Ahmet Taşgetiren
Ömer’i sorgulayan halk
"Destek ve murakabe" başlıklı bir yazı yazmıştım. 1997’de Refahyol günleriydi. Refah Partisi zorlu bir süreç sonunda iktidara gelmişti, üstelik seçimden çıkan birinci parti olarak Başbakanlık Refah’taydı. Merhum Erbakan Hoca’nın Başbakanlığı.
O dönem Refah camiası, büyük sıkıntıların içinden geçmiş dindar insanlar tabii ki büyük sevinç yaşıyorlardı. Öyle bir dönemde Refah’a ya da Hoca’ya yönelik küçük uyarılar bile tabanda rahatsızlık uyandırıyordu. Oysa islâmî hassasiyeti olan bazı insanlar da kimi uyarılarda bulunuyorlardı. Tabii tepki alıyorlardı. “Kulağına söyleseniz Hoca’nın, deniyordu, muarızların işine yarıyor bu tür uyarılar” deniyordu. İşte o dönemdeydi “Destek ve murakabe” başlıklı yazı. Yani “Tamam desteklenmeli bir misyon hareketi ama gerektiğinde murakabe edileceğini de bilmeli, destek verenler de gerektiğinde murakabe edeceklerini ortaya koymalılar, bunu bilmek peşinen yapılacak yanlışlar önünde emniyet supabı olur” gibi bir yazı.
Ak Partili yıllarda çok hatırladım o yazıyı, şimdilerde de daha çok hatırlıyorum.
Bizim camia, islami camia, “Ömer’in adaleti”ni bilir. Sık sık da “Ömer adaleti”ni islami yönetimlerin ideal çizgisi olarak değerlendirir. Aynı şekilde Halife Ömer’in halk denetimi karşısında nasıl hesap verdiğini de idealize eder.
“Denge ve denetim” malum, demokrasilerin olmazsa olmazı. Çünkü güç, denetlenmediği takdirde kişiyi bozma potansiyeli taşır, güç büyüdükçe kişinin bozulma riski artar, onun için sağlıklı sistemler, kişinin gücünü mutlaklaştırıcı yapıları engelleyip, denetlemeyi sistemin omurgası haline getirirler.
Bizde bir tür başkanlık sistemi devreye girdiğinden beri sistemin denge ve denetleme boyutu tartışılıyor. İktidar, gücü daha etkin kullanmak istiyor, buna karşılık iktidara anayasada tanınan, uygulamada ise daha da kontrolsüz izlenimi veren yetkiler toplumun önemli bir kısmında tepkilere yol açıyor.
İşin bu tarafı her toplum kesimini ilgilendiriyor, ama beni ve olaya “islami hassasiyet” çerçevesinde bakanları da ilgilendirdiğini düşündüğüm bir başka boyutu var ki, o da “İslam ülkelerinde dindar insanlar (siyasi, iktisadi, her türden) gücü ele geçirdiklerinde nasıl hareket ederler?” noktasında verilen tarihi sınavdır.
İnançları onlara adaleti emreder, adil olurlar mı, kul hakkına girmemeyi emreder, bunu başarırlar mı, kendilerini tanrılaştırmazlar, bunda muvaffak olurlar mı vs. Güç, ötekilerle ilişkinin cereyan ettiği her durumda bir sınav alanıdır çünkü.
İşte burada “Denetim” yani “Murakabe” hem sistem planında hem de halk planında çok çok önemlidir.
O noktada ben, Ömer’in idealize edilmesi kadar Ömer’in yönettiği halkın tavrının da idealize edilmesi gerektiğinin altını çizerim.
Birkaç olayı hatırlayalım:
Biliyoruz ki o halk, Ömer’e biat etmişti. Yani Ömer’in başkanlığını (Halifeliğini) onaylamıştı. Normalde biat, yönetime itaati gerektirir. Halife o zamanlar camide hutbe de okuyor. Böyle bir gün Kur’an’dan “Ey mü’minler, Allah’a itaat edin, Rasûle itaat edin ve ulü’l emre…” âyetini okuduktan sonra “Ey cemaat, dinleyin ve itaat edin” diye devam ediyor.
Topluluktan bir kişi ayağa kalkıyor ve “Ey Ömer seni ne dinleriz ne de itaat ederiz” diye sesleniyor.
-Neden?
-Çünkü dağıtılan ganimet kumaşlarından bize bir elbise çıkmadı, görüyoruz ki sen elbise diktirmişsin.
Bunu oğlum Abdullah cevaplasın. Abdullah cevap veriyor:
-Ben bana düşen kumaşı babama verdim üzerindeki elbise ikimizin kumaşından yapılmıştır.
***
Halife Ömer’e “Allah’ın Kitabında bize verilen hakkı sen nasıl kısıtlarsın” diye itiraz eden Kadın olayı bilinir.
***
Yine “Ben yanlış yaptığımda nasıl davranırsınız?” sorusuna cemaatten birisinin “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabının verildiği de bilinir.
Biliyoruz, Hazreti Peygamber’den sonra İslam devletini yönetme yetkisini alan ilk Halife Ebubekir de ilk konuşmasında hem hukuka bağlılığını hem de murakabeye açık olduğunu ifade çerçevesinde şunları söyler:
“Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza halife seçildim. Ancak Kur’ân nazil olmuş, Hz. Peygamber (s.a.v.) dinin hükümlerini açıklamıştır. Sizin en zayıfınız, hakkı alınıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. Ey insanlar! Ben ancak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yoluna uyarım. Kendiliğimden bir şey icad edici değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardımcı olun. Eğer sırat-ı müstakimden kayarsam beni düzeltin.”
Diyorum ki, bu bir İslam toplumunda yönetici ve halk terbiyesidir. Yönetici hukuk çerçevesinde kalmaya itina edecek, hukuku önceleyecek, halkın murakabesine açık olacak, halk da, hem ölçüleri bilecek hem de yöneticisini hukuka davet özgüvenini taşıyacak.
“Aleyhinize bile olsa adaleti uygulamaktan vaz geçmeyin” ilkesini koyan bir dinin mensuplarının güç sahipleri ile ilişkisinde bu hassasiyeti kaybetmemesi bütün zamanların ana ilkesi olmalıdır.
Bugün bu yapılmıyor. Olanı, olanın ölçüler dışında olduğu apaçık olsa bile meşrulaştırıcı bir dünya gerekçe üretiliyor. Hocalar üretiyor, medya üretiyor ve halk üretiyor. “Ölçü”nün nasıl olsa sesi çıkmıyor. “Ölçü”nün gündeme geleceği zaman ise çooook çok uzaklarda!
Ebubekirler ve Ömerler (Allah onlardan razı olsun) o günden çok korkarlardı. Ben hatırlatmış olayım.