Selâhaddin Çakırgil
"Ordunun halkı, ülkesi ve devleti"nden; "halkın, ülkenin ve devletin...
"Ordunun halkı, ülkesi ve devleti"nden; "halkın, ülkenin ve devletin ordusu"na doğru..
*Tebrik ve temenni: Mübarek Ramazan"ın bereket ve hayırlarının hepimizi etkilemesi, olumlu yönde değiştirmesi ve "değer"lendirmesi ve de, oruçlarımızın nefslerimizi daha bir oburlandırmaya âlet kılınmayıp, gerçek mânâsıyla kendimizi daha bir sadelikle temizlemeye vesile olması temennisiyle..
Önce, Suriye..
Suriye"de, dörtyüz yıl birlikte olduğumuz Suriye halkının bugünlerde çektiği acılar karşısında acı çekmememiz mümkün mü?
Bir halkın evladıyla, maddî ve manevî kıymetleriyle destekleyerek ayakta tuttuğu bir ordu kurumunun, kendi halkına böylesine hunharca, canavarca tavır takınabilmesi, hepimizi derin elemlere garkediyor ve Suriye hakkında herbirimiz ahkâm kesebiliyoruz, ama, mes"elenin asıl görülmesi gereken tarafına da dikkat yeterince dikkat edebiliyor muyuz?
Aynı durumda, mesela, kendi ülkemizde de, ordu kurumunu yöneten beyinler, hele de yüzyıla yakın bir zamandır, milletin bütün temel değerlerine karşı bir korkunç savaş vermek dikkati içinde, gerektiğinde, belki farklı metodlarla, ama, aynı niyetlerle, müslüman halkımıza karşı en acımasız mücadeleleri vermemiş midir?
Suriye"deki rejimin kanlı geçmişi biliniyordu, lakin, canavarlığın bu boyutlara ulaşacağı herhalde beklenmiyordu..
Ama, "sosyalizm (iştirakiyyun)+ arab nasyonalizmi" temelleri üzerinde bina edilen ve 50 yıla yakın bir zamandır Suriye"ye tahakküm eden Baas (diriliş, rönesans) ideolojisinin ve Baas Partisi örgütlenmesinin bu ülkedeki saltanatından öyle kolayca vazgeçmiyeceği biliniyordu, bilinmeliydi.. Üstelik, bu rejim, 40 yıldır da (baba) Hâfız ve (oğul) Beşşâr Esed"in pençesindeydi..
Ayrıca, haksız olduğunu bilen ve de kaybedeceği korkusuna kapılanların işlemiyeceği cinayet yoktur.. Türkiye"deki kemalist-laik rejim"in, 100 yıla varan tahakkümünü yitirmemek için, "vatan-millet, irtica" laflarıyla, ne korkunç zulümler yaptığı, ne mazlum kanları akıttığı, milleti sindirmek, başeğdirmek için ne akıl almaz entrika düzenekleri kurarak, millete karşı nasıl bir yıldırma politikası takib ettiği, az biraz siyasî tarihten haberdar olanlar için, gizli değildir.
Bu bakımdan, Suriye"de, Yemen"de, Libya"da, Bahreyn"de ve diğer müslüman coğrafyalarında verilmekte olan çetin mücadelelerin bizim tarihî hâfızâmıza yabancı olmadığını hatırlamalıyız.. Çünkü, hele de şu son yüzyılımız, dârağaçları ve sarhoş nârâlarıyla işlenen nice korkunç zulümler içinde geçmiştir ve o cengizvarî cinayetlerin hesabını henüz de soramamamışızdır; ama, hiç değilse, onları unutmamak, elimizdedir..
Hele de güç ve menfaat çatışmalarının çok sert yaşandığı müslüman coğrafyasında, böyle nice kanlı ayaklanmalar ve kanlı ve sert bastırma yöntemleri tarih boyunca hep olagelmiştir. "Şanlı tarih" dediğimiz devirlerin bir o kadar da kanlı olduğunu unutmamalıyız..
Böyle durumlarda, iktidarı elinde bulunduran güç odaklarının elindeki en etkili propaganda silahı, ülkeyi bölmek isteyen dış güçler ve iç fitne odaklarının işbirliği yaptığı şeklindeki iddia olmaktadır..
Bugün Suriye rejimi de bu iddiaya tutunmaktadır.
Bir diğer iddia ise, Suriye rejimi devrilir ve ortaya bir iktidar boşluğu çıkarsa; bundan en fazla memnun olacak ve istifade edecek olanın siyonist İsrail rejimi olacağı idi ve bu iddia elbette tamamiyle yanlış da değildi.. Ancak, bu ihtimali devamlı bir korkuluk olarak ileri sürenler, kişiyi, kanserle korkutup, gangren"e râzı etmek gibi bir taktiğin kurbanı olabileceklerini de unutmamalıdırlar.
Suriye rejiminin döktüğü bu kanlar, müslüman halkı sindirmekte babadan oğula devam ettirilen bu korkunç cinayetler, bu rejime bütünüyle bir akıl tutulmasının ârız olduğunu daha bir göstermektedir. Geçmişte işlenen cinayetler bir kuru iddiadan ibaret kalabiliyordu.. Şimdi ise, teknoloji ve iletişimin gelişmesi ile, hemen hiçbir şey gizli kalmamaktadır.. Nitekim, şehirlerde, silahlı gruplara karşı karşılık verdiklerini iddia eden Suriye makamlarının yalan söyledikleri, o şehirlerden çekilen canlı görüntülerle isbatlanmaktadır..
Bir daha tekrarlamalıyız ki, sivil halk üzerine tanklarla, toplarla, mitralyözlerle ateş açan, onlarca- yüzlerce insanı katleden bu barbarlık karşısında sığınılan millet- ülke bütünlüğünün sağlanması gibi iddia ve ma"zeretlerin hiçbir geçerliliği olamaz ve bu gibi gerekçelerle bu zulme seyirci kalan her kişi, toplum veya rejim de bu cinayetlerin ortakçısı durumuna düşer.
Ve bu noktada üzerinde derinden düşünülmesi gereken bir nokta da şu: Ordunun gövdesi Suriye"de de, yine müslüman halkın çocuklarından oluşuyor. Yani, bu korkunç cinayetleri işleten Beşşar Esed ve başında bulunduğu rejim mekanizması olsa bile; işleyenler, Suriye halkının çocukları!
Nitekim, 7-8 aydır devam eden halk ayaklanması içinde, hele de şu son günlerde, başta Hama ve Humus olmak üzere, Suriye şehirlerinde sergilenen korkunç tabloyu oluşturanlar, bizzat Beşşar Esed değil, müslüman halkın çocukları.. Elbette, o askerler veya diğer silahlı güvenlik güçlerinin mensubları, "Biz emir kuluyuz, biz askeriz, biz polisiz.. Eğer bir suç varsa, suçlu bize emreden başımızdakilerdir.." diye kendilerine bir ma"zeretler uydurabilmekte, bahaneler bulabilmektedir.. Ne de olsa, silahlarını silahsız kitlelerin üzerine boşaltmak kolay..
Bu tuhaf ve çarpık uygulama, Şah İranı"ında da, Saddam Irakı"nda da; Nâsır, Sedat ve Mubarek Mısırı"nda ve daha nice benzerlerinde de hep böyle oldu.. Gücün, hele de devlet gücünün sihirli etkisine kapılan halk çocukları, içinden çıktıkları kendi halklarına, kendilerine emreden zâlimlerin bekçiliğini, çoban köpekliğini en iyi şekilde yapabilmek adına kan kusturdular, ölüm mekanizmalarını harekete geçirmekte tereddüd etmediler!.
Bizde de öyle olmadı mı?
1923-50 arasında, Birinci ve İkinci Şef"lerin 27 yıllık uygulamaları boyunca devlet adına sergilenen en akıl almaz cinayetleri işletenlere değil de, işleyenlere karşı hınç beslenmekle yetinmedik mi? Dahası, 1937"deki isyan günlerinde sivil halkın ve yerleşim birimlerinin ezilip geçilmesinde, Sabiha Gökçen isimli kadın pilot bile kullanılmışken, bir de onun adının örnek ve üstün hizmet sahibi bir kimse olarak, İstanbul"daki bir hava alanına verilmesine ve karşı en küçük bir tepki gösterilmeyişine şahid olmadık mı?
Bu gibi cinayetlerde, genel olarak, asıl yaptırım gücünü harekete geçen irade yerine, bu hizmetkarlığı yapanlara hınç beslemekle yetinilmedi mi? Askerî darbeler sırasında halkı, sadece zindanlarda değil, meydanlarda bile, en zâlim usûllerle sindiren askerler, emir aldıkları zâlimlere karşı itiraz mahiyetinde hiçbir tavır geliştiremezken; ya da 1987"lerde, Şırnak başta olmak üzere, bölgedeki nice sivil yerleşim birimleri bile, içinde terörist kimselerin saklanmış olabileceği ihtimali gerekçe gösterilerek, ağır saldırıların hedefi seçilmemiş miydi?
Demek ki, müslüman halklar olarak, asırların zulüm mekanizmaları, saltanat sistemleri altında yaşamayı bir tabiî hal olarak kabul edişimizin neticesinde, nasıl olursa olsun, güce sahib olmak ve o gücü işletmekten zevk alan bir sosyal davranış bozukluğumuzun olduğu da sözkonusu edilebilir..
Bu hususta, yok aslında birbirimizden farkımız..
İşlenen bütün o cinayetler karşısında ne zaman bir mazlum feryadı yükselse, kemalist-laik rejimin sahibleri hemen, nicelerimiz, fahrî avukatlığa soyunup, "Devlet güçlerinin öyle davranmasını M. Kemal veya İsmet Paşa"lar mı emretmişlerdi.. Kötülük onların kendi içlerindeymiş.. Ankara"daki M. Kemal ve adamları o dağbaşındakileri nereden görsünlerdi?" gibi laflar etmekde değiller midir? Bu da, ni"met ve şöhretlerin hep tepedekilere ve hele de bizde tek bir kişiye mal edilmesi; külfet ve sorumluluğun ise, onlardan emir alanlar üzerine atılması gibi bir kurnazlığın resmî gelenek haline dönüşmesine vesile olmuyor mu?
O halde, zulüm mekanizmalarının merkezî beyni veya komuta merkezi çökertilmedikçe, eline yaptırım gücü ve silahı verilen kişi ve kadrolar, verilen o emirleri yerine getirmekte kendisini mâzur göstermeyi sürdürecektir.. Hele, bu güç ve silahı, kendisine halkı öldürmek için emir veren üst"e, komuta merkezindeki asıl beyinlere çevirmek, hemen hiç hatırlanmıyacaktır..
Çünkü, müslüman halkların çocukları, yanlış bir itaat ve meşruiyyet anlayışıyla zâlimlere hizmet ettirilmekte ve inançlarının zulüm düzenlerini ayakta tutmak için çarpıtıldığını bile anlıyamamakta ve kendi ana-babalarına, içinden çıktıkları halka ateş açabilmekte, kan kusturabilmekteler..
Bu çarpık durum, 1980-88 arasında 8 yıl devam eden kanlı Irak-İran Savaşı sırasında da görülmedi mi? Saddam, sadece 2-3 milyonluk bir sosyal kesim içinden çıkmışken ve kürd kavminden olan 5-6 milyonluk kitle, Saddam"a askerlik yapmak ne kelime, bir de başkaldırı halindeyken; yani, Irak ordusunun yüzde 80"i, Saddam tarafından ezilen büyük kitleye mensub iken, bu ordu, o savaşta, sadece sıradan klasik bir savaşla kalmayıp, ne korkunç cinayetleri de işlediler.
Yani, ellerine silah gücü verilenler, içlerindeki en şeytanî sembolleri harekete geçirmekte tereddüd etmediler, vicdanlarını harekete geçirmekte, kendilerini sorgulamayı akledemediler.
Bugün Suriye"de olanlar da aynı sosyal çarpıklığın kahredici örneğidir.. Çünkü, tepedeki Esed ve yönetimi, halkın sadece yüzde 10"unu teşkil eden bir azlık inanç grubuna aid ve de ordu, yüzde 80"iyle, Baas rejimi ve Esed Ailesi tarafından âdetâ esir alınmış olan büyük inanç kitlesine mensub iken; bu ordunun mensubları, yukardaki rejimin ve kanlı diktatörün emrini uygulamakta hiçbir tereddüd göstermeyen, fiîlen bile "Hayır!" diyebilmek iradesini sergileyemiyen ve kendi ana-babalarını, kardeşlerini ezecek kadar mankurtlaşabilmekteler.
(Bu konuya bu kadarca değindikten sonra.. Gelelim, TC"deki son gelişmelere..)
***
TSK, "devleti olan bir ordu" olmak durumundan çıkarılmalı, "devletin ve halkın ordusu" konumuna kavuşturulmalıdır!.
TSK"daki yeni terfi ve tayinler dolayısiyle, ülkemiz bugünlerde önemli bir merhaleden daha geçiyor..
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanları topluca istifa ettiler..
Koşaner, geçen hatfta Cumhurbaşkanı ve Başbakan"la Çankaya"da yaptığı iki-üç gün süren toplantılarda, isteklmerini kabul ettiremeyince.. Birçok general ve daha alt rütbelerdeki subayların tutuklanmalarını ve onların serbest kalmasını ve terfilerini sağlıyamadığını ve böylece emrindeki orduyu koruyamaz duruma düşürüldüğünü istifa kararı alıyordu.. Diğer Kuvvet Komutanları da onu takib ediyordu.. Bir, Jandarma Genel Komutanı Org. Necdet Özel hariç..
Aslında, geçen yıl da İlker Başbuğ, benzer dayatmaları denemişti Erdoğan"a karşı, ama, netice alamadağı gibi, istifayı da göze alamamıştı. Başbuğ"un, I. Ordu Komutanı Hasan Iğsız"ın KKK.lığına getirilmesi başta olmak üzere, nice komutanların tayini, Erdoğan tarafından kabul edilmemiş, bazıları emekliye sevkedilmiş, bazı orgeneraller de haklarında emeklilik işlemlerinin yapılmasını istemişler ve Necdet Özel de, o zaman, hiç beklemediği bir anda, Jandarma Genel Komutanlığı"na getirilmişti..
Şimdi ise, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları istifa edince, TSK"daki en yüksek rütbeli komutan durumuna gelen Org. Necdet Özel, hemen KKK.lığına ve de Genelkurmay Başkan Vekilliği"ne getirilmiş bulunuyor.. Önümüzdeki günlerde de, Özel"in, Genelkurmay Başkanlığı"na getirilmesi bekleniyor.. -Eğer o da, bir takım taleblerde bulunmazsa..-
Org. Özel, yıllarca sonra gelebileceği ya da gelmeden emekli olabileceği bu makamlara bu kadar kısa sürede ve kendi dışındaki gelişmelerin sevkıyle gelebilmesinin mânası üzerinde düşünürse, bunun bile ona özellikle kader üzerinde, bir olgunluk kazandıracağı açıktır..
*Silvan Baskını"na karşı Erdoğan"ın şübheli yaklaşımı, TSK"ya güvensizliğin yeni bir işaretiydi..
İlginçtir, 19 Temmuz günü, Silvan"da 13 askerin ölümüyle sonuçlanan PKK Baskını üzerine, Koşaner ve diğer komutanlar istifa etmeyi düşünmemişlerdi.. Ama, darbe çalışmalarına katıldıkları şeklindeki ağır suçlamalardan dolayı tutuklanan arkadaşlarını kurtarmak için akıllarınca, netice alacak şekilde dayatıyorlardı..
Silvan Baskını üzerindeki ibham bulutları dağılmamıştı..
Tayyîb Erdoğan, Genelkurmay"ın Silvan Baskını"yla ilgili raporunu beklemeden, bir de İçişleri Bakanlığı müfettişlerini vazifelendiriyor ve bunun ne mânaya geldiğini soran medya mensublarına, hadiseye bir de "sivil göz"le bakılması ihtiyacını belirtiyordu..
Bu, gerçekte, çok ciddî bir güvensizlik işaretiydi de..
Ve bunun böyle olması da tabiî idi..
Çünkü, bir devriye birliği, başında en rütbeli komutan olarak bir uzatmalı onbaşı ile, eğitimsiz askerleriyle, dağlara gönderiliyor ve 13 kayı can kaybı veriyordu, bir o kadarı da yaralı.. Subay rütbesinde kimse yoktu, o operasyonlarda..
Halbuki, yaklaşık 600 binlik bir askerî güce sahib olan TSK"nın bünyesinde, yüzbinlerle ifade olunan astsubay ve subaylar vardı.. Sadece general rütbesindekiler ise, (kanûnen 301"le sınırlanmışken, 60 küsurluk bir kadro şişmesiyle) 365 kişi idi..Ve daha da ilginç olanı, bu generallerden 170 tanesi, sadece Ankara"da görevli idi.. Dağbaşlarında ise, gariban halk çocukları, başlarında bir onbaşı, çavuşla, eğitimsiz ve niçin ve nasıl savaştıklarının ve savaşacaklarının ve niçin ölmeleri gerektiğini bile bilmeden, ölümlere gönderiliyorlardı.. Karşılarında ise, niçin ve nasıl savaşacaklarının- savaştıklarının ve niçin ölmeleri gerektiğinin bilincinde olan ve gerilla savaşı veren güçler vardı..
İşte bu çarpıklıklar, sivil otoritede "acaba?" suallerine vesile oluyor ve bu konulara aid bir "sivil göz"ün de raporlarına ihtiyac duyuluyordu..
Genelkurmay nihayet bir hafta sonra, Silvan Baskını"na dair bir rapor yayınlıyor ve "sivil göz"ün kontrolünden çekinildiği için bazı hataların olduğu da kabul ediliyor, ama, genel olarak TSK yine temize çıkarılıyordu.. Raporun mânası, gerçekte, "ameliyat çok iyi geçti, ama, maalesef hastayı kaybettik.." der gibi bir tuhaflığı içinde taşıyordu..
İşte bu tutarsızlıklar ve sorumluluktan kaçınmalar, siyasî iktidarın konu üzerine daha kararlı gitmesi gerektiğinin yeni ipuçlarını veriyordu..
Ve subaylar, hele generaller, daha iki sene öncesine kadar sorgulanamaz, dokunulamaz durumdaydılar..
Ama, geçen sene yapılan küçücük anayasa değişikliğinden sonra, askerî darbe çalışmalarına katıldıkları ithamıyla tutuklanan yüzlerce yüksek rütbeli subaydan 43-44"ü general rütbesindeydiler..
*Ordunun, ülke, devlet ve halkın savunma gücü değil; halk, ülke ve devletin ordunun malı anlayışının çöküşü..
Evet, TSK, kendisini ülkenin sahibi sanıyordu.. Bu, son yüzyıldır, İttihadçı"lardan beri askere ârız olan bir saplantıydı ve M. Kemal ve ondan sonra da tahakkümünü devam ettiren kemalist dönem bunu âdetâ bir "tabu" haline getirmişti..
Ülkemizdeki rejim ve onun katı kemalist-laik uygulaması, yazık ki, 100 yıldır, ordunun dokunulmazlığı ve kutsallığı üzerine oturtulmuştu..
Buna rağmen, halkımızın Hele de İttihad ve Terakkî zihniyeti ve onun son 90 yıllık zaman dilimindeki uzantısı olan kemalist rejim, müslüman halkımızı, kendi ordusu karşısında neredeyse köleleştiren, orduya tapındırmak isteyen bir anlayış(sızlık) şırınga etmiştir..
Ve bu ordu, dokunulamaz, sorgulanamaz ve kendi içinde özel bir yapıya sahib, kontrol edilemez bir güç idi..
Halbuki, kontrol edilemiyen bir güç, gerçek mânada güç değildir.. Hele de bir halk için, bir kazanım değil, dağdan yuvarlanan, kontrolü mümkün olmayan, nereye ve nasıl çarpacağı kestirilemiyen bir kaya parçası gibidir.
Özellikle de Birinci Dünya Savaşı"nda uğradığı ağır yenilgiden sonra tarih sahnesinden saf dışı olan Osmanlı Devleti"nin hâkim olduğu müslüman coğrafyalarında, savaşın galibi olan emperyalist güçlerin kurduğu irili-ufaklı yığınla rejimin herbirisinin orduları, kendi ülkelerinin işgalcisi ve kendi halklarını esir veya rehine alan bir konumda, kendi ülke ve halklarına o derecede yabancılaştırılmış bir temel üzerinde kuruldular..
Bu orduların herbirisini besleyen gövdesini insan gücü olarak da, sermaye olarak da besleyen halk kitlelerine ise, bu orduların herbirisi, kutsallıkla sarmalanmış olarak sunuldu, "Peygamber Ocağı.." gibi nitelemelerle..
Ve her halk kesimi gibi, müslüman halklar da, kendi hayat haklarının, temel kutsal değerlerinin, haysiyet ve şereflerinin ve ülkelerinin korunması için bir ordunun, güvenlik sistem ve gücünün olması gerekliliğini itirazsız kabul ediyorlardı..
Ama, asıl handikap, kendi aslî değerlerine düşman bir güç halinde oluşturulan bir silahlı yapının, kutsallığa sarmalanarak sunulması ve yaptıklarının sorgulanamazlığında idi..
*
Şu son iki-üç yıldır, bu yapının değiştirilmesi için önemli adımlar atıldığı gözlenmekteydi..
Özelylikmle, Ergenekon, Balyoz Dosyaları etrafında sürmekte olan yargılamalarda, daha önceleri asla sorgulanamaz sanılan nice anlı-şanlı generallerin, şimdi "zanlı" olarak yargılanmaya başlanabilmesi, bu alanda umut verici gelişmelerdendir..
Çünkü, müslüman halkımız, bu sâyede belki kendi hayatını, temel değerlerini, haysiyetini ve ülkesini savunacak gerçek bir savunma ve güvenlik gücüne sahib olmak imkanını elde edebilir.
Bu işin kolay bir iş olmadığını anlamakta zorlananlar, 28 Şubat Zorbalığı"nı, yıllarca, "28 Şubat, 1923"den beri hep vardı, ve bundan sonra da hep olacaktır.." diye kutsayan Genelkurmay Başkanlarının ve yığınla orgenerallerin bu ülkenin ordusuna yıllarca komuta ettiklerini hatırlayabilirler..
Bu, o kadar da basit bir iddia değildi.. Çünkü, sadece son yarım yüzyılda, siyasî iktidarları devirmiş 4 askerî darbe, onların eseriydi.. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980, 28 Şubat 1997..
22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 9 Mart 1971 gibi başarıya ulaşamamış nice askerî teşebbüsleri ve 1957"de ortaya çıkan "9 Subay Hadisesi"ni de unutmamak gerekir..
(Ki, bu 9 Subay Hadisesi"nde yargılanan subaylar, askerî mahkemece beraet ettirilmişlerdi. Ama, aynı kişilerin 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi"nin içinde de rol aldıkları görüldü.. Başta Faruk Güventürk isimli general olmak üzere, o 9 subayı beraet ettiren Askerî Mahkeme Başkanının (Cemal Tural"ın) da 1965"lerde Genelkurmay Başkanı olduğu hatırlanmalı..)
Ama, bugün yaşananlar, sanki, bu büyük ve de özü itibariyle gerekli gücün, aslî rayına ve vazifesine döndürülmesi yolunda önemli bir sürece girildiğinin ümidlerini veriyor gibi..
Bu sürece girilmesinde Tayyîb Erdoğan"ın sık sık vurguladığı, "dikleşmeyeceğiz, ama, dik duracağız" şeklindeki sözünü hayata geçirmekteki kararlılığının büyük etkisi bulunmaktadır.
Özellikle, 2007 Baharı"nda, Meclis"in yeni Cumhurbaşkanı"nı, ordunun istediği gibi değil, kendi hür iradesiyle seçmesine engel olmak için tezgâhlanan entrikaların en çarpıcı özeti mahiyetinde olan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt tarafından 27 Nisan 2007"de yayınlanan "e-muhtıra" karşısında, Erdoğan"ın dik duruşu olmasaydı, bugünkü noktalara gelinmesi bir hayâl olabilirdi..
Ama, ölümü göze almayan bir siyasetçi olsaydı, "arkamızdan kimse gelmez, bizi yalnız bırakırlar" gibi ma"zeretlere sığınacak tıynette birisi olsaydı, herhalde, bugünkü olumlu noktaya da gelinemez, daha nice darbelerle karşılaşırdı, halkımız ve ülkemiz..
Ama, artık, bu gidişe "Dur!" diyecek bir irade yükseliyor..
İnşaallah bu dikkatte bir zaaf meydana gelmez..
Bu önemli gelişmeler, dışarda, ülke içinden daha çok yankı yaptı..
Ama, içerde de, dışarıda da söylenenler genel olarak, kemalizmin ve laikliğin en güçlü kalesinin de düştüğü şeklinde idi..
Ama, içerde bu gibi istifalar geçmişte ülkeyi sarsarken; bu kez, büyük çapta, denilebilir ki, büyük kitleden kimsenin umurunda bile olmadı.. Hattâ, dışarda bile, bu durum bir normalleşme olarak görüldü..
Elbette, "TSK ring"e havlu attı! Erdoğan yeni sultan! Erdoğan Ordu"yu teslim aldı!. " gibi tahrik edici manşetler de atılmadı değil.. Hele, siyonist İsrail rejimi medyasının, "kemalist-laik ordunun siyasî otorite, -hele Tayyîb Erdoğan gibi birisi- tarafından etkisiz hale getirildiği ve laikliğin daha bir tehlikeye düşeceği" kaygısıyla nerdedeyse gözyaşı dökecek kadar duygulu yazılar yazması, ana gövdesini müslüman halkımızın çocuklarının oluşturduğu ve milletin maddî-manevî nice fedakarlıklarla oluşturduğu bir ordu kurumunun, siyonistlere ve halkımızın temel değerlerininin öteki düşmanlarına böylesine bir umut vermesi dehşet derecesinde bir acı durumdur ve hepimizi ürpertmeli ve düşündürmelidir..
Ama, bugün dünlere göre daha bir olumlu gelişmelerin eşiğindeyiz.. Çünkü, "ordunun halkı, ülkesi ve devleti" anlayışından, "halkın, ülkenin ve devletin ordusu" anlayışına doğru önemli adımlar atılmaktadır..
Bu yol tehlikelidir, ama, dönüşü olmayan bir yoldur ve hayırlı işleri yapanlara, o hayırlı işlerinde başarılı olmaları için her türlü desteği vermek, hiç değilse dualarımızla desteklemek bile, bu mücadelenin psikolojik savaş merhalesinde üzerimize düşeni yerine getirmek mesâbesinde olabilir.
haksöz