Selâhaddin Çakırgil
Şahıslar fâni; fikir, inanç ve zihniyetler kalıcıdır! -V-
Erbakan"ın, perdenin öte tarafına geçmesi münasebetiyle..
Merhûm Erbakan"la ilgili olarak kaleme aldığımız önceki dört yazının sonuncusunu şu satırlarla bağlamıştık..
(Dahası, Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan"ı fiilen by-pass ediyor, ülkeyi ziyaret edecek yabancı misafirlerin önce Genelkurmay"ı ziyaretleri ve sonra sivil makamlarla görüştürülmeleri gibi bir uygulama başlatıyor ve Genelkurmay, Yargı mensublarına brifing veriyor, (")bütün yüksek yargı mensubları Genelkurmay"a gidip, ideolojik yönlendirmelere göre bir hukuk anlayışının kurulması yolundaki çabalara ayak uydurmaları konusunda irşad ve ikaz ediliyorlar, postal yalıyorlar ve yeni bir hukuk anlayışıyla donanmış olarak (!?) makamlarına dönüyorlardı..
Bu da yetmiyor, o sıralarda Erbakan, Suûd Kralı"nın daveti üzerine Hacc"a gidiyor ve o sırada Erzurum"da vazifeli Osman Özbek isimli bir tümgeneral, tv. ekranlarından, Erbakan"a en ağır küfür elfazıyla hakaretler ediyor; Erbakan ise, çareler arıyor ama, artık inisiyatifin elinden bütünüyle çıktığı anlaşılıyordu.. Hattâ, bu generalin hakkında ne gibi bir işlem yapıldığına dair resmî yazısına, Genelkurmay Başkanlığı cevab bile vermiyordu..
Bütün bunlar laik medya kuruluşları tarafından, generallerin istediği tarzda, ballandırıla- ballandırıla aktarılıyordu topluma..
*
Org. Çevik Bir ise, Washington"a yaptığı gezide, Amerika"lılara "demokrasiye balans ayarı yaptıklarını, kendisinin ve arkadaşlarının bu Hükûmet"le mücadelede kararlı olduklarını açıkça söylüyordu.. Amerikan Dışbakanı Madelaine Albright ise, müdahalenin Meclis aritmetiği yoluyla yapılmasının gerekliliğine işaret ediyor ve ikinci bir Cezayir denemesine fırsat verilmemesi gerektiğini dile getiriyordu.. Ve gelişmeler de "post-modern darbe" denilecek bir yöntemle ve Meclis aritmetiği bozularak sağlanması yönünde oluyordu, Süleyman Demirel"in "başoyunculuğu"nda..)
*
Şimdi kaldığımız yerden devam edelim:
*
Evet, 28 Şubat 1997 Zorbalığının çarkları sadece acımasızca değil, ahlâksızca dönüyor ve tarihimizin hele de son 300 yılına damgasını vurmuş olan Yeniçeri Hastalığı"nın hecmeleri hükmünü bir kez daha icra ediyordu..
Erbakan ise, ekonomi alanında büyük başarılar elde edildiğini söyleyerek toplumun dikkatlerini başka yönlere çekmeye çalışıyordu. Gerçekte ise, ömrü 1 yıl sürecek olan Erbakan- Çiller Hükûmeti, ilk altı ayında, kendisinden önceki hükûmetin yaptığı bütçeye göre hareket ediyor; ikincisini ise, uygulamaya koyma imkanı bulamadan karşısında süngüler dikiliyor, tanklar diziliyordu.. Yani, bu kadar kısa bir sürede, başarılı ekonomik sonuçlar alınması fazla iddialı idi..
Erbakan yine de, memur maaşlarına yüzde 50"lere varan zamlarla ekonomik yapıya bir taze kan vermeye çalışıyor, gelir-gider denklemi için "havuz sistemi" dediği bir yöntemi harekete geçiriyor; bu arada, askerlere ise, hiç bir hükûmetin yapmadığı derecede ve Yeniçeri İsyanları"yla özdeşleşen "ulûfe"lerini hatırlatacak derecede yüksek zam yapıyordu.. Askerler için yapılan bu ayrıcalıklı zamlar, vatandaşlar arasında eşitsizlik uygulaması olduğu gibi gerekçelerle mahkemeye götürülüp ibtal ettirilebilirdi; ama, öyle bir dâvayı açmaya kimse cesaret edemediği için o zamlar önlenemedi.. Bu yüksek zam veya ulûfelerin, askerlerin Erbakan"a beslediği kini, törpülemekte 28 Şubat döneminde işe yaradığı konusunda yapılan değerlendirmeler de yabana atılacak cinsten değildir..
Bu arada, Erbakan, kendilerinin laiklik karşıtı oldukları yönündeki suçlamalara karşı karşı, "Gerçek laik ve gerçek atatürkçü olan biziz!.. Atatürk hayatta olsaydı, Refah Parti"mize oy verirdi.." gibi beyanlarda bulunuyordu; ama, bu sözlere kimse inanmıyordu..
Hem tarafları, hem de karşıtları..
Her iki taraf da, Erbakan"nın, durumu kurtarmak için, "taqıyye" yaptığını, asıl niyetini gizlediğini dile getirmekteydiler..
Ayrıca, Erbakan henüz iktidarda iken, Yargıtay Başsavcısı Nusret Demiral, Refah Partisi"nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi"nde dâva açıyor ve hazırladığı iddianâmede objektiflikle ilgisi olmayan, kemalist devrimcilik hecmelerinin hıncını ve subjektif ifadelerini yansıtan ağır kelimeler kullanıyordu..
D-8"LERİN, G-7"LERE KARŞI BİR ADALET ARAYIŞI OLARAK KURULMAK İSTENİŞİ..
Erbakan işte öyle bir dar zamanda, "D-8 Projesi"nin yeni bir adımını atıyor ve gelişmekte olan ve halklarının büyük ekseriyeti müslüman 8 ülkenin yetkilileri, üst derece temsilcileri, asırlarca Khılafet merkezi olarak hemen bütün müslüman halklar nezdinde ayrı bir yeri olan İstanbul"da 15-16 Haziran 1997 günleri toplanıyor ve İslamcı kimliğiyle bilinen Erbakan"a kesinlikle karşı oluşlarıyla bilinen ve devlet mekanizmasındaki köşebaşlarını tutmuş olan (Cumhurbaşkanı, Yargı organları TSK ve laik medyaya kadar) hemen bütün laik kadro ve cenahlar bu oluşuma şaşırtıcı bir şekilde destek veriyor ve bu teşebbüsün bir devlet planı olduğu havası verilmeye çalışılıyordu. Ama, o toplantıda, diğer 7 ülkenin lider veya temsilcilerinin hemen herbirisi, konuşmalarına "besmele" ile başlarken, Erbakan bundan bile kaçınmak gereğini duyuyordu..
Bu vesileyle hatırlayalım ki, medyadaki ağırlığı, İsmet İnönü"nün damadı olmaktan gelen müteveffâ Metin Toker, bir yazısında, önemli bir Batı ülkesinin büyükelçisinin kendisine anlattıklarını şaşkınlıkla aktarıyordu.. Onun anlattığına göre, sözkonusu büyükelçi, Türkiye"deki vazife süresinin bitmesi üzerine Başbakan Erbakan"a vedâ etmek için gider.. Erbakan, o büyükelçiye, "Şimdi, sizlerin G-7"ler (denilen sanayileşmiş 7 ülke birliği) diye bir topluluğunuz var, biz de şimdi D-8"leri oluşturuyoruz.. Böylece dünyaya bir denge getiriyoruz.. Dünyanın bugünkü durumunun devamı kabul edilemezdi." gibi sözler söyler.. Sözkonusu büyükelçi, Metin Toker"e durumu aktarırken, "Bu kişi, Atatürk Türkiyesi"nin Başbakanı mı?" diye sormaktan kendinden alamadığını, şaşkınlık geçirdiğini söyler.. Bunları Milliyet"teki sütununda yazan Metin Toker, o büyükelçiden dinlediği bu sözleri şaşkınlıkla karşıladığını yazmıştı, o zamanlar..
Evet, Erbakan"ın böyle bir hedefi de vardı.. Ancak, siyasette zamanlamaya riayet edip etmediği, aceleci davranıp davranmadığı, altyapıyı hazırlamadan bu işlere girdiği gibi iddialar kenarından kolayca geçilecek cinsten değildi.. Çünkü, karşısında 75 yıllık bir laik rejim, diken üstünde duruyor ve onu tökezletmlek için her oyunu tezgahlamaya çalışıyordu..
Erbakan ise, bu gibi hedefleri ön plana çıkarırken, propagandayı da aldığı kararlarla atbaşı gidecek şekilde başlatmak gibi bir yöntemi kullanıyor ve bunun da o karar ve uygulamalarının baltalanması için karşıtlarına büyük fırsatlar sağladığı düşünülüyordu.. Nitekim, o yıllarda kamuoyunda Susurluk Dosyası diye anılan ve laik rejim içindeki, "Mafia- Aşiret- Siyaset" üçlüsünün işbirliğini gözler önüne seren bir trafik kazasından sonra ortaya çıkan müthiş entrikaların üzerine gitmek için eline bir fırsat geçmişken; Erbakan, bu konuyu fazla önemsiz gösterip "fasa-fiso.." veya kendi hükûmetine değil, rejimin işleyişine karşı sergilenen yaygın tepkileri de "Glu Glu dansı.." diye geçiştirmeye çalışınca.. Korunması gerekenin öncelikle vatandaş mı, devlet mekanizması mı olduğu hususunda sağlıklı bir karar vermekte tereddüde düştüğü şeklinde yorumlanmıştır, uzun zaman..
*
DEMİREL ve TSK"NIN ORTAK ENTRİKASI KARŞISINDA RP M. VEKİLLERİ SAĞLAM DURURKEN; DYP M.VEKİLLERİ DARMADAĞIN OLMUŞLARDI.
Erbakan ve Çiller ortak hükûmet kurarken, başbakanlığın ikişer yıl dönüşümlü olarak üstlenileceğine karar vermişlerdi.. İlk iki dönemin başbakanı Erbakan olacaktı.. Koalisyon protokolü öyle imzalanmıştı..
Ama, şimdi ortaya çıkan yüksek gerilimli durum, bu hesabı bozmuştu ve o sürecin çabuklaştırılması gereğini hatırlatıyordu, Erbakan ve Çiller"e..
Ve Erbakan, buhranı zamana yaymak için, şartlı olarak istifa edeceğini açıklıyor ve başbakanlığı Çiller"e devretmek için istifa edeceğini açıklıyordu.. Ama, Demirel böyle şartlı bir istifanın sözkonusu olamıyacağını, o koalisyon protokolünün kendi iradesini bağlayamıyacağını yansıtıyordu, medya aracılığıyla.. Ve bunun için, iki partinin elinde 276"yı aşan bir rakamın mevcud olduğuna ve değişecek olanın sadece başbakan olduğuna dair görüşlere Demirel asla itibar etmiyordu.. Halbuki, BBP lideri (merhûm) Muhsin Yazıcıoğlu da kendi partisine aid 7 m. vekili ile bu hükûmete destek vereceklerini açıklıyordu.. (Merhûm Yazıcıoğlu"yla Remscheid- Nizâm-ı Âlem Ocağı"ndaki buluşmamızda, 1999 Nisanı"nda yapılan seçimlerde -Refah Partisi"nin kapatılması üzerine onun yerine kurulan- "Fazilet Partisi"nden kendisine m. vekilliği teklif edildiği ve amma, kendisinin 20 kadar arkadaşının da aday gösterilmesini istemesi üzerine bunun gerçekleşmediği" şeklindeki rivayetleri konuşmuş ve bu iddialardan son derece rahatsız olup, yemin ederek demişti ki: "Ne öyle bir teklif yapıldı, ne de böyle bir talebimiz oldu.. Bu yalanlar niye söylenir? Biz o Hükûmet"e bir takım karşılıklar, menfaatler için destek vermemiştik.. Anadolu"ya gittiğimizde, insanlar bize, "Yahu bu müslüman adam, o kadar ağır baskılara mâruz kalırken, ona niye destek vermediniz?" diye sorarlarsa nasıl bir cevab veririz?" diye desteklediğini açıklamıştı..
Merhûm Yazıcıoğlu"ndaki bu sorumluluk duygusunu bu vesileyle yansıtmayı da bir vazife biliyorum, bir kez daha rahmetle anarak..)
Ortadaki bütün bu açık desteklere ve hükûmet kurmak için yeterli sayıya rağmen, Demirel, kendi iradesine sınırlama koymak manasına aldığı şartlı istifayı kabul etmiyeceğini belirtiyor; sayısal ağırlık değil, siyasal ağırlık gerektiği gibi, kendisinin çok yücelttiği demokratik anlayışta yeri olmayan bir vecize daha üretiyor ve Çiller"in başbakan olmasının yolunu kesiyordu..
Halbuki, çoğu siyasî gözlemciler, o günlerde, böyle bir askerî müdahale olur olmaz, derhal bir "erken seçim" kararı alınmasıyla, C. Başkanı S. Demirel ve TSK"nın, halkın iradesiyle karşı karşıya bırakılması taktiğiyle, o müdahelenin kırılabileceğini belirtmekteler.. (Ki, 27 Nisan 2007"de TSK"nın yeni bir muhtıra yayınlaması üzerine, Tayyîb Erdoğan Hükûmeti"nin bu muhtırayı kanunsuz ilan edip, derhal erken seçim kararı almasından sonra ortaya çıkan durum, bu gibi müdahalelerin etkisizleştirilebileceğini tecrübeyle göstermiştir.)
*
İlginçtir, onca tehdidlere rağmen ve askerî müdahaleye asıl muhatab olan Refah Partisi"nin 158 kişilik Meclis Grubu"nda, Aydın Menderes ve 7-8 arkadaşının ayrılmasından başka, herhangi bir fire verilmiyor ve herkes sonuna kadar dimdik duruyordu..
Ama, Genelkurmay"a çağrılan DYP"li bazı m.vekilleri, arka arkaya dökülüyorlar, istifa etmeleri sağlanıyor, bu şekilde 50 kadar m.vekili istifa ettirilince, kurulacak bir hükûmetin güvenoyu alabilmesi için gerekli olan 276 sayısının 50-60 kadar altına düşülüyor; yani, USA Dışbakanı M. Albright"in dikte ettiği üzere, Meclis aritmetiğini değiştirmek yoluyla netice alınıyordu..
*
LAİKLERİN "1923"DEN BERİ HEP VARDI.." ve "BİN YIL SÜRECEKTİR!" DEDİKLERİ, "28 ŞUBAT ZORBALIĞI", FİZİKÎ AÇIDAN EN DÜŞÜK BASKI İLE TEZGAHLANIYORDU..
Bu durumda, Erbakan için yapacak fazla bir şey kalmamıştı.. O günlerde, Selâm gazetesindeki yazılarımdan birinde, "Oğlum Hâmid, buraya kadar!" başlığını kullanmış ve 31 Mart 1909 Hadiseleri üzerine, 2.Abdulhâmid"in, başka tavırlar geliştirebilme imkanı varken, Medine"den gelen Şazelî Tarikatı şeyhinin kendisine, "33 yıl saltanat yeter.. Buraya kadar oğlum Hâmid.. Kan akmasın.." dediğini aktarıp, benzer unsurlar olmasa bile, artık hareket alanı kalmadığından, Erbakan"ın da aynı noktaya geldiğini dile getirmiştim..
(28 Şubat Muhtırası diye anılan, gerçekte ise, MGK"nın tavsiye mahiyetindeki kararları karşısında, yakın çevresi tarafından "Erbakan direndi-direnmedi" tartışmaları, aradan ancak 10 yıldan fazla bir zaman geçerken yapılıyor ki, bunların zorlamalı tartışmalar olduğu görülüyor.. Bu konudaki tartışmaların o muhtıra günlerinde de tartışıldığı ve Erbakan"ın, "Bizi alıp götürseler Kızılay Meydanı"na ve assalar; arkamızdan üç kişi bile gelmez.." şeklinde karşılık verdiği medyada büyük başlıklarla gündeme gelmiş ve yalanlanmamıştı..)
Erbakan, bütün bu baskılardan sonra, Haziran-1997"da istifasını sunup, Başbakanlık"tan ayrılıyordu..
Neticede, laik T.C. rejiminin en ağır askerî müdahalesi, tek bir kişinin bile kanı akmadan ve Hükûmet"ten uzaklaştırılan siyasetçilerden hiç birisi de hapse filan da atılmadan ve yandaşları, tarafdarları da kitle halinde bir tutuklama kampanyasına da mâruz kalmadan, hükûmetten uzaklaştırılıyor ve amma, müslüman halkın 1950"lerden beri siyasetçileri zorlayarak kazandıkları bütün mevziler ve avantajlar çok büyük çapta kaybediliyordu..
Ve C. Başkanı Demirel, yeni hükûmeti kurma vazifesini Mesud Yılmaz"a veriyor, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. İ. Hakkı Karadayı"nın daha sonra dile getirdiği üzere, "Ordu, iktidarı Yılmaz"a altın tepsi içinde sunuyor"du; istedikleri şekilde bir yönetim düzeni oluşturmak için..
28 Şubat Askerî Darbesi"nin etkileri toplumu derinden sarstı"Bilinen bütün klasik hukuk kuralları, Genelkurmay"ın yargıya dikte ettirdiği "kemalist- devrimci hukuk anlayışı"na göre yeniden yorumlandı.. Bütün kazanılmış haklar bile ayaklarlar altına alındı..
Anlı-şanlı generaller, 28 Şubat Zorbalığı"nı yüceltirken, "Türkiye"nin, gelecek bin yılda da hep laik kalacağı" kehanetinde bulunuyorlar ve ayrıca, "28 Şubat"ın 1923"den beri hep var olduğu" gerçeğini dile getiriyorlardı.. Bu söz yanlış değildi, ama noksandı.. Çünkü, 28 Şubat, bizim toplumumuzda sadece 1923"lerden veya İttihad-Terakkî" döneminden başlamıyor; hele de 1622"de II. Osman"ın (Genç Osman"ın) tahttan indirilip İst.-Yedikule Zindanları"nda boğularak öldürülmesiyle zirveye çıkan ve 5 Padişah"ın katli ve üçünün azledilmesi ve onlarca sadrâzam ve diğer vezirlerin kellelerinin kesilmesiyle yatıştırılabilen Yeniçeri Hastalığı- Zorbalığı zamanlarından beri hep vardı ve hattâ İslam tarihinde, Hz. Ali"nin şehadetinden ve güçlü kılıç sahiblerinin silah ve servet güçlerine dayanarak kendilerini haklı ilan ettikleri ve İslam Milleti"nin büyük kısmına boyun eğdirdikleri zamanlardan beri hep varolagelen bir acı gerçeğimizdi..
*
"ISLAH ETMEK VE YIKMADAN YENİDEN YAPMAK" METODU MU, "YENİDEN YAPMAK İÇİN TEMELDEN YIKMAK" METODU MU?
Erbakan"ın hükûmetten uzaklaştırılmasından birkaç ay sonra, Anayasa Mahkemesi"nce
Refah Partisi de (Erbakan"ın aynı âkıbetle karşılaşan 3. partisi olarak) kapatılıyordu.. Anayasa Mahkemesi"nin kapatma kararını, mahkemenin o zamanki başkanı (Nisan2001"de C.Başkanlığı"na getirilecek olan) Ahmet Necdet Sezer, intikam duygularını da yansıtan kemalist bir hırçınlıkla açıklıyordu..
Erbakan ise, bu kapatma kararı karşısında, tarafdarlarını yatıştırmak için, "Bu kararın tarihin akışı izinde zerre kadar değeri yoktur.." diyor, bir taşkınlık yapılmamasını sağlıyordu..
Bu anlayış, esasen, Erbakan"ın siyaset anlayışının ana sütunlarından birini teşkil ediyordu.. Çünkü o, "ıslah etmek, yıkmadan yeniden yapmak" gibi bir ıslahatçı, uzlaşmacı metodu benimsemişti; "yeniden yapmak için, temelden yıkmak" gibi bir inkılabcı, devrimci metodu değil..
Ama, laik rejim, Erbakan"ı, serbet bırakacak değildi.. Onu, hukuk / kanun adına düzenlenmiş tuzaklarla karşı karşıya getirip, kıskıvrak bağlamanın yollarını geliştireceklerdi..
Nitekim, yüzde 7"den fazla oy alan bütün partilere olduğu gibi, Refah Partisi"ne de aldığı oy nisbetinde belirlenen bir hazine yardımı yapılmıştı.. Şimdi, Refah Partisi kapatıldığına göre, bu paranın iadesi isteniyordu.. Halbuki, o paranın parti teşkilatlarında harcandığı ifade edilmişti.. Erbakan"ın hukukçu yardımcıları, bu paranın kendilerinden geri alınamıyacağını söylüyorlardı..
Harcamalar için bir takım belgeler de gösterildi.. Ama, bu belgelerin sonradan ve hileli şekilde düzenlendiği iddiasıyla, Erbakan ve yardımcılarıyla RP"nin 70 kadar il teşkilatının sorumluları hakkında, -yüzkızartıcı suçlardan olan- "sahte evrak düzenlemek" gibi suçlamalarla mahkum edildi ve bu suçlamanın cezası, kamu hizmetlerinden ve siyasetten 5 yıl yasaklamayı da beraberinde getiriyordu.. Bu para ödenmeyince, sonunda temerrüd/ gecikme faizleriyle birlikte 12 trilyon lirayı bulacaktı..
Ama, bununla de yetinilmiyor ve Erbakan"ın 1992 yılında Bingöl"de yaptığı bir konuşma da aradan 6-7 yıl geçerken, bölücülük yaptığı suçlamasıyla takibât konusu oluyor ve hakkında bir ceza dâvası daha açılıyordu.. Halbuki, Erbakan o konuşmasında, "Müslüman halkın ağzından Elhamdulillah müslümanım ve Bismillah gibi ibareleri alıp, onun yerine, "Ne mutlu türküm diyene.. Türküm, doğruyum, çalışkanım.." ibarelerini yerleştirirseniz; benim müslüman kürd kardeşim de, "Ne mutlu kürdüm diyene.. Ben de kürdüm.. Doğruyum, çalışkanım.." demek noktasına gelir.." diyordu, haklı ve sağlıklı bir mantıkla..
Ama, Erbakan, muhakemesinde, kendisine daima şeref verecek olan bu güzel konuşmayı, "Bu bizim görüşümüzdür, inancımızdır; ve bölücülük değil, birleştiriciliktir.." diye savunmak yerine, hukukçularının da etkisiyle, o ses kaydının bulunduğu kasetin kopyalandığı ve el vurulmuş olduğu gibi teknik iddialara ağırlık vererek savunmaya ağırlık verdi ve ondan da mahkûm edildi..
*
FAZİLET PARTİSİ"NİN KURULDUĞU, ÖCALAN"IN YAKALANDIĞI ve ÜÇLÜ KOALİSYONUN ÜLKEYİ TAM BİR İFLASA GÖTÜRDÜĞÜ YILLAR..
Bütün bunlar olurken, Erbakan, dördüncü partisi olarak "Fazilet Partisi"ni kurduruyor, kapatılan RP"nin hemen bütün m.vekilleri Recaî Kutan liderliğinde, Fazilet"te geçiyordu..
Hükûmetler ise, ilik tutmuyor, arka arkaya hükûmetler geliyordu.. Ve sonunda, (1995 seçimlerinde 60 kadar m. vekili kazanarak dördüncü parti olan) DSP"nin lideri B. Ecevit"e kurduruluyordu.. 150 m.vekili olan FP, 85 m. vekili kalan DYP görmezlikten geliniyordu.. Geçmişte, Türkiye"nin son 30 yılında birbirleriyle boğazlaşmalarının faturasını ülkenin ağır şekilde ödediği iki isimden birisi olan Demirel, C. Başkanı olarak, Ecevit"i başbakanlığa getiriyordu..
Her ikisi de, artık ciddî devlet adamlığı rolü üstlenmişlerdi..
Ekonomi ise, yüzüstü yerlerdeydi.. (Uluslararası Para Fonu) İMF"in Türkiye temsilcileri, verdikleri bir mikdar kredinin nasıl harcanağına dair, Ankara"nın tepesinde bir Demokles Kılıcı gibi devamlı sallanıp duruyorlardı.. Sosyo-ekonomik yapı büyük çapta iflas etmişti..
Atlantik-ötesi merkezler, emperyalist odaklar Türkiye"de yükselen İslamî eğilimli siyasî cereyanların yolunun kesilmesi için her tedbiri düşünüyorlar; bunun için de en başta da, türk-kürd düşmanlığı meydana getirip, müslüman halkı birbirine düşman kutuplar haline getirmeye çalışıyorlardı..
İçerde ise, Fazilet Partisi"nin iktidara tek başına gelebileceğinin korkusu yaşanıyor ve "erken seçim" talebleri ülke çapında giderek yükseliyordu.. Ama, böyle bir zamanda seçimden kesinlikle kaçınılıyordu, netice belli olduğu için..
Ekim-1998 ortasında PKK lideri A. Öcalan"ın Suriye"den çıkarılıp, İtalya"ya, oradan Rusya"ya, ve oradan da Yunanistan"a gönderilmesinin ortaya çıkardığı ve dünyayı bile derinden derine sarsan yüksek gerilimli gelişmeler yaşanır ve PKK"nın silahlı eylemleri daha bir tırmanırken ve de Türkiye"de "kavmiyetçilik ve bölgecilik" duygularının kürd ve türk taraflarında iyice kabartılmasının sağlandığı ve Yunanistan"la bir savaşın eşiğine bile gelindiği bir sırada, Öcalan, Kenya"ya gönderiliyor ve Şubat-1999"da da, B. Amerika, Öcalan"ı yakalayıp Türkiye"ye veriyordu..
Ecevit, sonraları, "Amerika, Öcalan"ı bize niçin verdi, bunu bilmiyorum.. Ama, Amerikalılara hiç yalan söylemediğim için, bana güvendiklerinden bunu yaptıklarını düşünüyorum." diyecekti.
Öcalan"ın yakalanmış ve muhakemesine başlanmış olması gibi manipulasyonlarla, kürd-türk düşmanlığı meydana getirme kışkırtmalarının zirve yaptığı o dönemde, Başbakan Ecevit"in itibarını ve türkçü nasyonalistlerin partisi olan MHP"nin güç gösterisini arttırmıştı..
Artık "erken seçim"e gidilebilirdi..
Ama, o zamana kadar "erken seçim" isteyen FP, o yanıltıcı propagandaların yükseldiği o hassas anda, "erken seçim" yapılmaması için Erbakan"ın verdiği taktik ve yönlendirmelerle, Meclis"te her yolu denedi, ama, başarılı olunamadı.
*
ŞAİR RUHLU ECEVİT"İN, "BU HANIMA HADDİNİ BİLDİRİN, BURASI DEVLETE MEYDANA OKUMA YERİ DEĞİLDİR!" DİYE KÖPÜREREK SERGİLEDİĞİ "ZARAFET" (!)
18 Nisan 1999"da yapılan genel seçimlerde Ecevit"in DSP"si yüzde 22 oy ve 135 m.vekili ile birinci; D. Bahçeli"nin MHP"si yüzde 18 oy ve 127 m.vekili ile ikinci ve Fazilet ise, yüzde 15 oy ve 110 m.vekili ile üçüncü olarak Meclis"e giriyor ve amma, Meclis"in ilk başörtülü üyesi olan Fazilet Partisi- İstanbul m.vekili Merve Kavakçı Hanım"ın Meclis"e girmesi büyük hadiselerle önleniyor ve Ecevit, "Bu hanıma haddini bildirin, burası devlete meydana okuma yeri değildir.." diye feryad ediyor ve Merve Kavakçı"nın m. vekilliği sıfatını kazanması engellenip, kanun adına kurulan entrikalarla vatandaşlığı da yakılıyordu.
Fazilet Partisi"nin seçimde birinci parti olmasının önlenmesi yetmiyordu.. Fazilet Partisi liderliği, MHP ve ANAP"a ortak hükûmet kurma önerisinde bulunuyor, amma, "Derin Devlet" güçleri bunu kesinlikle istemiyordu..
O zaman, Ecevit yanına Mesud Yılmaz"ın ANAP"ını da alarak ve geçmişte can düşmanı olduğu MHP"yle istemiye-istemiye de olsa ve Rahşan Ecevit"in MHP aleyhindeki ağır hakaretler dolu sözlerine rağmen, üçlü koalisyon kuruluyordu.. Ancak, Ecevit"in şairane hayalciliği ve yaşlılığı, Bahçeli"nin siyasî tecrübesizliği ve Mesut Yılmaz"ın öönceki başbakanlık dönemlerinden beri bilinen özellikleri, bu hükûmetin başarısız olacağını daha baştan haykırıyordu, adetâ..
Fazilet Partisi aslî lideri olan Erbakan"ı siyaset sahnesinden kaybetmiş olarak, Meclis"te yeterli çalışmalar yapamıyor ve 2000 yılının Nisan ayında, Demirel"in C. Başkanlığı süresinin bitmesi üzerine, kimin cumhurbaşkanlığı olacağı konusunda ülke yeni bir sıkıntı içine girmişken; Ecevit"in teklifi üzerine, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmed Necdet Sezer"i partilerin ortak adayı olarak gösteren teklife imza atıyor, kendi cellâdına gülümseyen idâmlık durumuna düşüyor ve Sezer de, birkaç ay sonra, "İslamî örtülülerin kamusal alanlarda bulunamıyacakları" şeklindeki totaliter görüşleri başta olmak üzere, en katı kemalist- laik hukuk despotlarından birisi durumuna geliyordu..
Arkasından da, Merve Kavakçı Hanım etrafında çıkan tartışmaları da gerekçe göstererek, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Fazilet Partisi"nin de kapatılması için Anayasa Mahkemesi"nde dâva açıyor, ve iddianâmesinde, hukukla ilgisi olmayan vampirler, kan içiciler, gericileri, sülükler, medeniyet düşmanları gibi hakaret ifadelerini sıralıyordu.. (Yıllar sonra aynı Vural Savaş, Erbakan"ı mumla aradığını, Tayyîb Erdoğan gibi birisinin gelebileceğini düşünemediğini söyleyecekti.)
Bu gelişmeler olurken..
Fazilet Partisi büyük kongresini yapıyor ve Genel Başkanlık için, Erbakan"ın aday gösterdiği Recaî Kutan"a karşı, Abdullah Gül, Genel Başkan adayı olarak çıkıyor ve Gül, Genel Başkanlığı az bir farkla kaybediyordu..
Bu, Erbakan partilerinde, bir ilk idi.. Daha önce, Erbakan"ın istemediği kimseler (1978- MSP Kongresi"ndeki Korkut Özal örneğinde olduğu gibi) Genel İdare Kurulu"na girmek mücadelesi vermişler ve listeyi delebilmişlerdi de.. Ama, liderlik yarışı ilk kez yaşanıyor ve yeni bir cereyan gelişiyordu, Fazilet Partisi içinde.. Abdullah Gül, Bülend Arınç, Abdullatif Şener gibi, geçmişte Erbakan"ın yakınında bulunmuş isimler şimdi ona karşı çıkıyorlardı.. Fazilet"in İstanbul İl Başkanı Numan Kurtulmuş ise, Türkiye"nin siyasî hayatının en efendi ve temiz isimlerinden birisi olarak bilinen ve amma liderlik için bu özelliklerin yetmediği görülen Kutan"ın yanında yer alıyor; yaptığı ağırbaşlı, ama, ağır eleştirilerle, Gül"ün kazanmasının yolunu kesen kişi olarak isim yapıyordu..
Erbakan"ın etrafında ise, Kutan"dan ayrı olarak 30 küsur yıldır yanıbaşında olan Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Fehim Adak, Temel Karamollaoğlu, Cevad Ayhan gibi eski arkadaşları yerlerini koruyorlar ve yönetim kadrosu yenilenemiyor ve bu durumun içeride gizliden gizliye bir rahatsızlık oluşturduğu hissediliyordu..
O sırada, İstanbul Bel. Başkanı Tayyîb Erdoğan ise, laikliğe aykırı sayılan bir şiir okuduğundan dolayı hapse giriyor; Erbakan ise, hapse girmemek için sağlık raporları alıyordu..
Ve sonunda, Fazilet Partisi de Anayasa Mahkemesi"nce kapatılıyor ve 100 m.vekili partisiz ve bağımsız ve açıkta kalıyordu..
*
ERBAKAN"A SADÂKAT SÜRÜYORDU; AMA, İŞLERİN İYİ GİTMEYİŞİNİN SANCILARI İTİQADÎ ÇARELERLE ÖNLENMEYE ÇALIŞILIYORDU..
İşte o hengâmede, 20 Temmuz-2001'de Saadet Partisi kuruluyor ve 28 Şubat günlerinde Erbakan'dan asla ayrılmamış olan 110 m.vekilinin yaklaşık yarısı Saadet Partisi (SP)'de yer alıyor; diğer yarısı ise, Tayyîb Erdoğan liderliğinde 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi"nde, AK Parti'de yer alıyorlardı..
Ecevit'in başbakanlığında, DSP MHP ve ANAP arasında kurulan üçlü hükûmet ise, ülkeyi korkunç bir sosyo-ekonomik buhrana sürüklüyordu.. Bütün sanayi ve ticaret hayatı adeta durmuş, bankalar arka arkaya batmakta, hortumlamalar, iflaslar, yolsuzluklar, vurgunlar ülkeyi daha bir talan yerine çevirmekteydi.. Enflasyon yüzde 70-80"lerdeydi.. Hele 17 Ağustos 1999'da meydana gelen resmî rakamlara göre 20'binden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan büyük Marmara Depremi'nde ortaya çıkan ve devletin deprem bölgelerine ancak üç gün sonra ulabilmesi gibi, tam mânasıyla felç olduğunu yansıtan durum ve hattâ Dünya Bankası'nın Türkiye'ye deprem yardımı olarak verdiği 550 milyon doların bile, memur maaşlarının ödenmesinde kullanılmak zorunda kalındığının itirafı, gelinen noktayı izah açısından herşeyi ortaya koyuyordu..
İşte öyle bir dönemde, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılacak bir erken seçim kararı alınıyordu..
Türkiye tam bir çıkmazda ve bütün partiler bitmişti..
SP, Erbakan"ı da meydanlara çıkararak seçim propagandaları yapıyor, ekonomi tam bir durgunluk içindeyken, kitleler her partiye bol bol ilgi gösteriyordu..
Ama, seçim sonrasında, Erbakan"ın desteklediği ve perde gerisinden yürüttüğü SP yüzde 2,5 alıp, Meclis dışında kalırken, Ecevit de yüzde 1 oy alabiliyor, ANAP, DYP ve MHP de Meclis dışında kalıyorlar ve AK Parti yüzde 35 ile, Meclis'in yüzde 65"ini ele geçiriyordu..
İ,te bu durumu Erbakan ve çevresi değerlendirmekte, kendi camiasına acı veren bir yol izlediler..
Haalbuki, seçimi kazananlar da Erbakan'ın elinde yetişmiş kimselerdi.. Hemen bütün dünya da durumu öyle biliyor ve Erbakan'a tebrik mesajları gönderiliyor ve amma Erbakan, onların sadece günlük siyaset yöntemleri açısından değil, itiqadî bakımdan da yoldan çıktıkları gibi çok ağır bir muhalefet yürüterek, nice eski takibçilerini şaşırtıyor ve kırıyordu..
Halbuki, kendisini 28 Şubat günlerinde asla terketmemiş olan kendi talebelerinin yarısı SP'de, diğer yarısı ise AK Parti'de toplanırken, niçin bir tarafın sadeece yüzde 2'lerde kalırken, diğer tarafın yüzde 35'leri bulduğu üzerinde kafa yorulsaydı, bazı yanlışlar daha kolay anlaşılabilir ve kendisin de gelişmesinde büyük katkısı olan 'İslâmî eğilimleriyle binen şahsiyetler'in ülke yönetimine geçmesinden bir de mutluluk ve huzur duyabilirdi.. Ama yazık ki, bu noktada Tayyîb Erdoğan ve arkadaşlarının, bu saldırılara asla karşılık verilmemesi gibi ağırbaşlı bir tavır takınmalarına rağmen, Erbakan Hoca ve yakın calışma arkadaşları, bu konuda hep, giderek artan bir ağır eleştiri ve hattâ düşmanlık sergiliyor duruma düştüler..
Halbuki,aynı imkanlarla kendisi de iktidara gelecek olsa, kemalist-laik rejimin baskıları altında üç aşağı-beş yukarı aynı şeyleri yapabilecek ve belki de sistemle hesablaşmaya girmekte aynı çizgiyi yakalama imkanı bile bulamayabilecekti..
Erbakan'ın talebelerinin de tıpkı kendisi gibi sistem içi, uzlaşmacı usûllerle siyaset yapıp, milletin rağbetine mazhar olmaları ve girdikleri her seçimi daha güçlenerek kazanmalarından en başta bizzat Erbakan'ın memnun olması gerekirken; bu durum tam tersi ve beklenmiyen bir sonuç vermekteydi..
Erbakan'ın sevenlerini hele de şu son 10 yılı bulan zaman dilimi boyunca derinden üzen, acılara garkeden bu durum, İslamî hassasiyet taşıyaan çoklarınca 'insan hatadan münezzeh değildir.. ' diye geçiştirilirken; Erbakan cenahında yer alanların bağlılıkları şer'î- itiqadî temellere oturtmaya ve Cihad Emiri'ne bağlılık adına geliştirilen bir anlayışı yeminlerle, Ahiret'in bile helak olacağı gibi korkularla tutturmaya çalışmalarından Erbakan'ın ne kadar haberi vardı, bir ayrı mes'ele.. Ama, şu kadarını belirtmek gerekir ki, Resul-i Ekrem (S)'in sünnetinde, uygulamasında, ümmetinin iradelerini ibtal ederek, zorla kendisine bağlamak usulü yoktu.. Ve hattâ Hudeybiye Musalehesi öncesinde, kendisiyle birlikte hareket eden muminlerden savaş için bey'at alan Hz. Resul (S), barış anlaşması yapmak noktasına gelince, o bey'at edenler 'Biz barış için bey'at etmemiştik..' demişler ve ancak Yüce Resul'ün, 'Sizden barış için bey'at alıp savaş yapmaya kalkıssaydım, buna itiraz hakkınız vardı, ama savaş için bey'at alıp, o bey'atle daha hafif olan barış yapabilirim...' mânasındaki izahından sonra itirazlarından elçekmişlerdi.. Yani, Hz. Peygamber bile bu gibi konularda sorgulanabilirken..
Erbakan adına hareket ettiklerini söyleyen bazı 'hoca' kişilerin ise, O'na bağlılıkta zaaf gösterenler için cehennem ateşiyle korkutan konuşmalar yapmaları, makaleler yayınlamaları, insanları inançlarıyla karşı karşıya getirip sıkıştırmak gibi zorlamalı yöntemlerden meded ummaları ilginç bir itiqadî yapılanma ortaya çıkarıyordu..
35-40 yıl boyunca onun yakın çevresinde- etrafında bulunan nicelerinin bu ve benzeri durumlardan rahatsız uzaklaşmalarının ve o kadronun yenilenmesine tahammül gösterilememesinin sorumluluğu da Erbakan'a yüklenecekti, tabiatiyle..
Bu acı faslı, benzer hatalardan kaçınılması için bu kadar işaretle, kısa keselim..
*
Necmeddin Erbakan nihayet 27 Şubat 2011 sabahında, 85 yaşında dünyamıza vedâ ediyor ve perdenin öte tarafına geçiyordu, bu dünyanın faniliğine nisbetle ebedî dediğimiz ve o ebedîliğin sınırlarını ancak Allah'u Tealâ'nın bildiği bir başka âleme geçiyordu..
Resmî bir cenaze merasimi istememesine rağmen, cenazesine en başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyîb Erdoğan olmak üzere milyonlarla ifade edilen büyük kalabalıkların katılması ortaya ilginç bir tablo ve mesaj çıkarıyordu.. O kalabalıkların içinde siyasî nezaket gereği veya merak saikiyle katılanlar belki binde biri bile bulmuyordu ve belki yarıdan fazlası da ona siyasî mücadelesinde rey ve destek vermemiş ve hattâ çeşitli cemaat veya tarikat hesabları gereği karşı çıkmış kimselerdi..
Ama, şimdi, hemen her İslamî cemaat ve gruptan milyonlar onu uğurluyorlardı; şair Bâqî'nin 500 yıl öncelerde dile getirdiği,
"Kadrini seng-i musallâda bilüp, ey Bâqî,
Durub el bağlaya karşında yârân, saf saf.."
beytini hatırlatırcasına..
Çünkü, onun bazı siyasî mücadelelerine katılmamış olsalar bile, onun, kendi sesleri de olduğunu, kendi emel ve hedefleri için de bunca çetin mücadeleler içinden geçtiğini ve onca baskılara, sırf müslüman kimliğinden dolayı mâruz kaldığını anlatmak istiyorlar ve belki de kemalist-laik rejimin İslam'la ve müslümanlarla olan 80 yılı aşkın savaşına bir reddiye mahiyetinde olmak üzere bu uğurlamaya katılıyorlardı..
Allah'u Tealâ'nın kulları hakkındaki her türlü tasarrufunun da rahmet olduğunu unutmaksızın, Erbakan'a da rahmetler diliyorum..
*
-Bu konuyu burada noktalarken, günlük bir-iki konuya daha değinelim..-
İSMET İNÖNÜ"YÜ KÜPLERE BİNDİREN "KONYA MÜFTÜSÜ"NÜN ARDINDAN..
Konya"da bulunduğum ilk gençlik yılları..
Tâhir Hoca adını duyuyordum ve uzaktan bir-iki vaazını da dinlemiştim, İplikçi veya biraz ileride, Merkez- Çarşı Camii"nde.. Ama, onu yakın plandan görmemiştim.
Harbokulu Kom. Alb. Tal"at Aydemir"in 22 Şubat 1962"deki, yarım kalan ihtilal teşebbüsünden sonraki günler...
Onunla şahsen de irtibatı olan bir-kaç arkadaşla ziyaretine gitmiş ve, "Niçin hep belli ideolojik çizgide olanlar darbe yapıyorlar da başkaları yapmıyor?" diye sormuştum da, "İyi ki yapmıyorlar.. Meselâ, müslümanlar yapacak olsalar gece darbe yaparlar, şafak sökerken, liderlik yüzünden birbirinin boğazına sarılırlar.." demişti..
Gerçekten de öyle olur muydu, bilmiyorum.. Çünkü, onun dediği kesimden böyle bir teşebbüste bulunacak kimse zuhûr etmedi, hiç bir zaman..
Ama, bu riyaset-liderlik yarışmalarına İslam tarihinden hiç de iyi örneklerimiz pek yok ve ayrıca, Afganistan"daki bir düzine cihad teşkilatının, Sovyet Rusya ordusu çekildikten ve komunist rejim çöktükten sonra, kendi aralarında girdikleri ve korkunç liderlik boğuşmalarını gördükçe, Tâhir Hoca"nın o sözlerini hep hatırladım..
Tâhir Hoca güzel ve etkili konuşurdu.. Çevre illerden ve hattâ Manisa"lardan büyük teyplerle insanlar otobüsler dolusu gelirler, hocanın vaazlarını kaydedip gittikleri yerlerde insanlara dinletirlerdi..
Ve anlattığı konularla ilgili olarak, başta Mesnevî olmak üzere, Celaleddin Rûmî"nin eserlerinden alıntılar aktarır, farsça şiirleri ezberden okur ve onları kendi anlayışına göre yorumlardı..
Tâhir (Büyükkörükçü) Hoca daha sonra, Konya Müftülüğü"ne getirilmişti..
O günlerde Adalet Partisi, milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin sesi durumundaydı ve Adalet Partisi"nin lideri Başbakan Demirel de müslüman halk kesimlerini sıvazlamak için bazı atraksiyonlar yapmaktaydı, zaman zaman.. İsmet İnönü bu atraksiyonlara kızıyor ve, "Bu iktidarın bir ayağı da Konya Müftüsüdür.." diyecek kadar, Tâhir Hoca"yı direkt muhatab alıyordu, 1968"lerde..
Diyarbakır"daydım artık.. İstanbul-Hukuk"taki sene sonu imtihanlarına katılmak üzere İstanbul"a giderken, Ankara"da bir yakın dostuma uğramıştım.. Arkadaşım, o günlerde yoğunlaşan solcu söylemlerin çekim alanına girmişti ve uzun sohbetlere rağmen, pek kolay iknâ olacağa da benzemiyordu.. O da, eleştirilerinin okunu, "Konya Müftüsü"ne çevirmişti, İsmet Paşası gibi..
Benim İstanbul"da ilik imtihana gireceğim günün akşamı, Tâhir Hoca"nın da Ankara-Türkocağı"nda bir konferansı vardı..
Arkadaşımdan, Hoca"yı dinlemeye gideceği konusunda söz vermesini istiyordum; aksi halde, o günkü imtihanlara gitmemeyi göze alıp, onu o konferansa götüreceğimi söylüyordum.. O da söz verdi ve ben gittim İstanbul"a.. İmtihanlardan sonra Diyarbakır"a dönerken Ankara"daki arkadaşıma yine uğradım..
Konu, Tâhir Hoca"nın konferansına gelince..
Arkadaşım, "İsmet Paşa büyük adam yahu... Çünkü, tehlikenin nereden geleceğini biliyor.." diyordu..
"Niçin?" dediğimde, "Yahu arkadaş, Tâhir Hoca"yı iki saat kadar dinledim, binlerce insanla birlikte.. Öyle bir konuşuyor ki, sözlerinin sonunda, "Ey müslümanlar, daha ne duruyorsunuz, haydi Çankaya"yı başlarına geçirelim.." deseydi; beni biliyorsun, ben bile gözümü kırpmadan giderdim, o havada.." demişti..
Bu anekdotu, Tâhir Hoca"nın toplumun çeşitli kesimlerini etkileme gücünü anlatmakta ilginç bir örnek olduğu için aktarıyorum.
Tâhir Hoca"nın bu etkisi hep devam etti, yükselerek.. Müslüman kimlikleri ön plana çıkan şahsiyetlerin, 1972-73"lerden itibaren sistem-içi siyasî platformda daha bir gözüktüğü dönemde, bu siyasî çalışmalara fiilen katılması tekliflerine rağmen, o, sempatisini izhar etmekle yetiniyor ve kendi alanından dışarı çıkmamak dikkatini sürdürüyordu..
Ama, Hoca, 1977 seçimlerinde MSP"den m.vekilliğini kabullenmişti.. Bu kabul, belki nicelerince günübirlik siyasî maslahat açısından bazılarını memnun etmişti; ama, o zamana kadar her kesime hitab eden Tâhir Hoca, artık sadece MSP"li kitleye hitab eder duruma düşmüştü.. Kaldı ki, artık Meclis"de olduğundan, halk kitlelerinin karşısında, cami kürsülerinden veya konferanslarda ortaya çıkmak gibi bir imkandan da mahrum kalıyordu..
Yani, onun aktif siyasete katılmasının yanlışlığını söyleyenler de doğrulanıyordu.
Dahası, Hoca"nın Meclis"de varlığıyla yokluğu anlaşılamadığı gibi, parlamenterliği sona erdikten sonra da artık, o eski etkileme gücünü büyük çapta buharlaştığını bizzat gördü..
Necmeddin Erbakan"dan 5 gün sonra da Tâhir Hoca da Konya"da toprağa verilirken, onbinler onu da cenazesinde yalnız bırakmadılar. Bazılarına sevimsiz gelen siyasî tavırları açısından eleştirilmiş olsa bile, genel olarak onun müslüman halka seçkin hizmetler sunan birisi olduğunu düşünen herbir müslüman onun cenazesine de sahib çıkarak, vefâ ve İslamî kardeşlik ve âlime saygı ve sevginin gereğini sergilediler..
"Allah"u Tealâ, müslümanlardaki bu basiretli davranışı arttırsın.." diyor, Tâhir Hoca"ya rahmetler niyaz ediyorum..
*
İSLAM ADINA SERGİLENEN BU TUHAFLIKLAR BİTMEYECEK Mİ?
4 Mart akşamı, Ülke tv."de, Yahyalılı Hasan Efendi"nin mahdumu olduğu söylenen bir zat, babasını anlatmak adına, öylesine laflar ediyordu ki, şaşırmamak elde değildi..
Proğramı sunan S. Yalsızuçanlar"ın, sözkonusu şahsa, o acaib laflarını açacak şekilde sorular sorması da bir ayrı konu idi..
1978"in sonunda, Akıncılar Teşkilatı"nın tertiblediği bir konferansına katılmak üzere Kayseri"ye gittiğimde, Akıncılar"ın o zamanki Genel Başkanı (merhûm) Tevfik Rızâ Çavuş"la birlikte Yahyalı ve Develi ilçelerine de uğramış ve Hasan Efendi"yi de o zaman ziyaret etmek imkanı bulmuştum; Yahyalı ilçesinin oldukça yukarısında, bir dağ yamacındaki bir bahçe içinde bulunan evinde.. Oraya ulaşıncaya kadar, yarım saat kadarlık bir zaman diliminde, bazı sevenlerinin ağzından, "Şeyh uçmaz, muridleri uçurur.." misali, Hasan Efendi"nin gösterdiği rivayet edilen bir takım "keramet" rivayetlerini de dinleyerek..
Hasan Efendi rahatsızdı ve yatağının üzerinde oturuyordu..
10"dan fazla bir genç gruptuk.. Hasan Efendi, iddiasız bir vaîz görünümünde ve mülayemet içinde konuşuyor ve nasihatlerde bulunuyordu..
*
Hasan Efendi"nin veya bir başkasının sevenleri olabilir elbette.. Gönül ferman dinlemez..
Ama, sevgilerde ve nefretlerde sınırtanımaz hale gelinince ortaya çıkan tabloların ne kadar tuhaf olduğuna nice örnekler vardır..
Bu, hele de o kişinin kan bağı açısından da yakınlarından olursa..
Bunun bir yenisini, sözün başında işaret ettiğim tv. proğramında bir daha müşahede ettim..
Hasan Efendi"nin sevenlerinin ona nasıl yüce bir mertebe verdikleri biliniyor..
Onların yurtdışında tertibledikleri bir-iki toplantıyı izlemiştim, geçmişte; şeyhlerinin bir ölüm yıldönümü münasebetiyle.. Perdeye bir kırmızı gül yansıtılıyor ve sonra o gül büyütülünce, gülün ortasındaki siyah tohum kısmında, Hasan Efendi"nin fotoğrafı görülüyor ve yüzlerce insan, cıvık çalgı sesleri arasında okunmakta olan ve onu yüceltmek için yazılmış, kutsayıcı ve amma, sığ içerikli kasideleri tekrar ediyorlardı; gözyaşı dökerek..
Hasan Efendi"yle ilgili olarak anlatılan ve dinleyicileri adetâ narkoz eden keramet iddialarını ise, tekrara gerek yok.. Sadece bir örneği aktaracak olursak..
Efendim, bir yangın çıkmış da, alevlerin içinden kurtulmak imkanı hiç kalmamış olan bir kişi, Efendi Hazretlerinin maneviyetinden istimdad edip, "Yetiş ya Şeyh"" diye ona sığınınca, bir anda rüzgar yön değiştirip ters yönde eserek, "mürid"imiz kurtuluyordu, güyâ..
O gibi kişiler, asıl bu tip sözleriyle kendisini ateşlere attığının farkında bile değillerdi..
Her insan, birilerini sevebilir, sevdiklerine diğerlerinden biraz daha fazla bağlanabilir; ama, bu, idrakleri, kör edecek bir boyuta götürülmemelidir. Ama, yazık ki, bazı tarikatlardaki terbiye sisteminde, müridler, "nübüvvet nisbet etmemek şartiyle, herkes şeyhini nübüvvet"ten bir merhale gerideki makamlara kadar yükseltebilir.." gibi cevazlarla yetiştirilmekte olduğundan, bu gibi kimselere yapılan itirazların etkisi de pek olmamakta.. Çünkü, nübüvvet"e nisbet edilmediği, yığınla te"villerle anlatılmakta..
Hasan Efendi sözünü ettiğim tv. proğramında, yerden bir metre kadar havada yürüyormuş gibi uçuruldu.. Ona, daha ne kerametler nisbet olundu, neler-neler..
Bunların kitlelere yayılmasının günah olup olmadığını, haydi, babasını, şeyhini her şeyiyle mübarekleştiren ve başına takke geçirmesini, ellerini yıkamasını bile, "mübarek başını örtttüler, mübarek ellerini yıkadılar.." diyerek anlatan o "mahdum efendi" düşünemedi; proğram sunucusu da mı bunları frenleyemezdi?
Hani, "filan kişi su üzerinde yürür.." denilince, sözün muhatabı olan ârif kişi, ördekler, kazlar da yürüyor; "havada uçar.." denilince, "kargalar da uçuyor.." diye karşılık verir ve devam eder: "Asıl mes"ele, bir kişinin kendi kalbine sefer edebilmesidir, oraya sefer edebilmiş midir? Ve bunları nakleden olarak hele de siz, kalbinize sefer edebildiniz mi?"
Evet, asıl keramet, insanın kendisini ve Rabbini tanıması değil midir ve onun dışında bir takım harikulâdelik iddialarından meded ummanın insana bir keramet kazandırmayacağı nasıl olur da düşünülmez, kavranılmaz!..
O proğramı derin hayıflanmalar içinde izledim ve Ülke tv. yöneticilerine ve o sunucu arkadaşa da teessüfler ettim..
O zâtı anlatan "mahdum efendi"ye ise, zâten ne söylense boştur..
haksöz