Selâhaddin Çakırgil
Sahi, ’Müslüman Toplumlar Olgunluktan Yoksun’ mu?
C.Başkanı Abdullah Gül, BM. Genel Kurul çalışmalarına katılmak üzere gittiği New York’da 22 Eylûl günü yaptığı açıklamada, ’İslam dünyası, kendi problemlerini kendisi çözecek olgunlukta değil..’ demiş.. İlk planda doğru gibi gözüken bir değerlendirme denilebilir.
Çünkü, müslümanların çoğunluklu olarak yaşadıkları toplumlardaki sosyo-politik durum ortada.. Keza, ekonomik durum da ortada.. İran, Irak ve S. Arabistan gibi ülkeleri ayırırsak, petrol zengini olan diğer rejimlerin küçücük nüfuslara sahib olduğunu ve bu küçücük şeyhliklerin, emirliklerin saltanatlarını nasıl sürdürdüklerini tekrara gerek bile yok.. Müslüman coğrafyalarının büyük kısmı ise, dünyadaki ekonomik sınıflandırmalar açısından bakıldığında büyük çapta fakirlik çizgisi altında.. Esasen, dünyadaki 1,5 milyara yakın olan -yani, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan- müslümanların ekseriyette yaşadığı ülkelerin yıllıkgayrisafî millî hâsılaları, yazık ki, 55-60 milyonluk bir Fransa’nın yıllık GSMH kadar bile olmuyor. Bu konuda bir de petrol üretimini bir kenara bırakırsak, tablo daha da içler acısı bir tablo oluşturur.
Demek ki, ortada çok çarpık, dengesiz ve adâletsiz bir durum var.
Ancak, bu tabloya bakarak, müslüman toplumların kendi problemlerini halledecek olgunlukta olmadığı şeklinde bir tesbite ulaşmak ne kadar doğrudur?
Çünkü, bu toplumların hemen tamamı, hele de son 200 yıl boyunca, emperyalist-şeytanî güçlerin boğazına kemend geçirdikleri ve sonra da, herbirisinin başına, dilleri ve derilerinin renkleri yerliler gibi olan, ama, duygu, düşünceleri ve zevkleri, kalb ve beyinleri emperyalistlerin isteğine ayarlanmış, yönetim anlayışları açısından, diktatöryal yapıdaki dayatmacı, zorba kişi veya kadrolar oturtulmamış mıdır?
Böylesine boyun eğdirilmiş, susturulmuş, ezilmiş, duygu ve düşünceleri resmî ideolojilere göre şartlandırılmış toplumlarda bir olgunluktan söz edebilmenin imkânsızlığı ortadadır. Ama, bundan dolayı, müslüman toplumlar nasıl suçlanabilir?
Asıl suçlanması gerekenler olarak..
Emperyalist güçlerden insaf ve adâlet bekleyemeyeceğimize göre, onları suçlamayalım. Onlar, fıtratlarının gereğince amel ediyorlar ve düşmandan şifa beklenecek de değildir.
Asıl suçlanması gerekenler, en azından, bu toplumların başında bulunan yönetici kişi-kadro veya sınıflardır.
Eğer, müslüman toplumlarında gözlenebilen bir olgunluk yoksulluğundan sözedilecekse -ki, böyle bir durum elbette vardır-, bunun aslî sebebi, müsebbibi ve sorumlusu, bu müslüman toplumların yönetimini haksız olarak, zer ve zor (altın/ servet ve silâh) gücü ile, entrika ile, darbelerle ele geçirmiş olan ve bu toplumlara, istemedikleri bir hayatı dayatan sulta ve saltanatları sahibleri ve de, kendi toplumlarının tepesinde, emperyalist güçlerin temsilcisi olarak bulunan zorbalar güruhudur.
Keşmir, Filistin, Cezayir, Afganistan, Moro, Bosna, Sudan, Kosova, Tacikistan, Kırgızistan, Çeçenistan, İran, Irak, Yemen ve son olarak Suriye’de akan bunca kan, İslam’ın ve müslümanların suçu mu; yoksa, emperyalist güçlerin ’Cehennem, yani diğerleri..’ anlayışına uygun bir dünya görüşüne sahib olmalarının sonucu mu? Onlar kanlı ellerini çekseler, bu kanlı boğuşmaların hemen hiç birisi en azından bu çap ve derinlikte meydana gelmezdi..
Bütün bu müslüman toplumların içine sürüklendikleri iç-savaşların, boğazlaşmaların, hiç birisinde, İslam ve bu dine bağlılık dikkati içindeki müslüman toplumların dahli olmayıp, belki çarpıtılmış, saptırılmış ve İslam adına kutsanmış kan dökücülüklerin arkasında bile, hep şeytanî güçlerin, emperyalist dünyanın ve onlara bağlı yerli kadroların etkileri açıktır. Yani, müslüman toplumlara bir yafta olarak vurulacak bir olgunluk zaafiyetinden söz edilemez.
Evet, müslüman toplumlar, kendi inanç değerlerine, kendi hayata bakış açılarına göre bir sosyal düzen, bir rejim, bir adâlet ve eğitim sistemi, dünya nimetlerinin âdilâne şekilde paylaşımını, ’qıst’ı sağlıyacak bir düzeni gerçekleştirememişlerdir. Adâletsiz ve dengesiz, ister istemez tahakkümcü, zorba rejimlerin egemen olduğu, sosyal sınıflar arasındaki bağların zayıflığı veya kopukluğu giderek derinleştirilen ve belirli şeytanî odaklarca iç-çatışmalara sürüklenmeye çalışan toplumların olgunluğundan elbette söz edilemez. Ama, bu sonuçtan dolayı, ayaklarından zencire vurulmuş, beyinleri kelepçelenmiş, kalblerinde korku ve nefretten başka bir şey şey bırakılmamış toplumlar mı sorumlu sayılmalıdır? Yoksa, müslüman toplumlarının başına kondurulmuş emperyalist kuklası kişi veya kadrolar mı?
*
Bu arada, kullanılan terimler üzerinde de durmakta fayda var.
Abdullah Bey, sözleri sözkonusu değerlendirmesini yaparken, ‘İslam dünyası’ ifadesini de kullanıyor.
Keşke, ’İslam dünyası’ yerine ’Müslüman coğrafyaları..’ veya benzeri bir isimlendirme yapılsaydı..
Çünkü, İslam sadece belli bir coğrafyaya aid değil, bütün zaman ve mekânlara ve toplumlara hitab eden, cihanşumûl/ universal bir dindir..
’İslam dünyası’ dediğimiz zaman ise, İslam’ın belli coğrafya ve belli halklara mahsus bir din gibi algılanmasına yol açılmış olur ki, bu yaklaşım da, İslam’ın doğru olarak algılanmasının yolunu keser. Bunun yerine, halkının ekseriyetini müslümanların oluşturduğu coğrafyalara, ’müslüman coğrafyaları’ denilmesi daha doğru olsa gerek..
*
Bu hususlar Abdullah Bey’in -muhakkak ki- bilmediği konular değil.. Bu satırların sahibi, onun, geçmişteki seleflerinden hiç birisiyle kıyaslanmıyacak derecede bir kalb derinliğine, bir gönül zenginliğine sahib olduğuna şahidlik edebilir. Ancak, ayaküstü beyanat verirken, kullanılan kelimelerin seçiminde yeteri kadar özen gösterilemeyince, işte böyle, kendi kalemize gol atmak gibi bir abes durum, ’müslüman toplumların kendi mes’elelerini çözecek olgunlukta olmadığı’ gibi bir iddialı söz ortaya çıkabiliyor. O zaman da, ’Bizim köyde muhtar olacak adam yok, başka köyden muhtar getirelim.’ gibi köy fıkralarıhâfızâlarda canlanabiliyor.
Abdullah Bey, ’Batı da çok kan döktü, ama sonunda bir diplomasi geliştirdi..’ diyerek, Batı toplumlarının, kendi mes’elelerini halledebilecek bir olgunluğa eriştiklerini’ belirtiyor ki, burası da şüphelidir.
Çünkü, bu toplumların, daha 200 yıl öncesine kadar kendi içlerinde nasıl bir korkunç kavmiyetler-mezhebler ve sosyal sınıflar arası boğuşmalar içinde oldukları unutulamıyacağı gibi, son yüzyılda da, beşer tarihinin iki büyük Dünya Savaşı’nın ikisinin de bu coğrafyalarda, milyonların birbirini boğazlayarak cereyan ettiği gözden uzak tutulamaz. Hele, Bütün hemen hristiyan toplumların kültürlerini ve tarih devirlerini derinden etkileyen anti-semitizm, (yahudi düşmanlığı) şeklindeki histeri krizinin her an nüksedebileceğine, yeniden hortlamaya hazır bir saatli bomba gibi durduğuna dair kanaat giderilemediği gibi, bu saplantının yaygın bir yabancı düşmanlığına ve hele de ’İslamofobi’ye (İslam korkusu’na)dönüşmekte olduğu hatırlanırsa, bu konular üzerinde biraz daha derin düşünmek gerekir.
Bugün, bu toplumlar, o acıların ve yeni Dünya Savaşı’nın tekrarlayabileceği korkusu ile, nisbî bir barış içinde yaşıyorsa da, sömürü sistemleri biraz bozulduğunda, bu sosyal yapıların tekrar nasıl canavarlaştıkları görülecektir.
Müslüman toplumlarda ise, zorba yönetici kadro ve sınıfların, tahakkümlerini sürdürmek için halkları ezmeye ve birbirine kırdırmak istemesine rağmen; müslüman halklar, inançlarından kaynaklanan ve’Allah’ın bütün yarattıklarına merhametle muamele ediniz..’ şeklinde özetlenebilecek bir insanî-vicdanî frenle, sosyal grupların, kavimlerin, mezheblerin, sosyal sınıfların birbirlerini katliâm etmesi gibi canavarlık sahnelerinden büyük çapta çok uzak olup, bu da, müslüman toplumların sahib oldukları olgunluğu ve gönül derinliğini göstermektedir.
Bu, taassub içinde bir körü körüne savunma sayılmamalıdır.
Gerçi, müslüman toplumların içinde, -tekrar edelim-, emperyalist-şeytanî güçlerin ve kültürlerinin etkisiyle de hareket eden, tâgûtî bir takım güç ve anlayışların zebunu olan yönetici / zorba kesimler ve sınıflar yok değil, ama, eğer, emperyalist güçlerin bu kesimler üzerindeki himayesi olmasa, müslüman toplumların bu zorba ve tâgûtî güçleri başlarında tutmayacakları açıktır.
Bu bakımdan, emperyalist güçler, devamlı olarak, müslüman toplumların aleyhine işlenecek her türlü entrikalar için himaye ve destek planları hazırlarken ve, -Mısır’da olduğu üzere-, bir askerî darbeyi biledarbe olarak nitelemekten kaçınmak bir yana; bir de demokrasinin kurulması çabası diye kutsayan bu şerr güçler cebhesinin entrikaları dururken, müslüman toplumların olgunluk yoksunluğundan söz etmek şeklindeki ve içeriği izah edilmeyen ifadeler, sanırım ki, bizzat Abdullah Bey’in gönül dünyasına dagîrân/ ağır gelir.
haksöz