinde yansıtılan bir cümlesine değinerek, onun bu sözünün, geçmiş aylarda sosyo-politik sahada fırtınalar estiren 'mahalle baskısı' sözünden de daha fazla tahriklere vesile olacağını; bu iki tipin, aslında rekabet halinde değil, hattâ paralel durumda bile olmayıp, aynîleşmesinin gerekli olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Çünkü, 'imam' gerçekte, 'lider, öğretmen, yönlendiren, yol gösteren' mânasında idi ve en büyük öğretmenler, 'enbiyaullah' (gerçek/ ilahî peygamberler) idi..
Prof. Mardin'in konuşmasındaki en can alıcı bölümler şunlardı: 'Bu kompleks bir alan.. Alanda yalnız mahalle yok. Cami var, imamı var. İmamın okuduğu kitaplar var. Tekke var. Külliyeler var. Esnaf var. Mahalle, bütün bunların bir sektör olarak çalışmış olmasıdır.
Bu yapının karşısında ise, öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı ve Cumhuriyetin öğretmenle birlikte getirdiği bir inşa var. Bu inşa, mahalle yapısına rakip bir inşa..
Ve, uzun vâdede bu iki inşanın birbiriyle rekabetinde, öğretmen kaybetti.
Burada Cumhuriyetin küçük bir eksiği var, ama aslında büyük bir eksik.. Cumhuriyette 'iyi, doğru ve güzel' hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Bizim Cumhuriyet öğretimizde iyi, doğru ve güzeli derinliğine araştırma yok. Fakat, öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca orada olmayan diğer elemanlar devreye giriyor.
Mahallenin kendisine baktığınız zaman iyi, doğru ve güzel hakkında bir düşünce var.
Nedir o? İslâmî düşünce tarzı..
Mahalle'nin iç dinamiklerine tam olarak vâkıf olamadım. Biz Türkiye'yi çok iyi tanımıyoruz. En önemli saydığım 'iyi, doğru ve güzel' hakkında kemalizmin bir zaafı var. Batı'da laiklerin tartıştıkları ve binlerce sayfalık tartışma yaptıkları 'iyi, doğru ve güzel' anlayışı hakkında, bugün Türkiye'de liseden mezun olanların bilgisi sıfır seviyesindedir.
Kemalizmin zaafının bu olduğunu anlamak lâzım. İslâmın, bu zayıf ve boş bir alanı doldurduğunu görüyoruz. Uzun süre 'kemalizm' çalıştığınız zaman, kuru bir yanı olduğunu anlıyorsunuz. 'Yurtta sulh, cihanda sulh' sözü, çok derin bir ifade değildir.
Başbakan Erdoğan'ın laikliği tartışma talebine hak veriyorum. Türkiye'de herhangi bir konuyu sonuna kadar tartışma geleneği yoktur. Ve bu bilhassa çok tabu olan 'kemalizm' için tartışma yapılmamıştır. Başbakan 'laikliği tartışmadık' dediği zaman, bunu söylemek bir kabahat değildir. Ama, bize kabahat olarak anlatıldığı için korkuyoruz. Laikliği tartışırsanız günlerinizi hapiste geçirebilirsiniz.'
Evet, Mardin'in bir sosyolog olarak, ilmî bir seminerde dile getirdiği bu görüşler, geçen hafta boyunca çeşitli açılardan tartışıldı.. Ama, hiç birisi, herhalde, 29 Mayıs Tercüman'da, B. K. isimli kalemşör'ün bir 'mahalle kabadayısı' uslûbuyla yazdığı üzere, 'BAKINIZ Şerif Mardin efendi hazretleri!. Eğer zatınız 'kemalizm kuru bir ideolojidir. İnsanlara güzel ve doğru şeyleri veremiyor!.. Yurtta Sulh Cihan'da Sulh sözleri derinlikli bir felsefenin ürünü olmadığını' söyleyerek yumurtladığınız cevherlere karşılık, bizim de aynı seviyeye inerek, muhterem varlığınızı şöyle anma yoluna sapmamıza yol açarsınız... 'Bu Şerif Mardin nam şahıs, hem yobazın tekidir, hem de emperyalist batının işbirlikçisidir... Kendisine 'Bilim adamı' unvanını layık gören bir kişi, bir tribün amigosu üslubu ile ve istilacı Batı'nın sloganını benimsemiş olarak, (...) efendilerinin arkasında olduğuna inanırsa elbette Atatürk'e saldırır..' şeklindeki gibi 'nezîh' ve 'yüksek fikrî tartışma' (!) seviyesinde değildi..
Mardin, evet, 'kemalizm'in 'yeni bir toplum, yeni bir insan tipi oluşturmak projesi'nde yenilgiye uğradığını söylemekle affedilmez bir hata işlemiştir.. Ama, onun anlatmaya çalıştığı gerçeğin asıl dikkat edilmesi gereken yönleri başkadır.. Çünkü, yenilgiye uğrayan, sadece 'çok derine giden, felsefî bir derinliği'nin olmadığını söylediği 'kemalizm'in değil, onun da temel dayanağını oluşturan ise, 'laik/ pozitivist / materyalist' ideolojik temeldir.. Ayakta kalan ise, genel hatlarıyla İslâmî değerlere dayalı asıl toplum yapısı ve nihaî tahlilde kendisini 'müslüman' olarak niteleyen büyük kitleler..
Elbette, bu sosyal yapının da yığınla buhran ve açmazları vardır ve bu yapıda, ister 'öğretmen', ister 'imam' sıfatını taşısın, toplumu aydınlatmakta başkalarından daha fazla rollerinin olduğu kabul edilen tipler ve hele de, her iki tip insana da yaklaşık 200 yıldır süngü ucuyla yol ve yön belirleme hakkını kendinde vehmeden ve toplumu komutla yönlendirebileceğini sanarak sosyal hayat sahnesine çıkan 'subay' tipi, bir grup dayanışması anlayışına saplanmadan, nerede hata yapıldığını düşünmelidir.. Ama, onlar buna hazır değildir. Ki, bunu Prof. Mardin gaayet net olarak ifade ediyor ve bu tesbiti daha bir ilginçtir.
Açıktır ki, insan ruhunu doyuramıyan ve onu zorla yönlendireceğini sanan herkes yeniktir!
Ama, bu acı gerçeğe rağmen, toplumun yönetim mekanizmasını, rejimi, 'laik/ oligarşik' bir tahakkümcü uslûbla ele geçiren ve genelde 'öğretmen ve subay' tarafından temsil edildiği kabul edilen 'taife-i laicus', toplumun sağlıklı bir yapıya kavuşmasını değil, iktidar ve tahakkümünün sürmesini esas alan bir despotluk, tiranlık anlayışında ısrar ettiğinden, tartışmaya asla yaklaşmamakta ve kendi dayatmalarının, 'millete sorularak kabul edilecek şeyler olmadığı'nı itirafla, bu dayatmaların 'insan hak ve özgürlükleri'ne aykırı sayılamıyacağını darbe anayasalarıyla hükme bağlayıp, itirazları boğmaktan çare ummaktadır.
Böyle olunca da, 'mâbed' ve 'okul' toplumu zıd ve birbirine düşman değerler arasında çekiştirecek şekilde organize olmaktadır.. Böyle bir toplum nasıl sağlıklı kalabilir?
Halbuki, 'mâbed' de 'okul'dur, okul da mâbed.. Bu, hele de bir müslüman toplumda daha bir böyle olmalıdır. Ama, 'mütegallibe / zorbalar' sınıfı, kendilerine sadece 'itaat etmeleri, vergi vermeleri, oğularını askere göndermeleri' ve temizlikçilik gibi düşük hizmetler için bir yer ayırdıkları büyük sosyal tabanın çocuklarının, 'Bir elinde Kur'an, bir elinde bilgisayar' ile sosyal sahneye çıkmasından rahatsızdırlar.. Onların, 'Bu ülke benim..' diye, sosyal hayata kendi aslî değerleriyle ve meydan okurcasına çıkmasından dehşete kapılmakta ve bu tabloyu, ancak güçlülerin hâkim olabileceği, zayıfların 'tabiî ıstıfa'/ ayıklama yoluyla bertaraf edildiği görüşüne dayanan darwinist sosyolojinin kurallarına aykırı görmekteler..
Bu durum, iki zıd dünyanın hesablaşmasının bir diğer yansımasıdır ve karşımıza 'Câmi / Okul ve 'imam/ öğretmen' kutuplaşması olarak çıkarılmaktadır..
Sosyal bünyenin sağlığa kavuşması için, çare, zıd gibi görülen bu kurum ve tipler arasında paralellikler sağlamak da değil; 'mâbed'in 'okul'la, 'imam'ın 'öğretmen'le 'aynîleşme'sidir.. Bu da, topluma yaklaşık 200 yıldır hâkim olan korkuların ve aşağılayıcı/ dışlayıcı yaklaşımların terk edilmesiyle mümkün olabilir..
vakit
Dünkü yazımda, Prof. Şerif Mardin'in geçen hafta İst. Harbiye'de, CRR (Cemal Reşid Rey) Salonu'nda verdiği konferansından medyaya, 'imam, öğretmeni yendi' şeklinde yansıtılan bir cümlesine değinerek, onun bu sözünün, geçmiş aylarda sosyo-politik sahada fırtınalar estiren 'mahalle baskısı' sözünden de daha fazla tahriklere vesile olacağını; bu iki tipin, aslında rekabet halinde değil, hattâ paralel durumda bile olmayıp, aynîleşmesinin gerekli olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Çünkü, 'imam' gerçekte, 'lider, öğretmen, yönlendiren, yol gösteren' mânasında idi ve en büyük öğretmenler, 'enbiyaullah' (gerçek/ ilahî peygamberler) idi..
Prof. Mardin'in konuşmasındaki en can alıcı bölümler şunlardı: 'Bu kompleks bir alan.. Alanda yalnız mahalle yok. Cami var, imamı var. İmamın okuduğu kitaplar var. Tekke var. Külliyeler var. Esnaf var. Mahalle, bütün bunların bir sektör olarak çalışmış olmasıdır.
Bu yapının karşısında ise, öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı ve Cumhuriyetin öğretmenle birlikte getirdiği bir inşa var. Bu inşa, mahalle yapısına rakip bir inşa..
Ve, uzun vâdede bu iki inşanın birbiriyle rekabetinde, öğretmen kaybetti.
Burada Cumhuriyetin küçük bir eksiği var, ama aslında büyük bir eksik.. Cumhuriyette 'iyi, doğru ve güzel' hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Bizim Cumhuriyet öğretimizde iyi, doğru ve güzeli derinliğine araştırma yok. Fakat, öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca orada olmayan diğer elemanlar devreye giriyor.
Mahallenin kendisine baktığınız zaman iyi, doğru ve güzel hakkında bir düşünce var.
Nedir o? İslâmî düşünce tarzı..
Mahalle'nin iç dinamiklerine tam olarak vâkıf olamadım. Biz Türkiye'yi çok iyi tanımıyoruz. En önemli saydığım 'iyi, doğru ve güzel' hakkında kemalizmin bir zaafı var. Batı'da laiklerin tartıştıkları ve binlerce sayfalık tartışma yaptıkları 'iyi, doğru ve güzel' anlayışı hakkında, bugün Türkiye'de liseden mezun olanların bilgisi sıfır seviyesindedir.
Kemalizmin zaafının bu olduğunu anlamak lâzım. İslâmın, bu zayıf ve boş bir alanı doldurduğunu görüyoruz. Uzun süre 'kemalizm' çalıştığınız zaman, kuru bir yanı olduğunu anlıyorsunuz. 'Yurtta sulh, cihanda sulh' sözü, çok derin bir ifade değildir.
Başbakan Erdoğan'ın laikliği tartışma talebine hak veriyorum. Türkiye'de herhangi bir konuyu sonuna kadar tartışma geleneği yoktur. Ve bu bilhassa çok tabu olan 'kemalizm' için tartışma yapılmamıştır. Başbakan 'laikliği tartışmadık' dediği zaman, bunu söylemek bir kabahat değildir. Ama, bize kabahat olarak anlatıldığı için korkuyoruz. Laikliği tartışırsanız günlerinizi hapiste geçirebilirsiniz.'
Evet, Mardin'in bir sosyolog olarak, ilmî bir seminerde dile getirdiği bu görüşler, geçen hafta boyunca çeşitli açılardan tartışıldı.. Ama, hiç birisi, herhalde, 29 Mayıs Tercüman'da, B. K. isimli kalemşör'ün bir 'mahalle kabadayısı' uslûbuyla yazdığı üzere, 'BAKINIZ Şerif Mardin efendi hazretleri!. Eğer zatınız 'kemalizm kuru bir ideolojidir. İnsanlara güzel ve doğru şeyleri veremiyor!.. Yurtta Sulh Cihan'da Sulh sözleri derinlikli bir felsefenin ürünü olmadığını' söyleyerek yumurtladığınız cevherlere karşılık, bizim de aynı seviyeye inerek, muhterem varlığınızı şöyle anma yoluna sapmamıza yol açarsınız... 'Bu Şerif Mardin nam şahıs, hem yobazın tekidir, hem de emperyalist batının işbirlikçisidir... Kendisine 'Bilim adamı' unvanını layık gören bir kişi, bir tribün amigosu üslubu ile ve istilacı Batı'nın sloganını benimsemiş olarak, (...) efendilerinin arkasında olduğuna inanırsa elbette Atatürk'e saldırır..' şeklindeki gibi 'nezîh' ve 'yüksek fikrî tartışma' (!) seviyesinde değildi..
Mardin, evet, 'kemalizm'in 'yeni bir toplum, yeni bir insan tipi oluşturmak projesi'nde yenilgiye uğradığını söylemekle affedilmez bir hata işlemiştir.. Ama, onun anlatmaya çalıştığı gerçeğin asıl dikkat edilmesi gereken yönleri başkadır.. Çünkü, yenilgiye uğrayan, sadece 'çok derine giden, felsefî bir derinliği'nin olmadığını söylediği 'kemalizm'in değil, onun da temel dayanağını oluşturan ise, 'laik/ pozitivist / materyalist' ideolojik temeldir.. Ayakta kalan ise, genel hatlarıyla İslâmî değerlere dayalı asıl toplum yapısı ve nihaî tahlilde kendisini 'müslüman' olarak niteleyen büyük kitleler..
Elbette, bu sosyal yapının da yığınla buhran ve açmazları vardır ve bu yapıda, ister 'öğretmen', ister 'imam' sıfatını taşısın, toplumu aydınlatmakta başkalarından daha fazla rollerinin olduğu kabul edilen tipler ve hele de, her iki tip insana da yaklaşık 200 yıldır süngü ucuyla yol ve yön belirleme hakkını kendinde vehmeden ve toplumu komutla yönlendirebileceğini sanarak sosyal hayat sahnesine çıkan 'subay' tipi, bir grup dayanışması anlayışına saplanmadan, nerede hata yapıldığını düşünmelidir.. Ama, onlar buna hazır değildir. Ki, bunu Prof. Mardin gaayet net olarak ifade ediyor ve bu tesbiti daha bir ilginçtir.
Açıktır ki, insan ruhunu doyuramıyan ve onu zorla yönlendireceğini sanan herkes yeniktir!
Ama, bu acı gerçeğe rağmen, toplumun yönetim mekanizmasını, rejimi, 'laik/ oligarşik' bir tahakkümcü uslûbla ele geçiren ve genelde 'öğretmen ve subay' tarafından temsil edildiği kabul edilen 'taife-i laicus', toplumun sağlıklı bir yapıya kavuşmasını değil, iktidar ve tahakkümünün sürmesini esas alan bir despotluk, tiranlık anlayışında ısrar ettiğinden, tartışmaya asla yaklaşmamakta ve kendi dayatmalarının, 'millete sorularak kabul edilecek şeyler olmadığı'nı itirafla, bu dayatmaların 'insan hak ve özgürlükleri'ne aykırı sayılamıyacağını darbe anayasalarıyla hükme bağlayıp, itirazları boğmaktan çare ummaktadır.
Böyle olunca da, 'mâbed' ve 'okul' toplumu zıd ve birbirine düşman değerler arasında çekiştirecek şekilde organize olmaktadır.. Böyle bir toplum nasıl sağlıklı kalabilir?
Halbuki, 'mâbed' de 'okul'dur, okul da mâbed.. Bu, hele de bir müslüman toplumda daha bir böyle olmalıdır. Ama, 'mütegallibe / zorbalar' sınıfı, kendilerine sadece 'itaat etmeleri, vergi vermeleri, oğularını askere göndermeleri' ve temizlikçilik gibi düşük hizmetler için bir yer ayırdıkları büyük sosyal tabanın çocuklarının, 'Bir elinde Kur'an, bir elinde bilgisayar' ile sosyal sahneye çıkmasından rahatsızdırlar.. Onların, 'Bu ülke benim..' diye, sosyal hayata kendi aslî değerleriyle ve meydan okurcasına çıkmasından dehşete kapılmakta ve bu tabloyu, ancak güçlülerin hâkim olabileceği, zayıfların 'tabiî ıstıfa'/ ayıklama yoluyla bertaraf edildiği görüşüne dayanan darwinist sosyolojinin kurallarına aykırı görmekteler..
Bu durum, iki zıd dünyanın hesablaşmasının bir diğer yansımasıdır ve karşımıza 'Câmi / Okul ve 'imam/ öğretmen' kutuplaşması olarak çıkarılmaktadır..
Sosyal bünyenin sağlığa kavuşması için, çare, zıd gibi görülen bu kurum ve tipler arasında paralellikler sağlamak da değil; 'mâbed'in 'okul'la, 'imam'ın 'öğretmen'le 'aynîleşme'sidir.. Bu da, topluma yaklaşık 200 yıldır hâkim olan korkuların ve aşağılayıcı/ dışlayıcı yaklaşımların terk edilmesiyle mümkün olabilir..
vakit
Bu yazı toplam 1527 defa okunmuştur