Selâhaddin Çakırgil
Sahi, Irak ve Suriye’deki Çatışmanın Temelinde Ne Var?
Özellikle Ortadoğu bölgesindeki müslüman coğrafyalarında yaşananlar hemen bütün dünyada konuşulup tartışıldığından, her kafadan bir ses çıkması, değişik yorumların ve de ilginç komplo teorilerinin üretilip haber-yorum piyasasına yoğun şekilde sunulması tabiî ve de kaçınılmazdır.
Üç sene öncelerde, Arab Baharı olarak isimlendirilen ve herhalde bir halk patlaması olarak değerlendirilmesi en doğru olan sosyal karışıklıklar sonunda, kimisi (Libya’daki) Muammer Gaddafî gibi 42 yıllık; kimisi (Yemen’deki) Ali Abdullah Salih gibi 34 yıllık; kimisi (Mısır’daki) Husnî Mubarek gibi 30 yıllık; kimisi, (Tûnus’daki) Zeynelabidin bin Ali gibi 25 yıllık diktatörlükler devrildi. Irak Baas Partisi’nin ve onun başındaki 35 yıllık korkunç kanlı diktatör Saddam Huseyn’in iktidarı ise, 2003 Baharı’nda, Amerikan emperyalizmi eliyle devrilmiş ve Saddam idâm olunmuş ve Amerikalılar Irak’da kendi hazırlattıkları bir ‘Şeriat Anayasası’(!?)nı ve başına da bir yönetim mekanizmasını getirmişlerdi.
Hatırlayalım, Amerikan işgalinden sonra, Irak’ın başında bir Genel Vali, bir Müstemleke Valisi konumundaki bulunan en yetkili Amerikalı olan Paul Bremer o anayasa’yı ‘Evet, bir Şeriat anayasası ki, ancak benim imzamla yürürlüğe girebiliyor!’ diye nanik yaparak yürürlüğe koymuştu. Bu sözler, müslümanlara hakaretten başka bir şey değildi herhalde.. Ve o anayasa ile, (Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesinden sonra) ingiliz emperyalizmi tarafından, bir krallık olarak kurulan ve 1958’deki bir kanlı ihtilalle lafzen cumhuriyet adında bir diğer diktatörlüğe dönüşen Irak ülkesi, şimdi de Amerikan emperyalizminin eliyle, parça parça ediliyor, şiîler, sünnîler, arablar, kürdler, türkmenler, keldanîler vs. diye ayrı ayrı haklara sahib gruplar haline getiriliyorlar ve asırlarca bir arada yaşayan sünnî ve şiî müslüman halkların mahalleleri arasına, asırlardır görülmemiş bir şekilde yüksek beton duvarlar çekiliyordu, düşmanlığın zihinlere daha bir yerleşmesi için..
Âdetâ, Neml Sûresi’nde, 34. âyette (Sâbâ Melikesi Belqıs’ın ağzından ifade olunan) 'Gerçek şu ki, krallar bir ülkeye girdiklerinde orayı târ u mâr ederler; oranın soylu ve şerefli insanlarını zelil duruma düşürürler, aşağılarlar.. Onlar (hep) böyle yaparlar..’ meâlindeki mânâya uygun bir durum tekrarlanıyordu.
Ve Amerikan emperyalizmi, Irak’daki sosyal gruplar arasında bir denge sağlayamayınca, ilk anda bulunan isim olan İbrahîm Caferî’ye bir Hükûmet kurdurdular, ama, ona ancak bir buçuk yıl kadar tahammül ettikten sonra, onu değiştirip, yerine onun geçmişteki 30 yıllık mücadele hayatında önde gelen yardımcılarından olan Nurî Mâlikî’yi getirdiler.
Bu isimler Saddam rejimine karşı on yıllar boyu İslamî emeller ve hedefler uğrunda mücadele vermiş isimlerdi ve halkın yüzde 60 kadarını oluşturan şiî müslüman kesimden gelmekteydiler. Ancak, yaşamış oldukları acı tecrübelerden ders çıkarmış olmaları bekleniyordu. Ama, Nurî Mâlikî’nin, İran ile Amerika arasında bir tahtırevallide hareket eder gibi sergilediği yönetim, çok tuhaf bir tablo çıkardı.
O konuya burada bir virgül koyup, biraz sonra tekrar değinelim. Çünkü, bu arada Mâlikî’nin de ayrı bir rol oynadığı Suriye’de yaşanan duruma değinmek gerekiyor.
*
Suriye Baas diktatörlüğü, bugüne, hangi merhalelerden geldi?
Evet, Suriye’de de, tıpkı Irak’daki Baas rejimi ve Saddam diktatörlüğü gibi bir kanlı diktatörlük vardı. Suriye Baas Partisi gerçi 1963’de iktidara gelmişti, ama, bir türlü otorite kurulamıyor, düzen sağlanamıyor ve ülkede arka arkaya ihtilaller oluyordu.. Sonunda, 1969 yılında, General Hâfız Esed de bir darbe yapmış ve (Türkiye’deki, 1923-50 arası, M. Kemal ve İsmet Paşa’ların yönetimini hatırlatan şekilde) tek parti diktatörlüğüne dayalı olan bu rejimde, Baas Partisi’nin merkez kadrolarını mensubu olduğu yüzde 12-15’lik bir azlık inanç grubunun elemanlarıyla doldurmuştu. Böyle olunca da, her karşı çıkışı, en acımasız şekilde ezip geçen ve Irak rejiminin başındaki Saddam’dan hiç de geri kalmayan bir kanlı Baas diktatörlüğü daha tesis olunuyordu. Hâfiz Esed’in Hama, Humus, Haleb ve diğer şehirlerde terör estiren yönetimi o kadar şiddetliydi ki, ülkenin en büyük sosyal muhalefetini temsil eden İkhwan-ul’Muslimîyn Hareketi’nin milyonları bulan mensubları ya da yeraltına inmişler, onbinlercesi de ülke dışına çıkmışlardı.
2001 yılında Hâfiz Esed 32 yıllık bir kanlı diktatörlük sonunda öldüğünde, yerine hemen bir göz doktoru olan ve o zamana kadar siyasetle meşgul olmamış olan oğlu Beşşar Esed getirilmişti, Baas Partisi yönetimince.. Yani, Baba Esed’in himayesinde ülkeyi titreten önceki Baas kadroları, kılıcı şimdi de onun eline vermişlerdi. Uzuun yıllar Londra’da tahsil yapıp rahat bir hayat sürmüş olan Beşşar, ilk planda, halkına umut vermiş ve çok mülayim bir yönetim geliştirmişti. Ama, Baas Partisi tarafından hazırlanmış olan Anayasa’nın 8. maddesi, ülkedeki bütün sosyo-politik faaliyet ve eğilimlerin ancak Baas Partisi’nin şemsiyesi altında yapılabileceğini, bunun dışındaki her faaliyetin kanundışı olacağını hükme bağlıyordu. Ve Baas Partisi’nin Şefi Beşşar da tıpkı babası gibi, anayasayı ve kanunları istediği şekilde yorumlayabiliyor, değiştirebiliyordu.
‘Arab Baharı’ denilen halk patlamalarının dalgaları Suriye’ye ulaştığında..
O zamana kadar Türkiye’den Başbakan Tayyîb Erdoğan’la oldukça yakın şahsî ilişkiler geliştirmiş olan Beşşar’a, Erdoğan da yardımcı olmak istemiş ve 4-5 aya kadar süren bir süre boyunca, Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu’nun defalarca Şam’a göndererek, yapılması gereken düzenlemeler konusundaki tavsiyelerini iletmiş ve herşeyden önce, Suriye Anayasası’nın en katı diktatörlük maddesi olan 8. maddeyi değiştirmesini ve de İkhwan-ul’Muslimîyn kadrolarını sosyo-politik zemine çekip onları kazanmasını öğütlemişti.
Ama, Beşşar bu tavsiyelere diplomatik olarak ılımlı karşılık verirken, gerçekte ise sıcak bakmıyordu, belki de o Baas kadrolarınca baktırılmıyordu. Nitekim, ülkenin çeşitli yerlerinde meydana gelen protesto gösterilerinin yapıldığı sivil yerleşim bölgelerini en şiddetli şekilde (tıpkı babasının diktatörlük günlerini aratmıyacak şekilde) hava bombardımanlarıyla ezip geçerek yok etmeye başlayıvermişti. Bunun üzerine, Erdoğan da, ‘Bize verdiği sözlerin tam tersini yapıyor. Sivil halk kitleleri ve şehirlerin, yerleşim birimlerinin üzerine askerî güçlerle, bombardımanlarla, füzelerle saldıran bir rejimle irtibatımız olamaz..’ diyerek, haklı, doğru bir bir tepkiyle diplomatik münasebetleri askıya alıyordu.
Beşşar da esasen, Tayyîb Erdoğan’la olan yakın irtibatına daima kuşku ile baktığını daha sonra itiraf edecek ve İstanbul’da yayınlanan Cumh. gazetesine verdiği röportajında, -2012’nin sonlarındaydı galiba- ‘Erdoğan’la evet, yakın bir irtibat ve hattâ dostluk kurmuştuk ama, onun kafasında hep, İkhwan’ın sosyo-politik zemine çekilmesi fikri vardı, kafası İkhwan kafası idi. Halbuki biz bölgede sekularizmin tek bekçisi durumunda idik..’ kabilinden görüşlerini gaayet net olarak dile getirecekti.
*
Suriye, 2011 Baharı’ndan beri, Arab Baharı denilen halk patlamalarının en ağır bedelini en büyük kanlı şekilde ödemekte.. Yüzbinler katledilmiş ve milyonlar evlerini-yurtlarını bırakıp Türkiye, Ürdün, Irak, Lübnan gibi ülkelere sığınmış, başta o güzelim Haleb şehri olmak üzere, hemen bütün şehirler baştan başa viraneye dönmüş durumda..
Suriye, ‘Süren kim?’ oyunu oynanırken, halkın ezildiği bir arena..
Emperyalist dünya, ilk anda, Beşşar rejiminin de diğerleri gibi yıkılabileceğini sandı.. Ve yerine kendi istedikleri gibi bir rejimin gelmesi için umut ışıkları yaktı.. Ama, özellikle Mısır ve Tunus’da, halkların serbest iradelerini yansıtan seçimlerde İslamî eğilimli kadroların yönetime geldiklerini görünce.. Suriye’de daha ihtiyatlı bir siyaset izlemeye başladılar. Üstelik, Suriye’de muhalefet hareketlerine 50 yıl boyunca hiçbir şekilde izin verilmediği için, tepkilerini en sert şekilde sergileyen halk kitleleri arasındaki İslamî unsurlar da Mısır ve Tûnus’daki gibi ılımlı da değillerdi, tabiatiyle..
Üstelik, Suriye rejimiyle zâten iyi ilişkiler içinde olmayan Suûdî rejimi de kendisine yakın grupları destekliyordu. Bunlar da sert mücadele tarafdarı olan ve ‘selefî’ denilen kesimlerdi. Suriye Baas rejimi, bunları derhal yabancı, terörist gruplar olarak niteleyecekti.
O sırada İran da Beşşar rejiminin, Suudî rejimi ve (NATO üyeliği dolayısıyla) Türkiye gibi, Batı dünyasına ayarlı hareket etmek zorunda olan rejimlere karşı Suriye Baas rejiminin yanında yerini alıp, ‘Beşşar ve onun başında bulunduğu Suriye rejiminin ayakta kalması, İsrail’e karşı bir Direniş Cebhesi olması hasebiyle, bizim kırmızı çizgimizdir; Suriye bizim 35. eyaletimizdir, onu sonuna kadar savunacağız..’ demeye başlamıştı.
O günlerde, Irak, kendi içinde korkunç bugün de olduğu gibi, korkunuç patlamalarla kan gölü olmaya devam ediyor, hergün ortalama 30-40 kişi can veriyordu ve Nurî Mâlikî, bu patlamaların ardında Suriye Baas rejiminin bulunduğunu söylüyor ve Beşşar Eser rejimini terörist olarak niteliyordu. Ama, Amerikan emperyalizminin ilginç şekilde göz yumması ve İran’ın da yardımıyla, Mâlikî, bu söylemini değiştirmiş ve Beşşar’ın destekçisi durumuna geçivermiş ve dahası, Suriye rejimiyle arası bozulduğu için, Arab ülkelerine olan kara yolu nakil araçlarını Irak’dan geçirmek zorunda kalan Türkiye’ye de kendi ülkesinin kara yollarını kapatmıştı.
Ve bütün bunlar olurken, Tahran ve Bağdad medyası, Suriye’deki yüzde 12-15’lik bir azlık grubunu oluşturan ve 12 İmam Şiası’nca o zamana kadar, hattâ İslam inancı dışında gösterilen bir sosyal grubu şiî kardeşleri olarak nitelemeye, konuya mezhebî bir yaklaşım sergilemeye, Ürdün, Suudî ve Muhammed Mursî Mısırı’nın ve de Türkiye’nin, Suriye’deki Beşşar rejimine sünnîlik refleksiyle düşman olduklarını vurgulamaya başlayıp, Lübnan Hizbullah Teşkilatı’nın silahlı güçlerinin onbinler halinde, Suriye’ye girmesine ‘yeşil ışık’ yakılmıştı.
Bu ‘yeşil ışık’ın kim tarafından yakıldığını ise, Hizbullah örgütü lideri Şeyh Hasan Nasrullah, ‘Bizim için ölçü, Rehber’in emridir!’ diye açıklayacak, İran’ı gösterecekti, defalarca.. Ve, ‘Biz olmasaydık, Suriye rejimi iki günde çökerdi..’ diyecekti. Nasrullah, Beşşar rejimine karşı çıkan herkesi ‘yabancı, terörist ve tekfirci güçler’ olarak niteleyecek ve kendisi de en azından onlar kadar yabancı statüsünde ve kendilerine muhalifleri olan unsurları tekfir etmek açısından da tekfirci bir söylemle hareket edecek ve bu anlayış, Irak ve İran içinden de kendisine tarafdar bulmuş olmalı ki, binlerce savaşçının gönüllü -veya gönüllü görünümü altında- savaşçılar Suriye’ye gidecekti..
Tabiî, bu durum, Türkiye, Ürdün, Suudî ve Mısır’da da mukabil anlayışları benimseyen genç kesimleri harekete geçiriyordu.
İran bu konuda Türkiye’yi de suçlasa bile, en büyük rakibi Suudî rejimi idi.. Âdetâ, bu iki rejim savaşıyordu Suriye’de ve ikisinin güç gösterisi altında bütün bir Suriye halkı eziliyordu.
Bu acı tablo, herhalde, emperyalist dünya tarafından zevkle seyredilecekti, tabiatiyle..
*
Emperyalistlerin tek düşüncesi, İsrail’i tehlikelerden korumak..
Çünkü, bu gelişmeler içinde, emperyalist güç odakları için en temel hedef, herşeyden önce, İsrail rejimini korumaya almaktı. Bunun içindir ki, İsrail rejimi için tehlike teşkil etmiyecek veya en düşük seviyede tehdid oluşturacak olan tarafları desteklemek gerektiğini düşünmeye başlıyacaklardı. Bunun için de bugün karşılarında Beşşar rejiminden daha münasibi yoktu.
Çünkü, sionist İsrail rejimi açısından en büyük tehlike, Suriye’ye daha önce emperyalist dünya tarafından verilmiş olan yüzlerce tonluk kimyasal silahlardı. Bunun dışında, İsrail için tehdid oluşturacak başka bir silah yoktu. Beşşar da o silahların imha edilmesi için yapılan baskılara boyun eğmiş ve emperyalist dünya için mes’ele kapanmıştı.
*
Bu gelişmelere ve Lübnan- Hizbullah örgütüyle, İran ve Irak’ın onca desteklerine rağmen, Beşşar Esed rejimi durumunu bir türlü sağlama alamıyor ve Tahran ve Bağdad medyası, hergün, Beşşar’ın nihaî zaferini ilan etmek eşiğine geldiğini iddia etmesine rağmen, aylardır, duruma hâkim olamıyor ve hergün, yüzlerce insan can veriyor ve şehirler, yerleşim birimleri hava bombardımanları ve füzelerle daha bir yerle bir ediliyordu.
Türkiye’ye sığınan Suriye’li insanların sayısı 800 yüz bine dayanmıştı.
Ürdün ve Lübnan’da ise, Suriyeli 2 milyondan fazla sığınmacı bulunmakta.. Türkiye’nin, 80 milyona yakın nüfusu ve ekonomik gücüyle, bu büyük kitleye yine de nisbeten iyi bakabildiği kabul ediliyor, uluslararası gözlemcilerce de.. Ama, her ikisi de 4-5 milyonluk olan Ürdün ve Lübnan’ın o kadar ağır yükü nasıl kaldırabildiği bir ayrı facia.. Ve dünya bu duruma seyirci kalıyor.
*
Ancaaak..
Daha da tehlikeli olan durum, İslam adına mücadele verdiklerini söyleyen grupların kendi aralarında korkunç bir boğuşmalara tutuşmaları.. İlginç bir konu ise, Suriye’de geçen yarım asır boyunca daima büyük bir güç olduğu bilinen İkhwan tarafdarlarının, resmen henüz de İkhwan-ul’Muslimîyn olarak adına bu çatışmalarda yerlerini almamış olmaları..
Herhangi bir şehre hâkim olan her bir İslamî grup, Suriye’deki asıl karargâh olarak kendisini görüyor, diğer grupların kendilerine itaat etmesini istiyor.
Bu durumu, Afganistan’da da yaşamıştık.. Sovyet Rusya’nın çekilmesinden sonra, ‘mücahid’ teşkilatlarının birbirleriyle nasıl korkunç bir boğuşmaya girdikleri ve bu durumunu yıllarca sürdüğü hatırlanırsa, bugün karşımıza çıkan tablo hiç de iç açıcı bir gelecek va’detmemektedir.
Aynı öldürücü hastalığın bugün Irak’a da yansımış olması, tabloyu daha bir karartmakta.. Çünkü, Irak’da, hemen her gün, onlarca insanın ölümüyle sonuçlanan patlamalara ve Mâlikî Hükûmeti’nin bunları önlemekteki başarısızlığının ortaya çıkmasına rağmen, yerine bir yenisinin kurulamaması ve onun da, kendisine muhalif olan her grup ve kesimi, hemen ‘terörist’olarak suçlamak gibi bir alışkanlık sergilemesi hiç bir derde şifa olmazken..
İslam’ın ve Müslümanların yüzünü kara eden bir tablo..
Türkiye’de de bu yönde müslüman kesimler arasında bile çok farklı yorumlar yapılmakta.. Hattâ, bundan dolayı, müslümanlar birbirlerini kırmak noktasına gelmişler ve ağır suçlamalarda bulunmuşlardır. (Ki, bu satırların sahibi de, özellikle Suriye’de uyguladığı siyasetin, herhangi bir devletin stratejileri açısından izah edilebilir olacağını, ama, İslam adına hükmeden bir devletin bunu yapmasının yanlışlığını belirttiğinden ve İran’ın tavrını eleştirdiğinden dolayı ağır saldırı ve hakaretlere maruz kalmıştır.)
Özellikle, İran ve Irak’daki şiî müslümanlardan oluşan hükûmetlerin, Suriye’de ‘alevî’ denilen azlığın elindeki rejim aracılığıyla Akdeniz’e kadar uzandığı gibi stratejik güç kazanma faraziyeleriyle avunma vesilesi yapılması ise, daha bir acı..
Mâlikî Hükûmeti’nin de, tıpkı İran gibi, kendi içindeki sünnî kesimlere, ülke idaresinde bir söz hakkı tanınmamasına rağmen, başka ülkeleri ‘sünnî mezhebçiliği yapıyorlar’ diye suçlaması, inandırıcılığını daha bir yok ediyor.
Esasen, Kuzey Irak’daki Kürdistan Mıntıkası Hükûmeti’yle arası epeyce serin olan Mâlikî’nin durumu nasıl kontrol edeceği kocaman bir sual işareti oluşturmaktayken..
Son haftalarda, bir takım silahlı mücadele gruplarının kendilerini El’Qaide veya başka silahlı mücadele örgütleri adına, ortaya çıkıp, Enbar ve Fellûce gibi şehirleri ele geçirmeleri ve Irak rejiminin de şimdi bu şehirleri tekrar kontrolüne alabilmek için ağır askerî hazırlıklar yapması ve halk kitlelerini de bu şehirleri terketmeye çağırması, sonrasında nelerin olabileceğinin ipuçlarını az çok veriyor.
Ancak, bu bir çözüm oluşturabilecek midir?
Bu hususta, Erdoğan Hükûmeti, Bağdad rejimine yol göstermek istemektedir, ama, Bağdad Hükûmeti’nin Türkiye’ye bakışı da neredeyse giderek Beşşar’ın bakışı gibi..
Bu da karşımıza dünya kamuoyu karşısına, öyle bir tablo çıkarmakta ki, ‘İslam ve müslümanlar’ denilince.. ‘Haa, şu, birbirlerini boğazlayıp duran insanlar ve onların dini, değil mi?’ diye kitlelere duyurulmakta..
Bu da herhalde hiç de yüzağartıcı olmayan, utanç verici bir tablo çıkarmakta karşımıza..
Evet, üç sene öncelerde, Arab Baharı denilen halk patlamaları dalgalarının Suriye’ye ulaşmasından sonra, bu noktalara da gelineceği herhalde tahmin edilemiyordu..
***
Ve, F.Gülen’in ilginç mektubu üzerine..
F.Gülen’in Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bir mektub gönderdiğinden ilk olarak Başbakan Erdoğan sözetmişti 4 Ocak günü, bir kısım medya mensublarıyla görüşmesi sırasında..
Bu açıklamanın hemen ardından, F. G.’nin güdümünde olduğu bilinen ’Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ (GYV) isimli bir teşekkül çok kaba bir uslûbla devreye girip, o mektubun Başbakan’a gelmediğini açıklayıvermişti. Bu açıklama, F.G.’nin güdümündeki gazeteleri, dergileri, tv. kanalları ve bazı dernekleri ve oralarda bulunanların nicelerince, zımnen, ’Artık, o bizim hocamızın muhatabı değildir..’ havasında hemen her tarafa yayıldı. Halbuki, F. G. o mektubunda‚ ’ Diyaloğa her zaman açık bulunduğumuzu, binaenaleyh Zât-ı âlilerinizin ve sayın Başbakanın ortak tensiplerini tensibimiz sayacağımızı da belirtmek isterim. Bahse konu hususların sayın Başbakanla da paylaşılmasını arzu ederim.’ diyordu; sanki o mektubdan Başbakan’ın haberdar olmaması ihtimali varmış gibi..
Üstelik, sonra anlaşıldı ki, bu mektub işinin bu şekilde gelişmesinde etkin rol oynadığı anlaşılan Fehmi Koru, bu mektubla noktalanan Pennsylvania’ya gitmesinden önce, hem C. Başkanı Gül ile, hem de Başbakan Erdoğan’la görüştüğünü, onların da -yine zımnen- mesaj, tavsiye veya okeylerini aldığını açıklamış oldu.
Böyleyken, (GYV) isimli kuruluşun, Başbakan’ın muhatab olmadığını, -muhatab kabul edilmediğini- açıklamasından bir daha anlaşılıyordu ki, artık, ’dönülmez bir mücadele’ ye girmişlerdir.
Ancak, F.G.’nin C. Başkanı’na 22 Aralık 2013 tarihli olarak yazdığı mektubunda kullandığı üst perdeden dile getirilmiş olan,
’Sayın Cumhurbaşkanım,
Aziz dost, kıymetli insan,
Saygıdeğer Abdullah Gül Beyefendi
En içten hürmetlerimi arz eder, gönülden selamlarımla sağlık ve afiyet üzere bulunmanızı dilerim.’
şeklindeki ifadeleri ilgi çekiciydi ve yakın geçmişe kadar Tayyîb Bey’e ve daha önceleri ise, General Kenan Evren ve General Çevik Bir’e ve daha nicelerine hitaben kullanmış olduğu ifadelerden farksızdı.
F.G., eğer bu gibi övgülerle Gül’ü kendisine çekebileceği umudunu taşıyorsa, -bazı çevrelerinin o yönde mânâlar çıkarmaya çalışmalarına rağmen-, umarım, yanılıyordur.
Çünkü, gerçi siyasette kimse için kesin ifadeler kullanılamaz ama, Gül ve Erdoğan’ın birbirlerine tuzak kuracakları ihtimali çok uzak ve hattâ uçuk olsa gerektir. –Bu, aynı zamanda, bu satırların sahibinin bir temennisidir de, elbette..-
Ama, F.G.’nin mektubundaki bazı ifadeler, ’devlet içindeki önemli mevkılere gelmiş kadroları aracılığıyla, yönetimde hâlâ etkili olduğunu, kendisinin de yolgöstermek gücünü buradan aldığını’ hissettirmek ister gibi bir hava taşıyor ve talebleri karşılandığı takdirde, 'Dost ve arkadaşlarımın da sükûtu tercih edecekleri kanaatindeyim' gibi cümleler kullanıyordu.
F.G., mektubunda en ağır ifadeleri kendisinin kullandığını hatırlamazlıktan gelip, bir yerleri suçluyor ve ’Zamanla içtimai hayat içinde birçok insanın hadiseye dahil olması neticesinde maalesef yer yer nezaket ölçülerinin dışına çıkan bir üslup ile çok çirkin söz ve karşılıklı isnatların gündemde olması hasebiyle bunun önüne geçilmesi gerektiği akl-ı selim sahiplerinin öncelikli bir zaruret olarak gördüğü bir husus. Özellikle bir kısım medya kuruluşlarında kara propaganda sayılabilecek yayınları sona ererse, dost ve arkadaşlarımın da sükûtu tercih edecekleri kanaatindeyim. Fakir'in de bu meselenin önünü kesmek için elinden geleni yapacağını bilmenizi isterim. Sürekli çirkin şeyler neşreden bir kesimin o kötü neşriyatının durması hususunda Zât-ı alinizin de ciddi etkili adımlar atacağınıza, yeniden akl-ı selime dönüşü sağlayacağınıza inanıyorum ve sizden bunu kemal-i samimiyetle istirham ediyorum.’ diyor ve amma, hemen arkasından da, hem kendisinin bu gelişmelerde bir dahlinin olamıyacağını tevazû sûretinde dile getirip, arkasından da kendisine aid bir gücü varsa, onu harekete geçirebileceğini belirterek, devletin yönetimindeki memurların tayin, terfi, azil veya yerlerinin değiştirilmesinde takınılan tavra karşı itirazını dile getiriyordu.
’Böyle bir durum sözkonusu değildir..’ diyenler, devletin yönetimine müdahale hakkı olmadığı halde, yönetim mekanizmasında bulunan kişiler üzerinde Hükûmet’in tasarruf hakk ve yetkisini kullanmasına bile, ’onlar kanunî vazifelerini yapıyorlardı..’ diyerek, siyasete sonuna kadar dalan ve dilediği gibi konuşup, tansiyonu yükselten bir kimsenin, sonra da, tansiyonu düşürmek gücü olduğunu hatırlatmasının başka ne mânâya geldiğini izah etmeleri gerekir.
Evet, şu satırları bir daha okuyalım:
’Muhterem efendim,
Devletin kanun çerçevesinde yürüyen işleyişi hususunda emir verme, müdahale etme ya da memurları bir noktaya sevk etme konumunda bulunmadığım Zât-ı alinizin malumudur. Bununla birlikte, sohbetlerimde tansiyonun düşürülmesi adına dost, muhip ve sevenlerimize itidal tavsiye etmemin faydalı olacağı kanaatime sahip iseniz, bu hususta elimden gelen gayreti ortaya koymaya amadeyim.
Medyanın takip ettiğim kadarıyla, kamuoyunun da vakıf bulunduğu işleyen hukuki bir vetire ile ilgili olarak, bir taraftan görevliler kanunlar çerçevesinde vazifelerinin gereğini yerine getirerek suçluları tespit etmeye ve haklarında işlem yapmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, bu konuda sadece görevlerini yapmakla meşgul bulunan veya herhangi bir şey yapmasa da başka illerde olan bazı kimseler hakkında belli bir itham olmadan işlem yapılıyor. Kanunların belirlediği vazifeleri yine kanunlar çerçevesinde yerine getiren memurînin sırf belli bir yere nispet edilerek engellendiğini ve hatta süreçle hiçbir ilgisi olmadığı halde yine aynı nispete dayandırılarak tasfiyelerin (daha doğrusu kıyımların) yapıldığını üzüntüyle izlemekteyim. Devlet memurlarının üzerlerine gidip onları vazifelerini yapmaktan men etme ve masum vatan evladını sadece belli bir yere nispet ederek tasfiyeye/ kıyıma tabi tutma konusunda biz sussak bile zannederim maşeri vicdan susmayacaktır.’
Evet, bu sözleri söyleyen kişinin, hele de, milletin seçtiği bir hanım M. Vekili’ne, Merve Kavakçı Hanım’a, (sırf, Meclis’e, inancının gereği olan örtüye riayet ederek gelmesinden dolayı), ’Burası devlete meydan okuma yeri değildir, bu kadına haddini bildirin..’ diye tepinen ve sonra da sadece Meclis’ten değil, vatandaşlıktan bile atan Bülent Ecevit ve S. Demirel’e övgüler yağdıran ve Ecevit’i, siyaset alanındakilere bir fazilet timsali olarak niteleyen bir kişi olduğunu geliniz de hatırlamayınız. Sahi, şimdi, -Devletin memurlarının icraatının sorumluluğunu kendisi mi taşıyor, Hükûmet mi, bunu hatırlamak bile istemeksizin, kendisine bağlı olduğunu hissettirdiği- bazı tayin ve nakiller karşısında olduğu gibi o zaman da yüreciği yanmış mıydı, bu zâtın? Ve bunu o övdüğü kişilere bildirmiş miydi?,
*
F.G., mektubunun devamında daha da ileri giderek, kendi cemaatine mensub olanların, yıllardır, kemalist-laiklerle kolkola girip, kendileri dışındaki, özellikle de müslüman tipleri bile dışlamak, yıpratmak ve kaçırmak yolunda geliştirdikleri ağır baskılarını hatırlamayıp, şimdi kendi bağlıları olduğu anlaşılan bazılarının hemen kendi yanına koşup gözyaşı dökmelerinden çok mahzun olduğunu ve bunları da bir kısım medyadaki yayınlardan hareketle, C.Başkanı’na duyurması ilginç değil mi?
Buyrunuz, o satırları da okuyalım:
’Sayın Cumhurbaşkanım,
Ayrıca, kamu kurumlarına giriş mülakatlarında ciddi bir eleme gayreti bulunduğu dillendiriliyor. Şu anda da eskiden beri olduğu gibi bazı insanlar hakkında 'Şu cemaatten, bu tarikattan; şu dershaneye gitmiş, bu okuldan mezun olmuş!' denilerek bilgi toplama ve engelleme yapıldığı ifade ediliyor. Bu haksız uygulamanın sadece genel müdür, müdür veya emniyet amiri konumunda da kalmadığı, ta memurlara kadar inmiş bulunduğu söyleniyor. Şimdiye kadar hayatın değişik alanlarında yalnızca 'falan yere, müntesip, falancı.. filancı..' görüldüğünden dolayı mağduriyete uğramış pek çok insanın yanımda gözyaşı döktüğüne şahit oldum. (…)Bu ülkenin öz evladı, masum Anadolu insanlarının bir kısım kara listelere kaydedilmesine ve önlerinin kesilmesine matuf gayretlerin artık bütünüyle sona ermesi gerektiği kanaatindeyim.’
*
Ya, F.G.’nin daha da ilginç olan başka cümleleri de var, mektubunda..
O, kendisine bağlı cemaatin, yıllardır kendisi dışındaki hemen bütün İslamî grupları dışladığını, ’hoşgörü’sünü başkalarına karşı sergilediğini görmezlikten gelip, şimdi yanına bazı grupları çekmeye çalışıyor ve Gül’e mektubunda, şöyle diyordu: ’Süleyman Efendi'nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti'nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalmayacağı nasıl söylenebilir?!.’
Bunun adına, en hafif tabiriyle, ’mücadelede, yedek güçler aramak taktiği’ deyip geçelim, ama, başkaları bunun ne mânâya geldiğini daha ağır kelimelerle ifade edebilirler.
Bağlılarının, ’mektubun muhatabı Başbakan değildir..’ diyerek Abdullah Gül ile Tayyîb Erdoğan arasına bir ihtilaf koyma çabasını hissettirmelerine rağmen, F.G., bütün bu yazdıklarından ve o korkunç beddualarından ve de devlet yönetimdeki asıl sorumluların işlerine, medya rivayetleriyle veya bağlılarının gözyaşlarıyla nasıl da karıştığını dolaylı şekilde de olsa itiraf eden korkunç satırlarından sonra, mektubunun son cümlelerinde ise, ülkede huzurun tesisi adına elinden geleni yapmaya hazır olduğunu lûtfedip, şöyle diyordu:
’Devlet büyüklerimizin uzatacakları dostluk ellerini mutlaka tutacağımızı, bize karşı samimiyetle atılan her adıma -ilahi ahlaka iktîdaen- on katıyla mukabelede bulunacağımızı, arkadaşlarımıza, dostlarımıza ve sevenlerimize itidal tavsiye ederek huzurun temini adına elimizden geleni yapmaya çalışacağımızı ve her zaman sulhun takipçisi/destekçisi olacağımızı arz ederim.’
Evet, gerilimi yükseltmenin ve tansiyonu düşürmenin, her iki durumun manivelasının da kendi olduğunu hissettiren bir uslûb.. Ve, ’Ba’d-el’kharâb’ul Basra...’ (Basra’nın harâb olmasından sonra..)
F.Gülen’in, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden bir ay sonra yayınlanan Sızıntı dergisinde, darbenin lideri General Kenan Evren'e yazdığı mektubunda, "İşte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin ümit ışığı saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz." sözlerini; kezâ, 28 Şubat 1997 Zorbalığı sürecinde General Çevik Bir'e yazdığı ve "Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabûlünü arz ederim efendim." diye biten mektubunda, "Genel Kurmayımız'ın çok değerli İkinci Başkanı. Sayın Komutanım. (…)Değerli Komutanım. Kahraman ordumuzun şerefli bir mensubu ve en yüksek rütbede bir komutanı…Yüksek af ve hoşgörünüze sığınıyorum.. (…) Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş biri olarak kapatılmalarını teşvik ederim..’ şeklindeki sözlerini hatırlamakla yetinelim.
Sanırım, fazla söze gerek yok..
haksöz