Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Ortadoğu’da tarafsız kalmak, olacak şey mi?

Önce, 25 Haziran günü değindiğimiz Afganistan Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle etrafındaki son gelişmelere değinelim:

Hatırlanacağı üzere, ilk tur seçimlerde hiç bir aday yüzde 50 ekseriyetini aşamadığı için, seçimler, ikinci tura kalmış ve ilk turda en çok oy alan iki aday, Dr. Abdullah Abdullah ile ekonomist Eşref Ganî Ahmedzai ikinci tur seçimlerinde yarışmışlardı. Ancak, seçim komisyonu, neticeleri bir türlü açıklayamıyordu. Bu arada yolsuzluk iddiaları da giderek güçleniyordu.

Afganistan’da Tâlibân, seçim yapılmasını önlemek için elinden geleni yapmıştı ve yapmaktaydı. Ki, son olarak da 400 TIR (evet, yanlış okumadınız, tam 400 TIR), Tâlibân’ın açıkça üstlendiği bir saldırıda yakılmıştır. Afganistan gibi bir fakir ülkede, bu kadar büyük tahribatla..

Dışardan bakınca bir tuhaf.. Ama, kendi içinde bulunduğu şartlar açısından bakıldığında, o durumu ancak, o şartlarda yaşayanlar başka türlü okuyacaklar ve zafer olarak değerlendirebileceklerdir.

*

Seçimlerin ikinci turunda, Eşref Ganî Ahmedzai cumhurbaşkanı seçildiğini ve aksi takdirde neticeyi kabul etmiyeceğini açıklıyordu.  

Dr. Abdullah da aynı şeyi söylüyor ve ‘Seçimde yolsuzluk var, ben kazanmış olsam bile, bu seçimin neticesini kabul etmem..’ diyordu..

Seçim Komisyonu, 7 milyon oy kullanıldığını söylüyor, Dr. Abdullah ise, bu rakamın şişirme olduğunu, oy kullanan seçmenlerin sayısının 5 milyondan fazla olmadığını ve 2-2,5 milyonluk bir fazlalık oluşturulduğunu ve ayrıca, Kabil Polisi’nin seçim sandıklarının yerlerini değiştirdiklerini ve oy sandıklarını sahte oylarla doldurduklarını iddia ediyor.

Eşref Ganî de, Abdullah’ın güçlü olduğu yerlerde onun lehine yolsuzluklar yapıldığını ileri sürüyor, yani her iki taraf da yolsuzluk ididasında bulunuyor.

Ayrıca, Eşref Ganî’nin bir telefon konuşması kaseti yayınlandı. Orada, Eşref Ganî, adamlarına, ’Koyunları sahraya, kırlara götürün, iyice semizlenmiş olarak getirin..’ diyordu.

Buradaki ‘koyun’lardan maksad, Dr. Abdullah’a göre, seçim sandıkları idi. Üstelik, Eşref Ganî’nin koyun sürüleri filan da yoktu..

2001 sonunda, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın Afganistan’da hazırlandığı iddiasıyla bu ülkeyi işgal eden Amerikan emperyalizmi, bu noktada sessiz kalıyor. Çünkü, B. Amerika, 2016’dan itibaren hiçbir askerî güç bulundurmayacak Afganistan’da..

Bunun için, Amerika’nın, Tâlibân’la müzakere yapabilecek bir cumhurbaşkanı seçilmesini istediği belirtiliyor. Dr. Abdullah’ın ise, Tâlibân’la müzakere masasınna oturması, neredeyse imkansız..

Ama, Eşref Ganî, Talibân’la iyi ilişkiler içinde.. Bu açıdan, dolaylı olarak Amerika’nın Eşref Ganî’yi tercih ettiği söylenebilir.

Mevcud buhranlı durumdan çıkabilmek için Abdullah’ın üç şartı var:

1- BM, Afganistan’da geçici bir hükûmet kursun ve seçimler yenilensin..

2- Bu geçici hükûmette kendisi cumhurbaşkanı, Eşref Ganî ise, başbakan olsun..

3- Anayasa değişsin ve Başkanlık sisteminden Parlamenter sisteme geçilsin..

Yüksek Seçim Komisyonu, seçim neticelerini iki kez ertedeledikten sonra, 7 Temmuz günü açıklayacağını bildirmişti.  Dr. Abdullah ise, bu neticenin, her ne olursa olsun, problem ortaya çıkaracağını belirterek, kabullenmiyeceğini ve netice açıklanmadan, ya oyların yeniden sayılmasını, ya da seçimin yenilenmesini istiyordu.

Nihayet, 7 Temmuz günü, Dr. Abdullah ile Eşref Ganî’nin temsilcileri görüştüler ve neticeler açıklanmadan, ülke çapında oyların yüzde 25’inin yolsuzluk iddialarının yoğun olduğu mıntıkalarda yeniden sayılması konusunda anlaştılar.

Böylece şimdilik, buhran biraz ertelenmiş oldu..

Bu gelişmeye bu kadar değindikten sonra, gelelim asıl konumuza..

*

Ortadoğu müslüman coğrafyası büyük çalkantıların içinden geçiyor..

Emperyalist güçlerin bu büyük karışıklığı teşvik ve tahrik etmeleri tabiîdir.

Kurdun kuzuyu yemek istemesi, onun fıtratinin gereğidir. Tabiî olmayan, bu kuzuların kurda gönül vermesidir.

 

Böyle bir karmaşık coğrafyada, muhalefet partilerinin cumhurbaşkanı olarak gösterdikleri ve 10 Ağustos seçiminde halkın reyine sunulacak olan bir ismin, Filistin ve bütün Ortadoğu mes’elelerini işaret ederek, ‘Türkiye’nin bu tarafsız kalması gerektiğini’ söylemesi şaşılası bir durumdur. Çünkü, Türkiye sözgelimi, bir Singapur veya Uruguay veya Madagaskar veya Estonya değildir ki, Ortadoğu krizlerinde tarafsız kalsın..

 

Üstelik de, sadece günümüz dünyasının, askerî ve ekonomik açısından daha güçlü oldukları kabul edilen emperyalist devletleri ve güç odakları başta olmak üzere, ‘Dünya siyasetinde ben de varım..’ diyen hiç bir ülke veya güç odağı yoktur ki, Ortadoğu buhranları konusunda ilgisiz ve tarafsız kalmak gibi bir siyaset takib etmiş olsun..

Bu bakımda, hele de, Ortadoğu’nun bugünkü diğer ülke ve coğrafyalarıyla asırlarca birlikte ve tek siyasî gücün şemsiyesi altında ve aynı inanç ve kültür temeline dayalı halklarla içiçe yaşamış Türkiye gibi bir ülke ve devletin ‘Ortadoğu krizleri’nde tarafsızlıktan sözetmesi, ‘Ben burada yokum!’ diye, ringe havlu atması demektir.

 

Kaldı ki, T.C. rejimi, Ortadoğu buhranlarında, -hele de Osmanlı’nın tarih sahnesinden safdışı edilmesinden sonra-, hiç tarafsız olmayıp, son yıllardaki uygulamalar dışında, bütünüyle taraflı ve amma, kendi halkının inanç, kültür ve tarih şuûruna aykırı bir tarafta saf tutmuş, emperyalist güçlerin dayatma ve planlamalarına göre harekete etmiş; hele de bir ‘silahlı sionist haydutlar çetesi’nin Filistin topraklarında, müslüman halkı katliâm ve her türlü baskı yoluyla, öz topraklarından, evlerinden-barklarından silah zoruyla sürmesinden ve İsrail isimli bir işgal, gasb ve zorbalık düzeni kurmasından beri, hep, onun yanında yer almış ve dahası, NATO’ya ve NATO dünyasına dâhil olması ve ordusunu 1953 yılındarn beri bu büyük emperyal gücün emrine vermiş  hasebiyle, NATO’nun en üst seviyede gözetmek durumunda olduğu İsrail isimli bu kanserli yapının korunmasında da rol almıştır.

Bu duruma rağmen, Türkiye, yetersiz de olsa, ilk kez olarak son yıllarda, bu konuda yeni ve geçmişe kıyasla, sağlıklı bir tavır geliştirmeye çalışıyor.

 

Şimdi.. Uluslararası- emperyalist planların neticesinde Ortadoğu’ya  yerleştirilen bu kanserli uzva karşı, yetersiz de olsa sergilenmeye çalışılan bu yeni siyasetin karşısında, -bu siyasetin getirebileceği bir takım sıkıntıları bertaraf etmek bahanesiyle- tarafsız kalmak iddiaları, bu cumhurbaşkanı adayının, ülkenin ikinci ve üçüncü büyük partilerinin ortak adayı olması ve dolayısiyle bu görüşün onlar tarafından da paylaşılması mânâsına geleceği açısından, üzerinde dikkatle durulması gereken bir durumdur.

Çünkü, Ortadoğu bölgesinin en temel taşlarından olup, sonra da, bu bölgenin ihtilaflarında ‘tarafsız kalmak’ arzusu, tekrar edelim, ‘Biz bu bölgede yaşıyoruz, ama, başkalarına ne yaparsanız yapın, bizi yok sayın, bize bir hayat hakkı lutfedin..’  demek zavallılığıdır.

Çünkü, siz ne kadar Bizi yok sayın..’  deseniz de, bu bölgenin yeniden düzenlenmesi için dünyanın sayılı güçlerinin herbirisi, gizli-açık her türlü planlarını ve entrikalarını hazırlarken, sizin bu bölgede, ‘tarafsızız..’ iddiasıyla dolaşmanız, başkalarından şahsiyetsizce bir hayat dilenme sefaletidir ki, bu hal  ölümden de kötüdür.

 

Hele de, Suriye Buhranı’nın geldiği yeni merhalede, Irak Buhranı’nın nereye varacağı kestirilemiyen ve bu ülkenin fiilen üçe bölündüğü ve Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığını ilan etmek noktasına geldiği ve Barzanî’nin bunun için referanduma gideceğini açıklaması üzerine..

İsrail rejimi Başbakanı Netanyahu’nun, hemen, ‘Bağımsız Kürdistan’ın kurulmasını istedikleri’ni dile getirdiğini hatırlayalım. Amerika ise, zaten uzuun zamandır bölgedeki menfaatlerini en iyi koruma altına alacak şekilde nasıl bir düzenleme yapabileceğinin hesabındaydı..

 

Bu durumda, İran Dışişleri Bakan Yard. Emir Huseyn Abdullahiyan’ın, Irak'ın bölünmesinin bir sionist planı olduğunu öne sürerek, "Irak'ın parçalanmasıyla ilgili İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun isteklerinin gerçeklemesine izin vermeyeceğiz" demesi ilginçti.

Doğrudur ki, Netanyahu da böyle bir durumla memnuniyetle karşılayacaklarını belirtmiştir, ama, her mes’elenin sadece İsrail veya Amerikan planı olup olmaması üzerine değerlendirilmesi ve hele de Ortadoğu’da son 100 yılda ortaya çıkan yığınla ‘ulus-devlet’ler furyasından, sadece müslüman kürd halkının mahrum bırakılması ne kadar sağlıklı bir anlayıştır?

İran Dışbakan Yard., bu görüşlerini, ‘Kuzey Irak liderleri Mesud Barzanî ve Neçirvan Barzanî'ye dostane ve açık olarak aktardık. Irak Kürdistanı'nın bağımsızlığından bahsetmek, Kürdistan'ı birkaç 10 yıl öncesine geri götürmek demektir. Kuzey Irak liderlerini soğukkanlı olmaya çağırıyoruz ve aceleci eylemlerden kaçınmalarını talep ediyoruz." şeklinde açıklıyor ve bu konuda, ‘Türkiye, şartlar gereği göreceli olarak Irak Kürdlerinin bazı isteklerini kabul edip, bu merhalede sert bir tepki vermekten kaçınabileceğini’ belirttikten sonra, ‘Ama, Kuzey Irak'ın bağımsızlığı konusunda Ankara'nın stratejik bakışı İran'la aynıdır. Ankara'nın bağımsız bir Kürd devletinin kurulmasına onay vermeyeceği inancınıyoruz..’ diyordu, 7 Temmuz sabahı.. 

Mesud Barzanî’nin, ‘Türkiye bağımsızlığımıza karşı bir tavır takınmaz..’ dediği ve PKK aleyhine şiddetli bir dil kullandığı görülüyordu.

Böylesine karmaşık ve çok bilinmeyenli bir Ortadoğu denkleminde, üstelik,

IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) isimli örgütün hem Irak ve hem de Suriye’de önemli kazanımlar elde ettiği ve hattâ, fiilen Hılafet Devleti’ni Irak ve Suriye’den ele geçirdiği birçok bölgede ilan ettiği, Amerikan emperyalizminin ise, ‘Bizim ulusal menfaatlerimize zarar gelmedği müddetçe, IŞİD’e karşı bir askerî müdahale düşünmüyoruz..’ diyerek, IŞİD’e, zımnen, ‘Gel, bizimle pazarlık masasına otur, bakalım bize neler verebilirsin..’ yeşil ışık yaktığı;

Libya’nın fiilen bölünmenin eşiğine geldiği;

 

Mısır’da, B. Amerika ve NATO dünyasının da, Rusya’nın da sempatiyle karşılaştığı ve darbe olarak nitelemedikleri, General Sisî liderliğinde gerçekleştirilen 3 Temmuz 2014 Askerî Darbesi’nden sonra, darbenin liderinin kendisini -bütün emperyalist güçlerin desteğiyle- bu 90 milyonluk ülkenin devlet başkanı seçtirdiği ve İkwan-ul’Muslimîyn başta olmak üzere, bu zorbalığa karşı çıkan müslüman kitleleri idâmlarla, hapislerle, zindan ve sürgünlerle sindirmeye çalıştığı;

Ürdün ve Suûdî rejimlerininin de kendi içlerindeki aşiretler aracağılığla, kendilerini IŞİD’in tehditleri altında hissettikleri;

Filistin’de, HAMAS ve El’FETH’in yıllarca sonra barışıp birlikte kurdukları özerk yönetimin, sionist İsrail, Amerika ve diğer çoğu müttefiklerce bozulması için çalışıldığı bir zaman diliminde..

‘Bizim Ortadoğu’da tarafsız kalmamız gerekir’  iddia ve taleblerini dile getiren bir kişinin, -seçilemiyecek olsa bile-, CHP ve MHP tarafından, ‘Türkiye cumhurbaşkanı adayı’ olarak sahneye sürülmesi..

Elbette ‘gözü kara’ veya ‘gözü kapalı’ bir siyaset izlenmemelidir, ama, bu ağır tablo karşısında tarafsızlık kalmak gerektiğini söyleyerek bütün bu gelişmelere  ‘gözlerini kapamak’ isteği bile bir başka  gözükaralık’tan başka bir şaşkınlık belirtisi değildir.

 

*

Emperyalistler hem entrika tezgahlıyor, hem de, güya, üzülüyorlar.

 

Ortadoğu coğrafyasında yaşananlar içinden daha da acı olanı, onların müslüman toplumları tezyif etmek, aşağılamak için, kendi tahrik ettikleri bu tabloyu; sonra da yine, bizim mantığımızla alay edercesine müslüman toplumların aşağılanması için kullanmaya kalkışmalarıdır.

Bu konuda emperyalistlerin seçkin beyinlerinin beyanları, üzerinde durmayı gerektirici mahiyette..

 

Bunlardan birisi de Graham Fuller..

Amerikan Gizli Servisi (CIA)’in ünlü akıl hocalarından  ve faaliyetlerini halen Amerikan dışsiyasetinde etkili olan RAND Corporation isimli bir ‘think-thank’ düşünce kuruluşunda da sürdüren Graham Fuller  kendisiyle yapılan ve ing. yayın kuruluşu BBC’de geçenlerde, (20 Haziran günü) yayınlanan mülâkatta, Türkiye’nin Suriye Buhranı’ndaki  tutumunu değerlendiriyordu; yeni kitabı  "Türkiye ve Arab Baharı: Orta Doğu'da liderlik" (Turkey and the Arab Spring: Leadership in the Middle East)’ın tanıtımı çerçevesinde..

 

Fuller, (ki, ‘Fallır’ diye de telaffuz olunuyor) Amerikan emperyalizminin son 30-40 yıl boyunca özellikle Ortadoğu coğrafyasını yakından takib eden önemli danışmanlarından ve verdiği raporlar muhakkak ki, en üst derecede gözönünde bulunduruluyordu. Nitekim, kapitalist ve komünist emperyalizmleri arasındaki Soğuk Savaş’ın, Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgal edip, o ülkede bir komünist rejim kurduğu döneminde, komünizm tehdidine karşı 'İslamcı hareketler’i desteklemek fikrinin öncüleri arasındaydı.

Onun 1991-92’lerde C. Başkanı Turgut Özal’a sunduğu bir rapor da önemliydi.. Orada kullandığı, ‘George Washington, Napolyon, Stalin, Mustafa Kemal öldüler; ama, İncil ve Kur’an yaşıyor, o halde 1930’ların ideoloji ve yöntemleriyle hareket edemezsiniz..’ kabilinden ifadeleri ilginçti.

Fuller’ın yayınlanmış bir çok eseri var ki, onlar tabiatiyle, Amerikan emperyalizminin bakış açısını yansıtmaktadır. Onun, ‘The Future of Political Islam’ (Siyasî İslam’ın Geleceği), ‘A Sense of Siege: The Geopolitics of Islam and the West’ (Bir Kuşatılmışlık Duygusu: İslam ve Batı’nın Jeopolitiği), ‘Turkey’s Kurdish Question’ (Türkiye’nin Kürd Mes’elesi), The Arab Shi’a: The Forgotten Muslims’  (Arab Şiası: Unutulmuş Müslümanlar) gibi eserlerinin isimleri bile ilgi alanı hakkında yeteri kadar bilgi verebilir. Bunlar arasında özellikle 2007 yılında Washington’da  ‘The New Turkish Republic- Turkey as a Pivotal State in the Muslim World’ (Yeni Türkiye Cumhuriyeti- Müslüman dünyasının eksen devleti Türkiye) adıyla yayınladığı ve türkçeye ‘Yükselen Bölgesel Aktör- Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ adıyla tercüme edilen kitabı, üzerinde daha bir durulmayı gerektirecek önemdedir.

İşbu G. Fuller, sözkonusu proğramda, yine ilginç ve AK Parti Hükûmeti’nin siyasetleri hakkında hem nalına, hem mıhına sözler ediyor;

AK Parti  iktidarında Türkiye'nin doğuya yönelik izlediği dış politika için "Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana yaşanan en önemli gelişmeydi. Diğer bir deyişle Türkiye, ilk defa kendisiyle ve dünyadaki rolüyle ilgili küresel bir bakış geliştirdi" diyor ve şöyle devam ediyordu:

‘Türkiye'nin bölgeye, Ortadoğu'ya, İslam dünyasına, Asya'ya hattâ Müslüman olmayan bölgelere sunacağı çok şey var. Amerika’nın,  Müslüman coğrafyadaki politikalarını eleştiren biri olarak Türkiye'nin bu olumsuz ve başarısız olan politikalara direnişini destekledim.

Erdoğan, Davutoğlu ve Abdullah Gül'ün Türkiye’nin dış politikasına getirdikleri değişikliklerin kalıcı olduğunu düşünüyorum. Türkiye artık hiçbir zaman yalnızca ABD'nin sâdık müttefiki ya da NATO üyesi olarak tanımlandığı eski politikasına dönmeyecek. Artık küresel bir politikası var.’

 

-B. Amerika’nın dış politikası olarak, komünizm tehdidine karşı ılımlı İslam'ın öne sürülmesi projesinin de mimarlarındansınız. Geriye dönüp baktığınızda, bu projeyi bir başarı olarak görüyor musunuz?
 

*Soğuk Savaş döneminden bahsediyoruz. O zamanlar din ve ılımlı sosyalizm, kalıplaşmış komünist ideolojiyi zayıflatabilecek iki ideolojik güç olarak algılanıyordu. Bunun hâlâ doğru olduğunu düşünüyorum. Hem Hıristiyanlığın, hem de İslam'ın, özellikle Doğu Avrupa'da, Sovyetler Birliği'nin komünist yönetimine karşı oluşan iç muhalefete verilen desteğe etkisi oldu. Ama geçmişe baktığımızda, [USA eski Başkanı] Ronald Reagan'ın Afganistan'daki mücahidlere verdiği desteğin olumlu olduğu kadar açıkça olumsuz tarafları da olduğunu görüyoruz. Sovyetler Birliği'ni Afganistan'dan çıkardı, ama diğer yandan da bugün, daha azılı cihadçı gruplar arasındaki zafer duygusunu ve güçlendikleri hissini kuvvetlendirdi.(…)

(Ama) Türkiye, dünyadaki birçok ülke gibi, Arab Baharı'nın, demokrasinin, otoriter rejimleri ileriye götüren bir dalga olduğuna inanıyordu. Ayaklanmalar ve muhalefet Suriye'de büyümeye başlayınca Ankara, Washington ve birçok ülke Suriye rejiminin devrileceğini düşündü. Hesabları tutmadı. (...) Çok büyük bir hata, belki başka ülkeler de bu hatayı yaptı. Ama, bana göre Türkiye'nin bu stratejiyi tersine çevirmesi önemli. (Çünkü) İşe yaramıyor ve Türkiye'nin İran'la, Irak'la, başka ülkelerle ilişkisine zarar veriyor.’

Evet, bunları söylüyor Fuller.. Ve onun, özellikle de Türkiye’nin Suriye’deki siyasetinin başarısız olduğuna dair sözleri bazı medya organlarında büyük manşetlerle yer aldı.

Bir ilginç değerlendirme, ama, bazılarına ilk planda doğru gibi gözükse bile özü itibariyle yanıltıcı.. Çünkü, sıradan bir hükûmet, ’Bize ne onların problemlerinden.. Biz ekonomik ilişkilerimize, kârımıza bakarız..’  diyebilirdi. Ama, özellikle Tayyîb Erdoğan gibi bir ismin başında bulunduğu bir Hükûmet’in de öyle davranması beklenmeliydi?

O da, sırf, Türkiye’nin onmilyarlarca dolarlık ihracatını sekteye uğratmaması için ekonomik kaygılarla veya diplomatik bir takım zararların ortaya çıkmaması için denge hesabları yaparak mı hareket etmeli idi? Ya da, Tayyîb Erdoğan müslüman coğrafyalarındaki mazlum halkların durumuyla ilgilenmemeli miydi?

90 milyona yakın dev bir nüfusun yaşadığı Mısır’da Husnî Mubarek’in, kitleleri 30 yıllık bir  uyuşturucu diktatörlükle yönetmesinin sonuna gelindiğinde, Mubarek mi desteklenmeliydi yine? Ya da, Mubarek rejiminin devrilmesinden sonra, Mısır halkının ilk kez ve serbest-hürr iradesiyle Cumhurbaşkanı olarak seçtiği Muhammed Mursî’nin, henüz iktidara gelişi üzerinden 1 yıl geçmekteyken, bir askerî darbe ile iktidardan uzaklaştırılması karşısında, ’Giden ağam, gelen paşam..’ mantığıyla mı hareket etmeli ve Amerikan emperyalizminin, NATO dünyasının, İsrail rejiminin bir de sevinçle karşıladıkları bu darbeyi, tıpkı onlar gibi darbe olarak nitelemekten kaçınarak, alkışlamalı mıydı?

Ki, Erdoğan 24 Haziran günü, AB ülkeleri elçilerine verdiği yemekte yaptığı konuşmada ilginç mesajlar veriyor ve demokrasi havariliği yapan AB ülkelerinin, Batı’lı ülkelerin Mısır’da ilk kez yapılan bir hür seçimle Cumhurbaşkanlığına seçilmiş olan Mursî’yi uzaklaştıran askerî darbeye darbe demekten bile kaçındıklarını hatırlatıyor ve ’Biz bir takım denge hesabları adına tebrik etmiyeceğiz..’ diyerek, kendisini göstermelik-düzmece bir seçimle Mısır C. Başkanlığı’na seçtiren darbeci General A. Fettah Sisî’ye tebrik mesajı gönderen Abdullah Gül’ün tavrını  benimsemediğini bile belirtmiş oluyordu.

Suriye’de de, 50 yıllık Baas diktatörlüğüne karşı silahsız protesto hareketleri başladığında, Şam’daki Beşşar Esed rejimine aylarca, barışçı çözüm önerilerini iletmesine rağmen dinletemiyen ve bu rejimin korkulara kapılıp, -tıpkı Baascı Saddam rejiminin Irak’da 35 yıl boyunca yaptığı gibi- protesto eden sivil halk kitlelerinin ve şehirlerin üzerine tanklarla, toplarla, bombardıman uçaklarıyla, füzelerle, kimyasal silahlarla, varil bombalarıyla saldıran bir rejimin bütün bu cinayetlerine gözlerini yumup, ’Ben kârıma, menfaatime bakarım..’  mı demeliydi? Veya, -İslam adına hareket ettiklerini idida eden- bazı bölge ülkeleri ve güçleri gibi, Suriye’deki 50 yıllık Baas diktatörlüğünün, ve 45 yıllık Esed Hanedanı’nın kanlı tahakkümünün sürmesi için yardıma mı koşmalıydı?

Ki, bazı müslüman kalemler bile, bunları gözönüne almaksızın, ’Bizim söylediklerimize kulak verilseydi, Suriye siyaseti bu noktada olmazdı..’ diye, acaib bir hayalî diplomasi planlamacılığına soyunmaktadırdlar, hâlâ..

Fuller, Ortadoğu’yu bilen birisi olarak bazı doğruları söyleyebilir, ama, ondan, Suriye’de Esed diktatörlüğü’ne karşı yükselen itirazın da ardından;  İslamî değerlere bağlı büyük kitlelerin Mısır’da, Tunus’da olduğu ülkelerinin yönetimine elkoyacağını görünce, Amerikan emperyalizminin ve kendi menfaatlerinin sionist İsrail’in zarara girmemesi planına uygun olarak, Esed’in Rusya ve İran tarafından olanca güçleriyle desteklenmesine ve o kanlı diktatörlüğün cinayetlerine göz yumduklarını itiraf etmesi elbette beklenemezdi. Ama, bunu en azından, akl-ı selîm sahibi müslümanların görmesi ve ifade etmesi gerekirdi. 

Fuller, iç siyaset konularında da ilginç tesbitlerde bulunuyor..

Fuller'ın verdiği uzuun mülâkatta daha bir çok konulara da değiniliyordu. Ancak, Türkiye’nin iç siyasetinde özellikle son aylarda ortaya çıkan Hükûmet- Cemaat Sürtüşmesi ile ilgili sualler ve Fuller’ın onlara yaptığı değerlendirmeler daha bir ilginç idi.

Meselâ..

-Erdoğan'ın ve partisinin 10 yıldan uzun süren başarısından bahsettiniz. Gülen Cemaati ve aralarındaki ittifak bu başarıda etkili oldu mu?
*Son 10 yılda değişen şeylerden biri, İslami değerlerin siyasi düzene girmesiydi. Bunun kabul edilebilir görülmesi, tartışmaya açık olması… Türkiye'de siyaset yelpazesi tamamen demokratikleşti. İdeolojik olarak birçok açıdan daha özgür ve daha açık. Hizmet Hareketi ve AK Parti arasındaki işbirliğinin buna kayda değer bir katkı sağladığını ve Türk siyasetindeki askeri denetimi, müdahaleyi kaldırabilmesini sağladığını düşünüyorum. Bu Türkiye'nin gelişiminde büyük bir dönüm noktasıdır. Türk dış politikası açısından da, yalnızca Avrupa'da değil, Müslüman coğrafyasında, Asya'da da daha faal oldu. (...)

-Sosyal hizmetlerden bahsettiniz, ama Gülen Hareketi'nin 'siyasi stratejilerde söz sahibi olmak gibi hırsları olduğu' eleştirileri de geliyor. Bunu da emniyete, yargıya 'sızarak' yaptığı ifade ediliyor. Gerçi siz, kitabınızda 'sızdılar' lafından hoşlanmadığınızı söylüyorsunuz. (...)

*Hizmet Hareketi'ne yapılabilecek en önemli eleştiri, 'hareketin yeterince şeffaf olmaması' olabilir. On yıllar boyunca zulüm gördüler ve yıkıcı, tehlikeli bir hareket olarak görüldüler. (...) 'Sızma' kelimesine gelince, evet bence olumsuz bir kelime. Ama ABD'de de Demokratlar ya da Cumhuriyetçiler iktidara geldiklerinde bürokrasiye kendi adamlarını yerleştirmeye çalışır. Biz sızdılar demeyiz. Ama, eğer Hizmet Hareketi, hükümet kuruluşlarını kendi çıkarları için kullanıyorsa, o zaman endişe duyulacak bir mesele olabilir.

(Fuller’in bu sözü çok sıradan söylenmiş bir söz olarak anlaşılmamalı.. O tekin bir adam değildir, bir şeyler biliyor herhalde.. ’Cemaat’ cenahı ise, sûret-i hakk’dan gözükerek, ’hukuken objektif bir deliliniz var mı?’ diye bastırmaya çalışıyor. Bu, gibi durumlarda bütün gizli çalışmalarda, ilk hedeflerden birisinin de, ’bir başarısızlık halinde, geride hukuken geçerli objektif deliller bırakmamak taktiği’nin olduğu bilinmiyormuş gibi.. Evet, ortada bir bomba patlamış, ama, fail gözükmüyor ortada.. Öyleyse, öylece bakılıp kalınacak mıdır, yoksa tahkikat çeşitli şekillerde devam mı edecektir?)  

-Fethullah Gülen ve Cemaat'i CIA ile bağlantılı olmakla suçlayanlar var. Gülen'in CIA ile bağlantısı var mı?
*Hiçbir zaman Gülen ve CIA arasında bir bağlantı olduğuna dair bir işaret almadım. Bu suçlamaların Gülen karşıtları tarafından, onu itibarsızlaştırmak için yapıldığını sanıyorum. (CIA’ın sıradan bir elemanı değil, seçkin akıl hocalarından birisi olarak Fuller’in, bu soruya, sanki, başka türlü bir cevab vermesi mümkünmüş gibi..)


-Fethullah Gülen'in Mavi Marmara krizindeki tutumu Türkiye'deki İslamcılar arasında eleştirildi. Bu eleştirilen nedeni Gülen'in İsrail ile bağı olduğu algısından kaynaklanıyor olabilir mi?
 

Gülen'in ABD veya İsrail'e karşı eleştirel bir tutum takınmaktan kaçındığı doğrudur. Bu suçlamaların nedenlerinden biri bu olabilir. (...) Gülen, çoğu İslamcının ABD, Batı veya İsrail karşıtı rutin eğiliminden hoşlanmıyor. Bunun yalnızca İslam'ın, güçlü Batı'daki imajına zarar verdiği hissinde. (...)’

*

 

Evet, Fuller’ın bu tesbitlerinden alınacak önemli ipuçları vardır.

*

Bu arada, Amerikan Dışişleri eski Bakanı Hillary Clinton’ın “Zor Seçimler / Hard Choices” adıyla Haziran-2014 başında piyasaya çıkan son kitabında Hillary’nin, Erdoğan ve Ankara Hükümeti ve TSK hakkında cür’etkâr açıklamaları göze çarpıyordu.

Kitabında, Clinton, Başbakan Erdoğan’ın giderek otoriterleşmesine ve Türkiye’nin istikâmetinin belirsizliğine de işaret ediyor; ayrıca geçmişte Türk Ordusu’nun gerçekleştirdiği askerî darbelerin de -Türkiye’nin demokratik gelişimini engellese bile-  Soğuk Savaş için belki iyi olduğunu savunuyordu.

Hillary’nin kitabından şu bölümler bizim açımızdan daha bir ilginç olsa gerek..

Avrupa’daki hiçbir ilişkimiz, 70 milyondan fazla nüfusu olan, Müslüman çoğunluklu, bir ayağı Avrupa’da bir ayağı Doğu batı Asya’da olan Türkiye kadar ilgi gerektirmedi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan modern Türkiye, Batı’ya yönelen seküler bir demokrasi olma niyetindeydi. 1952’de NATO’ya katıldı ve bizimkilerle yan yana savaşmak için Kore’ye asker gönderen ve on yıllar boyu ABD kuvvetlerine ev sahipliği yapan, Soğuk Savaş döneminde güvenilir bir müttefikti. Ancak kendini Atatürk’ün vizyonunun garantörü olarak gören Türk Ordusu, fazla İslamcı, fazla solcu ya da fazla zayıf gördüğü hükümetleri devirmek için birçok kez müdahalede bulundu. Bu belki Soğuk Savaş için iyiydi, ama demokratik gelişimi geciktirdi.

Maalesef, Bush yılları (2000-2008) ilişkilerimize büyük darbe vurdu ve 2007 itibarıyla Türkiye’de ABD’nin onaylanma oranı yüzde 9 düzeyine çöktü. Bu, Pew Araştırma Merkezi’nin dünyadaki 47 ülkede yaptığı anketin en düşüğü.

Bu arada Türkiye ekonomisi, dünyanın en hızlı büyüme oranlarından biriyle patlama yaşıyordu. Avrupa’nın geri kalanı ekonomik krizle sendelerken, Ortadoğu’nun gelişim durmuşken, Türkiye bölgesel bir güç merkezi olarak ortaya çıktı. Endonezya gibi Türkiye, demokrasi, modernite, kadın hakları, sekülerizm ve İslam’ın bir arada yaşamasını test ediyordu ve Ortadoğu’daki insanlar da izliyordu.  Bu deneyin başarılı olması ve ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin daha sağlam bir temele dönüş yapması, güçlü bir şekilde ABD’nin menfaatlerineydi.

Türkiye’yi Dışişleri Bakanı olarak yaptığım ilk Avrupa seyahatinin parçası olarak ziyaret ettim. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ile olan üst düzey toplantılara ilave olarak, her yerde yaptığım gibi doğrudan Türk halkına ulaştım. Bu, hükümetlerin bizimle çalışmak istediği ama nüfusun geniş kesimlerinin güvensizlik hissettiği ya da anti-Amerikancı olduğu ülkelerde özellikle önemli. Medya üzerinden direkt halka ulaşırken toplumun tavrını etkilemeye çalışıyordum, bu da hükümetlere bizimle işbirliği yapmak için daha geniş bir koruma sağlıyordu.

Popüler TV talk şovu “Haydi Gel, Bizimle Ol” (CNN TÜRK) beni konuk olarak davet etti. Konuşma sıcak, eğlenceli ve çok çeşitliydi. Bilmek istediklerinden biri de, en son ne zaman âşık olduğum ve kendimi sıradan bir hayat süren sıradan biri gibi hissettiğimdi. Bu bir Dışişleri Bakanı’nın her gün karşılaştığı sorulardan biri değildi, ama tam da benim insanlarla bağ kurmama yardım edebilecek konulardan biriydi. Amerika ve liderlerine güvenmeyen birçok türk için açıkçası ABD Dışişleri Bakanı’nın kendilerininkiyle benzer düşünce ve endişeler taşırken görmek güzel bir sürpriz oldu.

ANAHTARI TUTAN ERDOĞAN
Türkiye’nin geleceği ve ilişkilerimizde anahtara sahib özellikle bir kişi oldu: Başbakan Erdoğan.

Onunla ilk kez 90’larda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ile tanıştım. Hırslı, güçlü, dini bütün ve etkili bir siyasetçiydi. (…) Erdoğan Hükümeti, ordunun içinde olduğu iddia edilen darbe komplolarının üzerine agresif bir şekilde gitti ve daha önceki tüm sivil haleflerininkinden daha güçlü bir iktidar kazandı.

Erdoğan’ın liderliği altındaki bazı değişimler pozitifti. Potansiyel AB adaylığı motivasyonuyla (şimdiye kadar gerçekleşmedi) Türkiye devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı, ceza yasasında reform yaptı, yasal temsil haklarını genişletti ve kürtçe eğitim ve yayın üzerindeki sınırlamaları hafifletti. Erdoğan ayrıca dış politikada “komşularla sıfır sorun” politikası izleme niyeti açıkladı.

Erdoğan’ın liderliği altındaki olumlu gelişmelere rağmen hükümetinin muhaliflere ve gazetecilere yönelik davranışları yüzünden gittikçe büyüyen bir kaygı sebebi hatta bir alarm da vardı. Kamuoyunun karşıt görüşlerine gittikçe daha az alan bırakılması, Erdoğan’ın ülkeyi götürdüğü istikâmet ve demokrasiye olan taahhüdü konusunda soru işaretleri oluşturdu. Muhalifleri Erdoğan’ın nihaî amacının Türkiye’yi, muhalefete yer bırakmayan bir İslam ülkesine çevirmek olduğundan şüpheleniyordu ve Erdoğan’ın bazı davranışları da bu korkuya destek oluyordu. Hükümeti, ikinci ve üçüncü döneminde çok rahatsızlık verici oranlarda gazetecileri hapse attı (!?)ve bazı kararları sorgulayan protestoculara sert müdahalelerde bulundu. Yolsuzluk çok geniş bir sorun olarak kaldı.

Erdoğan başörtüsü takan, başarıya ulaşmış kendi kızlarından çok gurur duyuyordu ve ABD’de yüksek öğrenim görmeleri hakkında benim de tavsiyemi sormuştu. Erdoğan ile çoğu zaman yanımızda çevirmen olarak Davutoğlu’nun olduğu bir ortamda saatlerce konuştuğum oldu.

TÜRKİYE BAZEN SİNİR BOZUCU
Bakan olarak geçirdiğim dört yılda, Türkiye önemli ve zaman zaman sinir bozucu bir ortak olduğunu kanıtladı. Bazen aynı fikirde olduk (Afganistan’da birlikte yakın çalışırken, terörle mücadele, Suriye ve diğer konular) bazen de olmadık (İran’ın nükleer programı).

Hem benim hem de Başkan Obama’nın mesai ve ilgisi ilişkilerimizi istikrara kavuşturmamıza yardım etti, ama özellikle İsrail ile yükselen tansiyon gibi dış olaylar, yeni zorluklar sundu. Ve Türkiye’nin iç dinamikleri de durumu bulandırmaya devam etti.

Erdoğan’ın giderek sertleşen idaresine karşı 2013’de patlak veren büyük protestoları bazı üst düzey bakanları köşeye sıkıştıran geniş çaplı yolsuzluk soruşturmaları takip etti. Bu kitabı yazarken, giderek artan otoriterliğine karşı Erdoğan’ın Türkiye’nin daha muhafazakâr olan bölgelerindeki desteği güçlü biçimde devam ediyordu.

Türkiye’nin gelecekteki istikâmeti belirsiz. Ama kesin olan, Türkiye hem Ortadoğu’da, hem Avrupa’da belirleyici bir rol oynamaya devam edecek. İlişkilerimiz de, USA için hayati önem taşımayı sürdürecek.

Ve ’Mavi Marmara Krizi..’

DAVUTOĞLU: ’TÜRKİYE İSRAİL’E SAVAŞ İLAN EDEBİLİR..’
(...) Ehud Barak’tan (İsrail eski Savunma Bakanı) acil bir telefon aldım. “Sonuçtan mutlu değiliz, ama bu zor seçimi yapmak zorundaydık. Bundan kaçınamazdık” dedi. Ben de “Fark edilmeyecek tepkiler olacak” diye uyardım.

Baskından (31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara Baskını) sonraki gün Dışişleri Bakanı Davudoğlu beni görmeye geldi ve iki saatten fazla konuştuk. Son derece duygusaldı ve Türkiye’nin İsrail’e savaş açabileceğiyle tehdit etti. “Psikolojik olarak bu Türkiye için 11 Eylül gibidir“ dedi ve İsrail’den özür, kurbanlar için tazminat istedi. “Nasıl önemsemiyor olabilirsiniz” diye bana sordu, “Onlardan (ölen 9 kişiden) biri Amerikan vatandaşıydı.” Önemsiyordum, hem de çok, ama ilk önceliğim onu sakinleştirmek ve bütün bu savaş ve olayın doğuracağı sonuçlara dair konuşmaları bir tarafa bırakmaktı.

Sonra Başkan Obama’ya Başbakan Erdoğan’ı da aramasını tavsiye ettim. Ardından Netanyahu’ya türklerin kaygı ve isteklerini aktardım. Türkiye ile işleri düzeltmek istediğini söyledi, ama kamuoyu önünde özür dilemeyi reddetti. Bibi’yi (Netanyahu’yu)  Türkiye’den özür dilemeye ikna etme çabalarım geri kalan dönemimde sürdü. Ağustos 2011’de bu stratejik iş için Henry Kissinger’ı bile olaya dahil ettim.’

*

Bu vesileyle Hillary Clinton’un, sözkonusu kitabı için, CBC televizyonunda katıldığı bir proğramda, ’IŞİD / ingilizce kısaltılmış şekliyle, ISIS’  krizinin, Türkiye ve İran'a da sıçrayabileceğini söylemesi, çok da yabana atılmamalı.. Çünkü, şimdi hattâ Suûdî, Ürdün ve Lübnan rejimleri de diken üstündeler..  

Dışişleri Bakanlığı sırasında, en çok heyecanlandığı anlardan birinin, Amerikan deniz piyadelerinin Usâme bin Laden'i yakalamak için yaptıkları operasyonu izlemek olduğunu anlatan Amerikan Dışişleri eski Bakanı Hillary Clinton, bu proğramda, Amerika'nın Irak'ı, Başbakan Nurî Malikî'nin ne yapıp yapmayacağını, Irak ordusunu kimi yönettiğini ve bu olaylara daha başka kimlerin dahil olacağını bilmeden desteklemeyeceğini söylemesi, Irak'ın asıl probleminin Malikî olduğunu ve, IŞİD krizinin, Türkiye ve İran’a da sıçrayabileceğini ifade etmesi, çok sıradan bir görüş olarak ele alınmayıp, üzerinde durulmasını gerektirir, herhalde..

*

Bütün bunlardan sonra, sözün başına dönelim.. Sahiden de, bütün bu karmaşık coğrafyada, halkının kalbindeki dünyaya göre şekillenmiş bir dünya görüşü doğrultusunda hareket etmedikçe, nasıl dik durulabilir ve hele, etrafımızda alevler yükselirken, hem de cumhurbaşkanlığına ülkenin ikinci ve üçüncü partileri tarafından aday gösterilen bir kişi, (tıpkı, Mısır’daki General Sisi Darbesi’ne karşı, İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri olduğu sırada sessiz kalmasını marifet saymasında olduğu gibi) ’Ortadoğu’daki ihtilaflarda tarafsız kalmalıyız..’  görüşünü nasıl dile getirebilir ve onu öne süren partiler bu anlayışı nasıl paylaşabilirler?

haksöz

Bu yazı toplam 1081 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar