Selâhaddin Çakırgil
Sahi, müslümanlar işlerini "şûrâ" usûlüyle mi...
Sahi, müslümanlar işlerini "şûrâ" usûlüyle mi gerçekleştiriyor ve seçimler halkla istişare midir?
Yeni bir seçim sath-ı mailindeyiz.. Mahallî seçim bile olsa, küçümsenemiyecek bir sosyal konu bu.. Artık nüfusun yüzde 65-70"inin şehirlerde, belediye kuruluşlarının sınırları içinde yaşadığı ve de, halkın kamu alanındaki işlerinin yüzde 70"inin de mahallî idarelerle olduğu düşünülürse, bu seçimlerin hiç de önemsiz sayılamıyacağı anlaşılır..
Çeşitli cenahlar, gruplar, partiler, cereyanlar veya ideolojilerden niceleri, iktidarını korumak; kimileri iktidarı elde etmek; kimileri "Bu yarışta biz de varız.." demek ve kimileri de, bugün için bir iddiaları olmasa bile, kendilerinin seçim dengelerini ve dolayısiyle sosyal hayatın dengelerini zorlayabilecek bir "çekirdek kadro" olarak hayatiyet güçlerini koruduklarını göstermek için, bu mücadeleye var güçleriyle sarılmaktadırlar..
Bizim inancımıza karşı bir tuzak olarak kurulmuş olan bir sistemi bertaraf etme gücümüz yoksa; günlük hayatımızı sürdürmek için, nasıl ki gayrimeşru" iradelerin kimlik ve pasaportlarını, paralarını taşıyor; bir takım değerler sistemini ve kanunî müeyyidelerini yerine getirmek zorunda kalıyorsak; mahallî idarelerin iradelerini de, aynı şekilde ve istemiyerek de olsa..
Bu bakımdan, halkın günlük hayatının daha kolaylaştırılmasını sağlıyacak münasib yöntemlerle sürdürülmesinde, bu temelinden bozuk olan sistemin kurumlarını temelinden düzeltmek imkanımız yoksa, en azından, daha münasibinin işbaşına gelmesinde etkili olmak imkan ve ihtimalini de gözönünde bulundurmak akl-ı selimin de bir gereğidir.. Çünkü, sistemi toptan, temelinden de reddedip, halkımızın inanç temellerine göre yeni ve sağlıklı bir nizam oluşturmak mücadelesi, sözlü iddiaların dışında, fiilî olarak ortaya konulamadığı müddetçe, bir masabaşı kuruntusu ve bir laf ebeliğinden öteye bir manâ ifade etmemektedir..
*
Çok uzak geçmişte değil, daha 1965-70"lerin genç nesilleri olan bizler bile, İslamî çözüm yollarını düşünürken, "seçim" ve "halkın rey ve iradesi" konusuna daha farklı yaklaşıyor ve ama, bunun nasıl olacağını bir türlü sağlıklı bir zemine oturtamıyorduk.. (Ki, bir takım küçük ve katı cereyanlar bugün bile, müslüman toplumunu nasıl yöneteceklerine dair, masabaşı teoriler geliştiriyorlar ve hayâl âlemlerinde bütün herşeye karar veren mevkı ve yetkide gördükleri "ehl-i hal ve"l-aqd" hey"etleri oluşturuyorlar.. Ama, bu hey"etlerin kimlerden ve nasıl belirleneceğini soracak olursanız.. Ortaya koydukları formül, genelde, kendi küçücük gruplarının hayâlî diktatörlüğünde gerçekleşebilecek bir dünya tezine dayanmaktadır...)
Bu konularda, sağlıklı cevablar bulmaya çalışırken, bu konuların hattâ, İst. Üni. Edebiyat Fakültesi"nde verdiği derslerde, (rahmetli) Muhammed Hamidullah"a da sorulduğunu ve onun da bu hassas konulara, karşı sualler sorarak cevablar bulmaya çalıştığını hatırlıyorum..
Çünkü, neyin nasıl olduğuna dair bilgilerimizi elyordamı şekillendirebiliyorduk..
*
Sözün burasında, bazıları, "sultanların etrafında, istişare hey"etlerinin olduğunu" söyleyeceklerdir.. Bu, tamamiyle yanlış da sayılmaz.. Çünkü, muhakkak ki, aklı başında her hükümdarın, hükûmet edenin, etrafında bir takım danışmanları olur/ olmalıdır..
Ama, Sultanların istişare halkasında, "halk" yoktu.. Onların istişaresi, kendi yakın çevrelerindekilerden, kendilerine ni"metler, makamlar, mansıblar verdiklerinden oluşurdu..
Hattâ, öyle ki İbn Kemâl, Zenbilli Ali Cemâlî, Ebu-s"Suûd ve benzeri ulemânın Padişah"lara, itirazlarını bile, ancak, "Sizlerin âhiretinizi de düşünmek zorundayız.." diye dile getirebildikleri de bilinmektedir.. (Bu vesileyle hatırlayalım ki, 46 yıl saltanat süren Sultan Süleyman döneminde, tarihî kaynaklar, 13 şeyhulislam"ın gelip geçtiğini ve bunlardan sadece birisinin vefat yoluyla vazifesinden ayrıldığını; diğerleri hep "azl" yoluyla uzaklaştırıldıklarını bildiriyor.. Çünkü, onlar, Sultan efendimizin hoşuna gitmeyen görüşler dile getirmiş oluyorlardı..)
Sultan"ı "zıll"ullah"ı fi"l-arz" (Allah"ın yeryüzündeki gölgesi) gibi ululamalar da işin cabası.. Ma"zeret ve en büyük savunma mekanizması ise, onlar olmazsa, yeryüzünde düzen kalmıyacağı görüşü..
Bu görüş, bir dereceye kadar savunulabilir de.. Amma, bu görüş ve yaklaşımı bütün diktatörler için de dile getirenler de olmuştur. Ne var ki, mezarlıklar, kendilerinin vazgeçilmez olduğuna veya işlerini tamamlamadan dünyadan geçtiklerine inanılanlarla doludur..
*
Bu düşünce tarzı, laik cebhe için de daha bir geçerlidir.. Laik cebhe de ise, zâten, kendilerini hep yönetmek için varolduklarına inanan bir güçlü zorbalar taifesidir; ki, kendilerini halkı, halk için ve amma, halka rağmen yönetmek hakkını haiz olduklarını düşünürler ve, "câhil, okuma-yazması bile olmayan insanların, yıllarca okuyup bir takım diplomalar kazanmış, bir takım makamlara gelmiş olanlarla eşit tutulamıyacağı" görüşünü gündeme getirmektedirler.. (M. Kemal"in de daha 30 yaşlarındayken.. "Ben bu kadar okuyacağım ve sonra da... Toplumu kendi istediğim gibi şekillendirmek hakkım kabul edilmeyecek, olacak şey mi bu..." şeklinde jakoben/ tepeden inmeci bir anlayış çerçevesinde düşündüğü, "Mustafa" filminde, kendi notlarından aktarılmaktadır ve bütün kemalistlerin anlayışı da genelde böyledir!.)
Bu anlayış tarzlarında karşımıza çıkan kafa karışıklığını da tabiî karşılamak gerek..
Çünkü, bizden öncekiler de bunun sağlıklı bir cevabını verememişlerdi..
Beyinlerimiz, bir "sultan / padişah/ melik/kral, şah/ şef/ lider/ önder/ başkan " vs.. gölgesinde gelişen ve kökleri asırlarca geriye uzanan bir kültüre göre şekillenmiş veya şartlanmıştı.. Ve, onlar herşeyi bizden daha iyi düşünür; düşünen beyinlere ise zararlı fikirler üşüşürdü..
Kitlelerin bu gibi konulara yaklaşımı ise, genelde, (Giden ağam ise, gelen paşamdır...) sözündeki mentaliteye göre şekilleniyordu..
Bu, her ne kadar, çok pragmatist ve her geleni baştâcı etmeye âmâde bir anlayış olarak karşımıza çıkıyorsa da; bunun, birilerini ebedî lider, büyük ve benzersiz önder kabul eden beyinlerin telkın ettiği bir sosyo-politik düşünce ve düzenden daha geri olmadığını da söylemek mümkündür..
*
*Tarihi "qıssa" olarak değil de, hisse almak için okumak..
Müslümanlar olarak, tarihimizin ilk dönemindeki ve örnek edindiğimizi söylediğimiz zaman dilimini çok derinlemesine düşünüp düşünmediğimizi merak ediyorum..
Resul-i Ekrem (S)"in, müslümanlarca Asr-ı Saadet diye isimlendirilen döneminden sonra gelen ve 30 yıl kadar süren Khulefa-y"i Râşidiyn dönemi olarak anılan zaman dilimi üzerinde sahi, çok dikkatlice durup durmadığımızı da düşünmeli değil miyiz?
Meselâ, Resul-i Ekrem (S)"in rıhletinden, dünyamızdan ayrılmasından hemen sonra, Hz. Peygamber"in yerine, ümmetin başına geçecek şahsın belirlenmesinde (Beni Saide Saqifesi"nde) cereyan eden çetin tartışmalarda ve hattâ, neredeyse bir iç kavganın eşiğine gelindiğinin anlaşıldığını o dönemde, sadece Medine"deki müslümanların sözhakkı olduğu gibi bir görüntünün ortaya çıktığı üzerinde, genelde pek durmamaktayız.. Halbuki, o zaman, merkez Medine olmakla birlikte, müslümanlar Arab Yarımadası"nın hemen tamamına hükmedecek kadar yayılmışlar ve güçlenmişlerdi.. Ama, o bölgelerdeki müslümanların, Medine"deki merkezî otoritenin belirlenmesinde bir etkilerinin olmadığı gibi bir tablo çıkıyor karşımıza.. Halbuki, "Şûrâ" sûresi, 38. âyette, "onlar (müslümanlar), işlerini kendi aralarında şûrâ" yoluyla görürler.." buyruluyor, yönetim metodu gösterilmiş oluyordu..
Hz. EbuBekr"in 2,5 yıl kadar başkanlığını müteakib, vefatı öncesinde, yerine, Hz. Ömer"i tavsiye ettiği ve buna bir itirazın olmadığı ve o tavsiyeye göre hareket edildiği anlaşılıyor..
Hz. Ömer"in 10 yıllık hükûmetinden sonra, vefatıyla sonuçlanan ağır şekilde yaralanmasını müteakib, müslümanların önde gelen isimlerinin, o"na kendi yerine hemen birisi göstermesini hatırlattıklarını ve O"nun da, (kaynaklarda işaret edildiğine göre..) "Başkasının günahını üstlenemem.." dediğini; oğlu Abdullah (Abdullah bin Ömer)"ı bırakmasını isteyenlere de, "Bir aileden bir kurban yeter.." diye olumsuz cevab verdiğini ve ısrarlı talebler karşısında, nihayet bir "şûrâ" oluşturulmasını istediğini biliyoruz.. Amma, kendisinden sonra işbaşına getirilmesi muhtemel bazıları için hattâ ağır eleştiriler yaptığını da..
Sonra, o "şûrâ" hey"eti adına, Abdurrahman bin Avf tarafından, (Medine"deki) toplumun iradesinin Hz. Osman üzerinde toplandığı görüşü açıklandı..
*
*Asıl suçlu, sadece Mervan mıydı ve Mervan bizi de kuşatmamış mıdır?
Amma, Hz. Osman"ın 12 yıllık hükûmet döneminde, yönetim bozuklukları zirveye çıkmıştır.. Ki, sünnî kültüründe, bu bozulmanın aslî faili olarak, genelde Mervan bin Hakem gösterilir ve suçlanır.. Mervan ve babası Hakem, "Resul-i Ekrem (S)" zamanında, Medine"den uzaklaştırılmıştı.. İltibasa, farklı şekillerde anlaşılmaya müsaid mantık kurnazlığı güçlü sözler söyleme mizaçları olduğu anlaşılan bu baba-oğulun, Hz. Osman zamanına kadar Hükûmet merkezine, Medine"ye döndürülmemesi ve amma, Hz. Osman zamanında ise, sadece döndürülmekle kalmayıp, adetâ "Khılafet Başmüsteşarlığı" denilebilecek bir makama getirilmesi ve geçmiş sürgün yıllarının intikamını alırcasına bir uslûb ile hareket etmesinin yolunun açılması, o dönemi korkunç şekilde zehirlemiş ve sonunda, Medine"nin isyancıların eline düşmüştü..
Ve, o büyük gaile, Hz. Osman"ın da fecî şekilde katledilmesiyle sonuçlanmıştı..
Böylece, "halife öldürmek" de bir gelenekleşme eğilimi kazanıyordu.. Çünkü, Hz. Ebu Bekr, normal yatağında dünyadan ayrılmışken, Hz. Ömer öldürülmüştü ve ondan 12 sene sonra da Hz. Osman öldürülüyordu..
Bu gelenekleşme eğilimi o kadar korkutmuş olmalı ki, önceleri halifelik veya riyaset için yarışan veya üzerindee çetin rekabetler tezgahlanan isimlerden kenara çekilivermişti..
Hz. Ali"nin seçimi ise, ortada artık riyasete kimse tâlib olmadığından, herkesin kaçınması üzerine, Hz. Ali"ye adetâ yalvarırcasına baskılarla kabul ettirilmek suretiyle gerçekleştirilmiştir..
Ama, bu tevfiz, işbaşına getirme ameliyesi de yine sadece Medine ve çevresinde cereyan etmektedir.. Halbuki, müslümanların hâkim olduğu topraklar, artık, taa Anadolu"yarımadasının doğu yarısına, Kafkasya ve Hazar Denizi"ne, İran ve Pencab Vadisine (bugünkü Pakistan"a), Mısır üzerinden Kuzey Afrika sahil şeridine doğru uzanmıştı..
Ama, Hz. Ali, bozulan sosyal organizasyonu, yönetim organizasyonunu, hükûmet mekanizmasını yeniden rayına oturtmak isterken, içerde büyük gailelerle karşı karşıya gelecekti.. Önce, Peygamber hanımı olması hasebiyle (Umm"ul Mu"minîn /Mu"minlerin annesi) diye anılan Hz. Aişe kumandasında, Talha ve Zubeyr gibi ünlü sahabelerin de başı çektiği ve Cemel Vak"ası diye isimlendirilen büyük ısyan hareketi, onulmaz acılar içinde, bertaraf edilir..
Bu büyük faciayı, Hz. Osman"ın kaatillerinin cezalandırılması adına Hz. Ali"nin Hükûmeti"ne ısyan eden Şam Valisi Muaviye"nin güçleriyle Sıffîyn"de savaşmak zorunda kalınması faciası izler.. Meşrû" hükûmetin ordusu, ısyancı güçleri bertaraf etmek üzereyken, Hz. Ali"nin Mısır Valililiği"nden azlettiği Amr ibn-ul"Âs"ın kurnazlığıyla devreye girer ve ısyancı güçler kılıçların ve kargıların ucuna Kur"an sahifeleri taktırır.. (Sözün burasında, bugün açılım adına, müslüman kitleleri kandırmak için, katı laik/kemalist cenahın ne hokkabazlıklar yaptığını, isterseniz, hatırlamıyabilirsiniz..)
Bu durum, Hz. Ali ordusundan bazı grupların, "Onlar Kur"an"ın hakem olmasını istiyorlar, öyleyse savaşmamalıyız.." demelerine vesile oluyor ve Hz. Ali"nin, "Onlar sizi Kur"an"la kandırmak istiyorlar.." şeklindeki izahına kulak asmıyorlar ve ondan sonra da ise, "Hakem Mes"elesi"nde yine Amr ibn-ul"Âs"ın tezgahladığı ve Hz. Ali tarafının hakemi olan Ebû Mûsâ el"Eş"arî"nin yaşlılığından istifadeyle oynanan büyük oyunla, "Hz. Ali"nin Khılafet"ten azledildiği" açıklamasının bile yapılabildiği bir yeni facia merhalesine ulaşılıyor..
Arkasından, Hz. Ali ordusundan "hakem"e gidilmesine baştan karşı çıkan bir taifenin, "kendi tezlerinin doğruluğunun isbatlandığı" iddidasıyla, tamamen kontrol dışı kalmaları.. Ve dahası, meşrû hükûmet otoritesi dışına çıktıkları için, "haricî (khevaric)" diye anılan bu grubun, hattâ "riyaset ve khılafet gibi makamlara gerek yoktur.." noktasına gelmeleri..
Ve bunun üzerine, Hz. Ali"nin kendisinin eski askerlerine karşı da Nehrevan Cengi"ne başvurması..
Çünkü, "Muaviye Gailesi"nde ortaya "Hakem Vak"ası"ndaki kurnazlıkla birlikte, halife seçilmesi gereken kişi üzerinde bir ihtilaf meydana geldiği görüntüsü vardı..
"Khevaric" (haricîler) ise, riyaseti özünden reddediyorlar, "bir reise, halifeye, başkana gerek yoktur, Kur"an"ı okur, kendimiz amel ederiz.." diyorlardı.. Yani, her türlü düzen ve otorite fikrini rededden nihilist bir anlayış..
Hz. Ali, Medine ile Şam arasında meydana gelen güç savaşından, şimdilik el çekmişken, işte bu derin fikrî sapmayı daha bir yaygınlaşmadan ezmek gereğini duymuş ve binlerce eski askerinden oluşan bu büyük fitne hareketini Nehrevan"da toptan yoketmişti.. Ama, onları tekfir etmemişti, cenaze namazlarının kılınmasını emretmişti..
4,5 senelik bir dönemde üç büyük iç savaş.. Hz. Ali"nin iktidar döneminin, iç düzeni sağlamak için geçtiğini ve dışardaki düşmanlarala savaşmaktan çok daha zor olduğunu ve ne büyük acılara mal olduğunu hatırlayabiliriz..
Ve sonra da "khevaric"in kalıntıları, intikam almaya karar verdi.. Onlara göre, hem Hz. Ali ve hem de Muaviye "kâfir" olmuşlardı ve her ikisinin de katledilmesi gerekiyordu, ümmetin kurtarılması için..
Ve gece namazlarına devamlılığıyla, zâhidliğiyle maruf olan Abdurrahman ibn Mulcem isimli bir "haricî" kişi, Hz., Ali"yi hem de, daha hayırlı olacağını umarak, muhtemel Kadir gecelerinin başlangıcını bekleyip, 19 Ramazan"da hançerle ağır şekilde yaralamış ve Hz. Ali, iki gün sonra da dünyamıza vedâ etmiştir..
*
*Bu anlatılanlar sadece düne aid değildir, bizim de hikayemizdir..
Ve sonrası.. Hz. Hasan, "kılıç ve servet gücüne dayalı bir iktidar odağı" ile, Muaviye"yle barış andlaşması yapmış ve Muaviye de merkezi Şam (Dımeşq / Damascus) olmak üzere, 20 sene kadar hükûmet etmiştir.. Ama, o andlaşmaya aykırı olarak, vefatından önce kendi yerine -fesad ve fısq"u fücûruyla şöhret yapmış olan- oğlu Yezid"i bırakarak, saltanatı ihya etmiştir..
Yezid"in iktidar makamına geçmesi üzerine ise, bu yeni duruma ve saltanat usûlüne de karşı çıkan Hz. Huseyn"in Kerbelâ"da şehadetiyle sonuçlanan "qıyâm"ı gerçekleşmiş ve Kerbelâ"da İslam Milleti"nin kalbine zehirli bir hançer saplanmıştır.. Ki, o hançer yarası hâlâ da kapanmış değildir..
(O ihtilaflarda Hz. Ali çizgisinin tarafdarı manâsına gelen) Şiî müslümanlar, müslümanların yönetiminin Hz. Ali ile, -onun iki oğlu- Hz. Hasan ve Hz. Huseyn ve sonra da, Hz. Huseyn neslinden gelen sonraki 9 İmam"ın (topluca 12 İmam"ın) eliyle olacağını bir inanç temeli olarak kabul etmektedirler.. Yani, şia"da İmamet, itiqadî bir gerekliliktir..
Ancaak, sünnîlikte ise, riyaset/ imamet, amelî-siyasî bir gerekliliktir ve amma, imanî bir gereklilik değildir. Sünnî müslümanlar ise, konuyu görmezlikten gelmeye çalışarak ve Yezid gibilerin kendileri kötü olsa bile, hükûmetlerinin meşrû" ve "vâcib"riayeh.." (itaat edilmesi şer"an gerekli) olduğu görüşünü kabellenmişler ve o "galib kılıç"larına itaati sistemleştirmişler ve gücü, hükûmetin haklılık ve muşrûiyetinin bir nişanesi olarak görmüşlerdir.. Ve bu anlayış, zihinlerimize de, hayatımızın tamamına da tasallutunu hâlâ sürdürmektedir..
Ve şiî müslümanlar 12. İmam"ın "gaybubet-i kubrâ" (büyük gaiblik) dönemi içinde gizli olduğuna ve Mehdî olarak her an dönebileceğine inanmaktadırlar.. Yani, şiî müslümanlara göre Mehdî geçmişte, asırlarca önce, 12. İmam olarak gelmiştir ve şimdi Büyük Gaiblik zamanını yaşamaktadır.. Ama, dünyadaki bütün gelişmeleri de o yönlendirmektedir!
Sünnî müslümanlar ise.. Onlar da bir Mehdî bekleyişi içindedirler ve amma, tarih içinde nicelerine, Mehdî diye tutunmuşlar ve sonra da onların Mehdî olmadığının hayal kırıklığı içinde yenisini beklemeye koyulmuşlardı ve hâlen de bekleyenler vardır.. Mehdeviyet konusu, kenarından basitçe geçilecek bir konu değildir..
*
*Sahi, yönetenler yönetme -hükmetme yetkisini nereden alıyorlar?
Ama, bugün için, asıl tepede bulunan, hükûmet eden kişi veya heyetlerin meşruiyyyet yetkisini nereden, kimden aldığını sormadan, sadece, Mehdî"yi tartışmaları veya tepedeki yöneticinin nasıl belirleneceğinin şer"î temelini bugünkü şartlara göre oluşturmadan, yöneticinin etrafındaki istişare heyetlerinin oluşturularak, "şûrâ" emrinin yerine getirildiğini sanmaları..
Problem büyük çapta buradan çıkmaktadır..
Şiî müslümanların büyük bölümü, İran"daki İslam Cumhuriyeti uygulamasına geçilmesiyle, Gaib İmam"ın, Hz. Mehdî"nin zuhûruna kadar, toplumun, İslam ulemâsından dinde, feqahet derecesinde derinlikli bilgi sahibi olduğu, yine ulemâ tarafından belirlenen faqihlerden birinin velayeti altında yönetileceği görüşünü sistemleştirmiştir.. İran"da bugün var olan "Velayet-i Faqîh" sisteminin özü budur. Halkın / cumhûr"un rey ve iradesi, İslam hükümlerine uygun olduğu takdirde, uygulamada hüküm ifade etmektedir.. Bunun için de, o rey ve iradenin İslam hükümlerine uygunluğunun "Veli"yy-i Faqih" tarafından teyid edilmesi gerekmektedir..
Sünnî dünyada ise, saltanatın tesisinden sonraki bütün asırlar, sadece sultan efendilerimizin dar çevre ile yapılan istişarelerle geçmiş ve hele halkın görüşünün alınması diye bir anlayıi hemen hiç hayat bulamamıştır..
Ancaak, 1876"de, ilk Kanun-i Esasî"nin ve ilk Meclis"in oluşturulmasıyla, asırlar sonra yeni bir merhaleye gelinmiştir.. Elbette, Osmanlı"nın Ortadoğu ve Balkanlar, Kırım, Kuzey Afrika ve kısmen de Afrika"nın diğer bölgelerindeki sünnî müslümanlar için şer"î / meşrû otorite kaynağı olarak kabullenildiğini görmekteyiz, ama, Kafkasya, Afganistan Hindistan (bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Keşmir) ve Güney Doğu Asya"daki (bugünkü Malezya ve Endonezya vs. ülkelerdeki) muazzam -sünnî- müslüman kitleleri üzerinde bir fiilî bir otorite sağladığı da söylenemezdi..
Buna rağmen, ilk olarak, "Kanun-i Esâsî" hazırlanıp "Meclis-i Meb"usan" (meb"uslar / m. vekilleri meclisi) kurulduğunda, 1876"da, müslümanların, "işlerini aralarında (beynehum) "şûrâ" yoluyla görürler.." meâlindeki Kur"an hükmü asırlar sonra ilk kez, nisbeten yaygın bir uygulama imkânına kavuşuyordu.. ancak. O zaman da, bu "beynehum" (aralarında) kelimesindeki (hum), kimlerden oluşacaktır konusu yeniden ve derin tartışmaların konusu olmaya başlıyordu ki, hele "ahali"nin fikri de sorulacak mıydı ve dahası, ahali fikrini söyleyebilir miydi, ve daha da önemlisi, "ahalinin fikri diye bir şey kabul edilebilir miydi?" gibi konular, zihinleri alt-üst ediyordu. Bu konu hâlâ da çözümlenebilmiş değildir, nice müslümanların zihinlerinde..
Halbuki, hayatın ezelden ebede doğru, kendi tabiî akışı içinde ilerlediği gerçeği de kendi hükmünü icra ediyor..
*
Bir seçim sath-ı mailinde bunları hatırlamak faydasız olmasa gerek..
haksöz haber