Selâhaddin Çakırgil
Şeb-i Ârus ve Şeb-i Yeldâ arasında, Celâleddin-i Rûmî (Belkhî) üzerine..
17 Aralık"a rastlayan ölümünü, ebedî âleme kavuşmanın "düğün gecesi" mânasında "Şeb-i Arûs" diye isimlendiren Celâleddin-i Rûmî etrafındaki görüş açıklamaların yoğunluklu olduğu günlerdeyiz...
Bu günlerde, 21 Aralık tarihi de, 365 günlük güneş yılını esas alan şemsî takvime göre, kuyezyarımkürede, "şeb-i yeldâ"dır da.. Yani, yılın en uzun gecesi..
Şairin, "Muvaqqit (vakit ayarlayan, takvim hazırlayan) ne bilir; âşıq"a sor, şeb-i yeldâyı.." beytinde anlatmak istediği mânâ ise, bir başka "şeb-i yeldâ"dır..
800 yıl öncelerde, Afganistan"ın kuzeyinde bulunan ve bugün "Mezâr-ı Şerîf" olarak bilinen Belkh şehrinden olduğu için Celâleddin-i Belhî ve daha sonra hemen bütün müslüman coğrafyalarını kasıp kavuran korkunç Mogol İstilası yıllarında, "Sultan"ul Ulemâ" (bilginlerin suıltanı) unvanlı babası Bahauddin Çelebi"yle birlikte, henüz 10-12 yaşındayken, Belkh"den kalkıp, İran üzerinden "Diyâr-ı Rûm" (Rûm, Roma İmparatorluğu diyarı) olarak isimlendirilen Anadolu"ya gelip, Konya"da yerleştiği için de Celaleddin-i Rûmî diye anılan ve görüşlerinin etkisi 750 sonralarda bile dünyanın hemen her yanında yankılanan şahsiyet hakkında konuşmak, mayınlı arazide gezinti yapmak gibidir..
Yazık ki, niceleri, Celaleddin"in isminin sonundaki nisbet ifadesi olan "Rûmî"den hareketle, bunun Anadolu veya Rûm diyarı olarak da bilinen coğrafyaya aidiyet ifadesi olduğunu gözardı edip, onun bir rum olduğunu bile sanmışlardır.. Gerçi, "Ben öldüğümde, mezarımı yeryüzündeki şu veya bu mezarda- mezarlıkta değil, âriflerin kalblerinde arayın.." diyen Celaleddin, Belkh"den olduğu için Belkhî veya Diyar-ı Rûm (Anadolu)"da yaşadığı için de Rûmî diye, bazı coğrafyalara nisbet edilmeyi istemezdi herhalde..
"Sadece akılla görünen âlemin sûretinin müşahede edilebileceğini; şeytanın ilminin olduğunu, ama, aşqı olmadığı için, Âdem"de toprak sûretinden başka bir şey göremediğini, sırf akıl gücüyle, Yaradan"ın değil, hattâ yaradılışın hakikî mahiyetini bile tanıyamayıcağını" söyleyen Celaleddin"in bu yaklaşım ve izahlarında bir haklılık payı büyük çapta yok mudur?
Bu mânayı, Celaleddin"in ağzından, Muhammed İqbal şöyle aktarır:
"Biz müslümanız, bütün dünya vatanımızdır. Göğüslerimizde "tevhîd" emaneti var..
Senin memleketin İslam"dır.. Sen (Peygamber"in yolunu izleyen mânasında) "Mustafavî"sin..
Terk-i vatan, ilahî mahbûbun sünnetidir.. Peygamber"in, inancı uğruna doğduğu toprakları terketmesinden bir maksad da, müslümana bir örnek oluşturmaktı..
Sen de kan, renk, ırk putlarını kırıp millet"te, İslam Milleti"nin bütünü içinde kaybol..
O zaman görürsün ki, ne Turanî, ne İranî, ne Efganî kalır..
Bütün vatanlar, coğrafyalar sahildir..
Mümin ise, kıyısı olmayan okyanusa girmelidir..
Senin kanadların renk ve ırk tozuyla örtülmüştür; ey haremin kuşu.. Uçmadan evvel kanadlarını sil ve o toz -toprak yükünden kurtul..
İslam, topraktan sıyrılmaktır.. Pâk can, kendini ancak o zaman bulabilir..
Allah"a inanan, bu mükevvenâtın maddî boyutları içinde sığmaz.."
*
"Dünde ya da hamlık zamanında söylenenler.."
Celaleddin Rûmî, "Dünde söylenenler dünle birlikte geçip gitti cancağızım.. Bugün yeni şeyler söylemek gerek.." diyorsa da, onun gibi bir büyük söz ustası ve danişmend kişinin anlaşılması etrafındaki tartışmalar bugün bile dünyadaki birçok edebî, irfanî, hikemî ve itiqadî çevreleri hâlâ da meşgul etmekte...
Hattâ bazıları, Celaleddin Rûmî"den günümüze intikal eden eserlerdeki bazı yakışıksız hikayelere birkaç cümlelik bir eleştiri getirenleri hemen hemen defterlerinden silebiliyorlar, "Sen kim oluyorsun ki, o yüce şahsiyete eleştiri getiriyorsun?" diye.. Halbuki, aynı insanlar, Hz. Ömer"i eleştiren bir müslüman hanımı, "Sus be kadın, sen kimsin ki, ne ilmin var ki, seviyen ne ki, Ömer"i eleştiriyorsun?" diye azarlayanlar karşısında, bizzat Hz. Ömer"in, o eleştirilere izin verdiğini ve sonra da, "Ömer haksız, kadın haklı.." diye, o hanımın sözlerini doğruladığını müthiş bir adâlet örneği olarak anlatırlar.. Ve amma, başkaları hakkında bir itiraz dile getiren kimselere kendilerinin derhal, "Senin ilmin ne, seviyen ne?" dediklerini o zaman hatırlamak istemezler..
Aynı şekilde, Celaleddin Rûmî"nin bazı yaklaşımlarına işaret etmekle birlikte, onun bir ömür boyu yazdıkları, söyledikleri içinde, çok derin mânâ ve hikmetler de olduğunu söyleyenler karşısında da, mukabil bir hassasiyet sergilenir ve bu kez de, "Öyle birisine nasıl olumlu bir bakış açısı ile yaklaşılır?" diye ve o ve benzerlerine, âdetâ, ayrı bir dinin propagandası yapılıyormuşçasına hışımlı bakışlar çevrilir..
Bu satırların sahibi, bu konudaki her iki örneği de, çeşitli zamanlarda hep yaşamıştır..
Son olarak... Genellikle de Avrupa"daki Türkiye"lilere yönelik türkçe yayın yapan bir tv. kanalında proğram yapan bir arkadaşın, "Mevlâna üzerine 2 saatlik bir canlı yayın"a katılmam için yaptığı davet üzerine, Aralık-09"un ilk haftasında, sözkonusu yayına bu konuda yeterli donanıma sahib bir arkadaşla birlikte katıldım..
Proğramcı arkadaş, benim o konudaki yaklaşımlarımı, bütünüyle redd veya bütünüyle kabul gibi bir çizgide olmadığını genel çizgileriyle biliyordu..
Ama, o proğramın özellikle de ilk yarım saatlik kısmındaki izahlarımı dinlememiş olanlardan niceleri şaşırıp, "Celaleddin"i ve de tasavvufu yüceltici bir proğramda yer almamı hayretle karşıladıklarını" beyan ettiler..
*
Halbuki, bu konuda bir takım parantezlerimin olduğunu bilenler, o parantez içlerini o proğramın ilk yarım saatinde etraflıca anlatma fırsatını bulduğumu da teslim edebilirler, herhalde..
Ayrıca da, bizzat Celaleddin Rûmî, muhatablarının anlayış seviyesine göre de farklı konuştuğunu ifade eder ve düşünmeden gülünecek kaba nükteler arayan ve ancak onları dinleyen insanlara da o formatta sözler söyleyip, sonunda her gruba, âvâm"a, ulemâ, ârifler ve şairlere ve padişahlara, sultanlara onların anlıyacakları dilden ders vermeye çalıştığı görülür..
Ayrıca, sözlerinin "hamlık, pişkinlik ve yanmışlık" dönemlerinde görüşlerinin farklı olabileceğini kendisi de hatırlatmaktadır..
Kaldı ki, sözkonusu isim, kendisi şer"an mutlaka ve kayıdsız-şartsız takib olunması gereken bir kimse durumunda değildir.. Doğrularını almak, yanlış bulunanlarını terketmekte alabildiğince hürdür insan..
*
Önce isim ve lakablardan başlayalım..
Bazı kelimeler vardır ki, isim veya lâkab olarak birilerine verildiklerinde, onlar etrafındaki beğenilme veya nefret durumlarına göre, kişinin aslî kimliğini de ipoteği altına alır; halkın, efkâr-ı umûmiyenin algılama veya kültüründe yer eden isim, kişinin gerçek şahsiyetini bile gölgede bırakır.
"Mevlâ/nâ.." kelimesi de bu kabildendir..
Yani, "bizim (mevlâ)mız.." Mevlâ, yani, başkası üzerinde velâyet hakkı bulunan.. (Allah"a Tealâ için de Mevlâ denildiğini hatırlayalım..) "Mevla" türkçede en çok da, "efendi"nin karşılığıdır.. O halde, "Mevlâ-nâ" (Efendi-miz)..
Bugün arab dünyasında Mevlânâ (mevlâmız); şeyhunâ (şeyhimiz); seyyidinâ (seyyîdimiz/ saygın büyüğümüz); azîzunâ (en aziz varlığımız) gibi hitab şekillerinin yaygın şekilde kullanıldığını görürüz.. (Elbette, mevlâ kelimesinin bazen, "abd, hizmetçi, köle" gibi mânâlara geldiğini ve bu mânânın, türkçeye de yansıdığını görürüz. Hz. Peygamber (S) için, "Efendimiz" ve büyük ulemâ için de "Efendi" sıfatı, derin bir saygı ifadesi olarak kullanıldığı gibi açıktır. Hâkezâ, "efendi" kelimesinin türkçeye rumcadan, "Çok saygıdeğer" ma"nâsındaki "aftendus"dan geldiği de") Ancak, "Mevlânâ" (efendimiz) terimi, bugün bizim idrakimizde, belli bir isim gibi algılanır..
Ama, ona bir de, "Hazret" sıfatı ön-ek olarak zikredildi mi; yüceltmelerin, "Vâris-i ekmel-i sultan-ı rusûldür, billah; / Görünür rûh-i Nebî, sûret-i Mevlânâ"da.." gibi, şer"î sınırları zorlayan nice tuhaf noktalara vardırılmasıyla karşılaşabiliriz..
*
Kaldı ki, şiirlerini adetâ dudaklarından fışkırırcasına ve kâtiblerin yazmak için, arkasından koşuşturduğu Celaleddin gibi bir müthiş kabiliyetin, çağlayan bir nehrin o coşkun akışı içinde bir takım çör-çöpün de bulunması tabiîdir..
Ayrıca, onun Moğol İstilası"nın en karanlık, en vahşî dönemlerinde şaşkınlık içine düşmüş, itiqadî açıdan perişanlığa sürüklenmiş kitleleri hidayet kapısında ve İslam inanç dairesi içinde tutabilmek için sergilediği tavırları, yorumları ve sosyal-resmî ilişkileri, çabaları, bugün bize çok aykırı gelebilir, ama, o günün şartları içinde belki de mâzur görülebilir.. Kezâ, onun, günahsız, mutlak mânâda bir lider /rehber olmadığı unutulmazsa, ortada bir problem de kalmaz.
"Tasavvuf"un bazı yansımaları rahatsız ettiyse, hikmete bakalım.."
Bu vesileyle, "tasavvuf"a da biraz değinmek gerekir..
"Tasavvuf" teriminin arabça, "sof" (yün elbise) kökünden ve "sade yaşamak" mânâsında türetildiğini söyleyenler olduğu; yunancada "hakikat bilgisi" mânâsına gelen "sofos"dan türetildiğini söyleyen (Hammer gibi)ler de olmuştur. Her meslek ve meşrebde bir takım özel terimler olduğu gibi "tasavvuf"ta da ancak o dairenin içinde olanların tam olarak idrak edebileceği özel terimler vardır.. Nitekim, "menlem yezûq lem y"ârif " (tadmıyanlar bilmez) denilen özel bir terminoloji vardır ki, Celâleddin"e, "âşıklık nedir?" dediklerinde, "Benim gibi olursan, öğrenirsin.." dediği bildirilir..
Ama, "tasavvuf/ hikmet" içinde gözüken veya gösterilen birçok kötü örneklere bakılarak, "hikmet" kavramının tamamına aykırı bir tavır takınmanın yerinde olmayacağını ve bu terimlerin çeşitli çoğrafya ve kültür havzalarındaki farklı algılanmalarına rağmen, insan rûhunun derinliklerine işleyen terbiye edici bir yön bulunabileceğini de düşünmek gerekir..
Ama, görüşlerine karşı çıkılan nice namlı mutasavvıfları, bazılarının, "şeyh-i ekber" (en büyük şeyh) diye isimlendirirken, bazılarının da tam ters istikamette, "şeyh-i ekfer" (en kafir şeyh) diye nitelemesi de bu anlama ve algılama farklılığındandır..
Peygamberler, bir "katre" içindeki "okyanus"u idrak ve ihata etmişlerdir; niceleri de, bir katre"yi okyanus sanıp, boğulup kalmışlardır.
Yani, "tasavvuf", bazı lisanlarda "dervişlik, miskinlik" gibi değerlendiriliyorsa, veya bazı itiqadî sapkınlıklara vesile olacak boyutlarda yorumlara da kaydırıldıysa; bundan dolayı, aynı format içinde sunulan hikmete de düşman olmak, ne kadar mâkuldür, onun da üzerinde ayrıca düşünülmelidir..
Ki, "hikmet"in içinde, "kâinatı temaşâ etmek, kâinat kitabını okumaya çalışmak ve bu yolda fikr ve zikretmek" çabası da en başta gelir.. Bu vesileyle, Kur"an"da, "Niçin tefekkür etmezsiniz, niçin akletmezsiniz?" ihtarlarının bulunduğuna bu vesile ile işaret ve bunun için de sadece Âl-i İmran, 191"in meâlini tekrarlamakla yetinelim: "Onlar, (") Allah"ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışını düşünürler, Rabbimiz, sen bu mükevvenâtı boşuna yaratmadın, Seni yüceltiriz.. Bizi ateşten, yanlışlara sürüklenmekten koru.."
Şeyh Galib"in "Ben bilmez idim, gizli-ayân, hep sen imişsin, /Tenlerde ve canlarda nihân, hep sen imişsin, / Senden bu cihan içre nişan ister idim ben,/
Âhir, şunu bildim ki, cihan hep sen imişsin.." mısralarıyla sözü de bize aynı manayı vermiyor mu?
Bu açıdan, Celâleddin, bir büyük "mutasavvıf"dır dediğimizde, onun bir hikmet adamı veya en azından şiirleri, sözleri içinde nice hikmetler bulunan bir kimse olduğunu da düşünebiliriz..
*
"Müslümanın doğruları İslam"dandır, yanlışları kendindendir.."
Başta Kur"an ve Resul-i Ekrem (S) olmak üzere, dinler ve peygamberler üzerine derin kültürü; ele aldığı hemen her konuda, çağına göre oldukça derin bilgisi ile çağlar üstü bir âbide, fars edebiyatının da dünya çapındaki en güçlü sembollerinden..
Dünyaya bakışı açısından da, muhakkak ki, bir büyük ârif ve müslüman bilge..
Ama, bu duruma bakarak, onu günahsız, hatasız birisi olarak da algılamamak gerekir. "Bakır muhabbetten altın, diken muhabbetten gül olur." diyen Celâleddin, aşırı sevginin insanı putperestliğe kadar götürdüğünü de anlatmışken; kendisi de, aşırı yüceltme ve kutsamalara mâruz kalmaktan kurtulamamış ve en zıd kutublararası değerlendirmelere uğramıştır.
Kimileri ondan neredeyse, bir "kitabsız peygamber", kimisi bir "zındık", kimisi bir "velî", kimisi bir "filozof", kimisi bir sadece şair, kafiye ve söz ustası, kimisi bir tarikat lideri; kimisi, anlattığı hikayelerde kullandığı bazı kaba argümanlara bakarak, bir sapık yonttular..
O ise, kendisinden şöyle söz ediyor:
"Men bende-i Qur"anem, eger cân dârem,/ Men khâk-i reh-i Muhammed Muhtârem../ Ger, naql koned cuz" in kes, ez goftârem, / Bizârem ez"u ve ez"in sukhen, bizârem.." (Ben yaşadığım sürece, Kur"an"ın hizmetkârıyım ve ben Muhammed Muhtar"ın yolunun tozu-toprağıyım. Benim sözlerimden, bunun dışında bir mânâ nakledenden de, o sözden de bîzârım, acı duyarım..)
Ama, bunu söyledi diye, kendinden menkul (nakledilen) her bir sözü delil kabul etmek de yanlış olur.. Evet, İslam kültür pınarlarından kaynaklanan bu irfan çeşmesinden de içebiliriz, ama, haddi aşmadan, aslî ölçülerimizi yitirmeden..
Kaldı ki, bizzat Celâleddin, Hz. Peygamber (S)"den gelen, "muhatablarına, akıllarına göre hitab ediniz" şeklindeki hadîs rivayetine dayanarak, kendisinin ömrü boyunca, sultanlara, vezirlere, âriflere, hikmet sahiblerine, şairlere ve "âvam"dan her çeşit insana, onların anlayabileceği dille hitab ettiğini belirtir.. Eserlerinde bunun nice örnekleri vardır.. Bu yüzden, onun eserlerinde, en yüksek fikrî ve edebî örneklerin yanında; basit, sıradan insanlar için, düşünmeden gülmelerine yol açabilecek en kaba nüktelere ve hattâ müstehcen fıkralara bile rastlanır.. Ayrıca, "Hayatım şu üç merhaleden ibarettir.." diyerek, "Hamdım,/ Piştim, / Yandım.." (kham bûdem/ pukhte şodem/ sukhte şodem) nitelemesi yapar.. Bir insanın, "hamlık, pişkinlik ve tam olgunluk" zamanında söyledikleri ve düşündükleri, yazdıkları arasında bir farklılık olacağını, kendi hayatımızdaki örneklerden de anlayabiliriz.. Tekrarlıyalım, bizzat Celâleddin de, nice sözlerinin hamlık, pişkinlik veya yanmışlık dönemlerine aid olabileceğini unutmamak yeterlidir..
*
Bu vesileyle, Celâleddin"in meşhur bir rubaîsine de değinelim.. "Bâzâ, bâzâ, mera, ançe hestî, bâzâ!/ Ger kafir"u gebr" u butperestî, bâzâ, /İn derkeh mâ, dergeh-i nevmidî nist/ Sed-bar eger tevbe şikestî, bâzâ!" (Gel gel, bize, her ne olursan ol, gel, gel,/ Eger kafir, mecusî ve putperest isen de, gel../ Bizim bu dergâhımız, ümidsizlik dergâhı değildir, /Yüz kez tevbeni bozmuş olsan da yine gel!) sözlerini bazıları, bazı hadis rivayetlerinde, "tevbelerini bozanlar için belirtilen "itâb"lara karşı bir lâubalilik oluşturduğu" gibi iddialarla farklı değerlendirseler bile; konuya öyle bakmayıp, belki bütün insanları hidayete kapısına, Allah"ın kulluğuna, Allah"tan yaratış hikmetine uygun hareket etmeye ve o yaratış hikmetine aykırı hiçbir güç karşısında eğilmemeye, sadece sadece hakikat kapısı önünde eğilmeye davet etmek ve kişinin, "Allah"ın gufranından ümid kesmemesi gerektiğini" hatırlatmaktan farklı bir mânâ taşımadığını düşünmek, en mümkün olan yaklaşım şekli olsa gerek.. Nitekim, "ez-Zumer" sûresi, 29"da da "Allah"tan ümidi kesmeyiniz!" ihtarı vardır..
Evet, tekrarlayalım; ağır suçlama ve sınırsız yüceltmelere kaçmadan, ve sözlerinin içindeki doğruları alıp, yanlışlarını terketmek elimizde ise..
O zaman, Celaleddin Rûmî"den de alabileceğimiz çok şeyler olabilir