Selâhaddin Çakırgil
Seçim tartışmaları, ciddî ülke bütünlüğü ve tarih tartışmalarına doğru
Seçim tartışmaları, ciddî "ülke bütünlüğü ve tarih tartışmaları"na doğru kayerken...
Seçim tartışmaları sürdüğüne göre..
Tekrar edelim.. AK Parti, bu seçimlerde, başka partilerle değil, kendi önceki başarılarıyla yarışmış ve (global ekonomik krizin getirdiği işsizlik ve sair olumsuzluklarır etkisiyle ve bazı mahallî- özel şartların da etkisiyle) evvelki konumundan biraz geri düşmüştür.. Yani, seçimin hem kazananı ve hem de kendisine karşı mağlubu, yine de kendisidir.. Çünkü, iki büyük muhalefet partisinin oy toplamı ancak, AK Parti"nin oy yüzdesine ulaşabilmekte.. Böyle olunca, ortada nasıl bir yenilgiden söz edilebilir?
Haaa, deniliyorsa ki, diğerleri de oylarını birkaç basamak arttırdılar..
Doğru.. Ancak, onlar da önceki kendi başarısızlıklarına göre biraz başarı elde etmişlerdir. Ancak, değerlendirmelerde sırf bir tarafı vurmak ve diğer tarafları kurtarmak için, bazen geçmiş genel seçimler, bazen de geçmiş mahallî seçimler temel alınmakta..
Halbuki, bu bir mahallî seçim ise, 5 sene önceki mahallî seçimle değerlendirilmelidir.. Ama, iktidar partisinin vurulması için, illâ da, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ortaya tıkan bir buhran ânında, bir askerî müdahale teşebbüsünün tezgahlandığı, 27 Nisan Muhtırası"nın yayınlandığı bir atmosferde yapılan Temmuz -2007 genel seçimlerinde alınan yüzde 47 ile mukayese etmek, bize ne kadar sağlıklı bir sonuç verebilir?
Halbuki, bir önceki mahallî seçim olan Mart -2004 ile bir kıyaslama yapılacak olunursa, CHP yüzde 3, MHP yüzde 6, BBP (seçimin 3 gün öncesinde Gen. Başk. Muhsin Yazıcıoğlu"nun, çok trajik bir şekilde vefat etmesinin hissî atmosferinde, başta Sivas"lı hemşehrileri olmak üzere, bir çok kimsenin ona vefa göstermek istemesi dolayısiyle) yüzde 2, SP yüzde 1, ve DTPde bir önceki mahallî seçime göre, yüzde 1 kadar oy arttırmıştır..
Bütün bunların ve bazı mahallî şartların AK Parti"ye yüzde 3 kadar oy kaybettirmesine, bu global ekonomik kriz içinde yine de çok sayılmamalıdır.. Ve bu kadar parçalı bir siyasî yapıda, yüzde 39 oy olabilen bir parti, hâlen de güçlüdür ve bu rakamlar bir genel seçimde de tekrarlansa, tek başına iktidara yine gelir..
Nitekim, günlerdir medyada sanki seçim zaferi kazanmış gibi yaldızlanan CHP lideri Baykal, medya borazanlarınca kazandıkları ileri sürülen zaferinin gerçek mahiyetini ve sınırlarını anlamış olmalı ki, medyadaki pohpohlayıcılarının beklediğinin tersine, "erken seçim"in gündemde olmadığını, "halkın AK Parti"yi daha iyi anlaması ve AK Parti"nin daha çok erimesi için, seçimlerin zamanında yapılmasının; bunun için de 2 yıl beklenmesi gerektiğini" söylemiştir..
Evet, halk, ekonomik krizden, AK Parti"yi sorumlu tutmadığı gibi, böyle bir atmosferde, güveneceği siyasî hareketin yine de AK Parti olacağını bu seçimle de göstermiştir..
Akdeniz ve Ege"nin sahil şehirleri Trakya bölgesi, genelde, ekonomi biraz düzelip güçlenince, 2000-2001 sosyo-ekonomik buhranından sonra tutunacak yer bulamayıp AK Parti"ye yönelmişken, şimdi, eski yaşayış tarzlarından ve laik çizgilerinden asla fedakârlıkta bulunmayacaklarının işareti vermek için, AK Parti"den yüzçevirdiklerini göstermişlerdir..
Güneydoğu"ya gelince..
Burada, kim ne yaparsa yapsın, kitlelerin kimlik mes"elesini herşeyin önüne koydukları görülmektedir.. Mes"ele "kürd mes"elesi" değil, Güneydoğu mes"elesidir.. Çünkü, Güneydoğu"nun dışında, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin her tarafında -hattâ Güneydoğu"da yaşayan kürd halkından çok daha fazla bir kürd kitlesi yaşadığı halde-, oralarda halk arasında, "kürd-türk ayrışması" diye bir problem genelde yoktur.. oBöyle bir ayrışımın oluşturulmaya çalışıldığı yerlerde de, semereyi "türkçülük" adına MHP devşirmektedir.. Bunun en som örneğini, belediye başkanlarının son derece başarılı oldukları hemen her kesim tarafından kabul edilen Balıkesir, Manisa, Siirt (ve hattâ Van ve Antalya) seçimlerinin sonuçları da göstermektedir..
Güneydoğu"nun jeo-politik, etnik ve sosyo-ekonomik özel şartlarının bersirisinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan durum gösteriyor ki, bu "kimlik" arayışı ve aidiyet belirleme talebi, daha bir süre etkili olacaktır ve AK Parti veya oralarda zâten olmayan diğerleri, o bölgeye hangi hizmetleri götürürlerse götürsünler, orada bu "aidiyet arayışı" ve "kürd kimliği"ni herşeyin önüne geçirme çabası önceliğini sürdürecektir..
Ve TC"nin resmî ideolojisinin en temel rükunlarından birisi olan türkçülük terkedilmedikçe, ve ülkenin yüksek tirajlı bazı gazetelerinin logosunda, "Türkiye türklerindir.." yazısı korundukça, bu ülkenin aslî ve ayrılması düşünülemiyecek olan sahiblerinden olan kürdler de, elbette kendilerinin etnik kimlikleri isbatlama ve kabul ettirme çabalarını bayrak edinenlere kulak vermesi de sürecektir..
Ki, seçim öncesinde ve sonrasında DTP"nin ısrarla tahrik etmeye çalıştığı bu "kimlik isbatlama" tavrı, seçmenlerin gizlice veya alenen tehdid edildiği boyutlara kadar vardığı ve sandık gözlemcilerinin bile sandık başını terketmek için psikolojik baskılarla karşı karşıya kaldıklarına dair, kendisine de Diyarbakır"lı olan Mehdi Eker ve hattâ bizzat Başbakan Tayyîb Erdoğan tarafından yaygın mahallî baskı yapıldığına ve bu cümleden olmak üzere, AK Parti"ye oy vermesi muhtemel insanların evlerinin kapısı altından geceleri tehdid mesajları yazılı bildirilerin yaygın şekilde dağıtıldığına dair açıklamalar da ayrıca düşündürücüdür
Aynı şekilde Muş ve Ağrı"da seçimi AK Parti"nin kazanması üzerine, DTP"li oldukları sanılan kalabalıkların bu şehirlerde estirmek istedikleri terör havası, hereşyi gözler önüne sermektedir..
Bu durumda, AK Parti"ye düşen, o bölgeyi ve halkını asla dışlamadan, ve başka bir partiye yönelse ve ayrılıkçı sayılabilecek talebleri sürse bile, hizmetlerini seçim için değil, ülkenin birliğini korumak açısından sürdürmeli ve "o şehirlerin yönetimini mutlaka alacağız" gibi duygu yarıştırmasına vesile olacak tavırlardan kaçınılmalıdır..
*
Çiçek, öteden beri AK Parti"nin sistem içinde
"ehlîleştirilmesi"ne hizmet ediyor konumundadır..
Başbakan Yard. Cemil Çiçek"in kavmiyetçi çizgideki hassasiyeti bilinmektedir.. İki sene öncelerde de, TCK. 301"ndeki türkçü yaklaşımın değiştirilmesi gündeme geldiğinde, onun takındığı tavır hatırlardadır.. Halbuki, akl-ı selim, o kanun maddesinin, -sadece türk kavminin değil- hiç bir kavmin, etnik unsurun veya din mensubunun, ferdî ve toplu olarak, sırf mensub olduğu ırk veya din ve mezheb açısından aşağılanmasının müeyyidelere,e yaptırımlara bağlıyacak şekilde düzenlenmesiyle maksadına ulaşılabilirdi.. Böyle bir düzenleme, az veya çok, ırkçı ve faşist anlayışların çengelinde bulunan hemen bütün dünya ülkelerine de bir örnek olurdu..
Gerek o konudaki düzenlemelerde, gerekse diğer bir çok konuda, Cemil Çiçek"in laik rejimin temel değerlerine sahib çıkmaktaki hassasiyet, onun, esasen, AK Parti"nin sistem içinde, laik rejim içinde "ehlîleştirici" bir fonksiyon gördüğü ve hattâ böyle bir özel misyonunun yüklendiği kanaatini sürekli sözkonusu ettirecek boyutlardaydı..
Onun 29 Mart mahallî seçimleri sonrasında yaptığı değerlendirme de, o önceki kanaatleri daha bir perçinledi.. Genelkurmay sözcüsünün de, seçimlerle ilgili bir yorum yapmamakla birlikte, "Güneydoğuda ortaya çıkan tablo üzerinde düşüneceğiz.." gibi bir cümle kurması ve Çiçek"le aynı paralelde olması ilginçtir..
Çiçek, "Ben bir durum değerlendirmesi yaptım, tehlikelere işaret ettim.." kabilinden izahlar getirmeye çalışıyorsa da, seçim sonrasında özellikle de Iğdır Belediye Başkanlığı"nın da DTP tarafından kazanılması üzerine; onun "Ermenistan sınıra dayandılar.." gibi bir görüş belirtebilmesi, şuûr altında çok geniş bir korkular, fobiler, heyulalar taşıdığının işareti olarak ele alınabilir..
Bereket ki, Tayyîb Erdoğan Londra"ya giderken haberdar edildiği bu sözler karşısında, tepkisini derhal ortaya koymuş ve "kim söylerse söylesin, halkın seçtiklerinin bu şekilde suçlanmasının doğru olmadığını, böyle bin anlayışın kabul edilemiyeceğini" dile getirmiştir.. Umulur ki, Tayyîb Bey, bölge halkının seçtiklerine karşı bu zamana kadar sürdürdüğü mesafeli ve musafaha etmekten, tokalaşmaktan bile kaçınan tavrını, Çiçek"i eleştirirken söylediği bu sözlerin ışığında yeniden gözden geçirir..
Çiçek ise, sözlerinin yanlış anlaşıldığını ve "Başbakan"ın kendisini eleştirirken acele davrandığını, niyetinin ne olduğunu gözönüne getirmeden tepki verdiğini" söyledi ve kendisinin siyasette hep dik durduğunu belirtmek gereğini duydu..
Gerçekte ise, Tayyîb Bey"in bu konuda susması, Çiçek"le aynı görüşü paylaştığı mânasına gelirdi.. Yani, tepki vermekte hiç de acele etmiş değildir, Başbakan..
Çiçek"in bu sözleri, Mayıs-2006 ortasında gerçekleştirilen ve şimdilerde bir "Ergenekon tezgahlaması" olduğuna dair iddiaların mahkemelerce bile ciddîye alındığı Danıştay Saldırısı sonrasında yapılan cenaze töreninin Hükûmet aleyhine bir gösteriye dönüştürülmesi sırasında, korumalarının arasında, korku içinde kaçan Bakan"ın kim olduğunu hatırlattı bir daha ve de tebessüm ettirdi..
Şimdi bu lafzî cedelleşmeden sonra, Çiçek kızağa alınır mı? Bunu söylemek için henüz vakit erken... Ancak, Çiçek, bu konuda "yetki sahibinin Başbakan olduğunu söylüyor ve yapacağı her türlü tasarrufun parti içinde asla bir rahatsızlık meydana getirmeyeceğini" belirtiyor..
Çiçek"in sözlerinin ülke halkının bir bölümünün dış güçlerle temas haline geçmesinden korku duyulması gibi bir vatan koruma refleksi ve kaygusuyla dile getirildiği söylenebilir.. Ama, o zaman da, Mersin"den batıya doğru bütün Akdeniz ve oradan da kuzeye doğru bütün Ege sahibhillerinin ve sonra Trakya"daki bütün sınır illerinin belediyelerinin CHP tarafından kazanılmış olması dolayısiyle, milyonlarca CHP"linin de Yunanistan ve Bulgaristan"a dayandığını ve onların dolaylı olarak o devletlerle işbirliği yapabileceğini söylemek kadar söylemek kadar saçmadır..
Bu gibi korkular, bereket ki, biri kaç kişi tarafından benimsense bile, kamuoyunda hemen herkesce ve her kesimce, tuhaf olarak değerlendirilebilmektedir.. Yoksa bu gibi korkular, kişileri ve toplumları sonunda vehimlerinin esiri durumuna düşürür..
Elbette ki, Güneydoğu"daki özel hassasiyetler biliniyor ve bunun sadece Türkiye içsiyasetiyle sınırlı olmadığı, bütün Ortadoğu ve hattâ genel dünya siyasetiyle de ilgili yanları olduğu ortada; ama, buna bakarak, böyle bir korku ve fobiye sığınmak, akıl kârı değildir..
Kaldı ki, bütün komşularıyla iyi ilişkiler kurmak için özel bir çaba harcayan ve "etrafımız düşmanlarla dolu.." şeklindeki 80 yıllık siyasetten uzaklaşıp, "etrafımızı dostluk hâlesiyle çevirmeliyiz.." hedefine doğru ilerleyen ve bu yolda epeyce mesafeler kaydeden ve Ermenistan"la da pürüzleri gidermeye çalışan bir AK Parti Hükûmeti"nin içinde Çiçek gibi düşünenlerin çıkması, üzerinde derin düşünülmesi gereken bir olgudur..
*
Ali Bulaç gerçekten de öyle dedi mi?
2 Nisan 09 tarihli Hürriyet"te, Y. Bayer, kendi sütununda "Almanya"dan bir okuyucu" mektubuna yer verdi, "Biat ve cemaat" başlığı altında..
O yazıda, CNNTürk"te yayınlanan bir tartışma proğramına değiniliyordu.. O proğramda Ali Bulaç da vardı, daha başka kalem adamlarıyla birlikte.. O proğramın bir kısnımı ben de izleyebildim.. Tartışmada, cemaatleşme ve bey"atleşme olgusunun sözkonusu olmasından hareketle, Ali Bulaç"ın, Fethullah Gülen"i ve hareketini uzun uzun ve oldukça övücü bir şekilde anlatmasının, proğramdaki laik/kemalist tartışmacıları küplere bindirdiği de görülüyordu.. Benim izlediğim kısımda, iddia olunan bir ifadeye rastlamamıştım.. Ama, sözkonusu okur yazısında, Ali Bulaç"a nisbet edilerek ("Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde ilk olarak Anadolu'ya vahşi yağmacılar gelmiştir. Bu nedenle insanlar Türklerden nefret etmiştir." Bu iddia da 'yanar döner' aydın hezeyanının en tipik örneğidir. Anı kurtarmak ve sadece sahnede kalabilmek için bir İslamcı yazar, mensubu olduğu Müslüman milleti hiç düşünmeden 'vahşi bir millete', o milletin karşısındaki zalim Bizanslıları ise 'insanlara' indirgemektedir. Ali Bulaç böylece yerleşik değerlere saldırabilmek için Bizans'a bile sığınmayı kendine yakıştırabilmiştir.) denilmekteydi..
Bu konuda, Ali"nin Zaman"daki kendi köşesinden (4 Nisan günü de dahil) bugüne kadar herhangi bir açıklama yapmamış olması hasebiyle, bu konuda gereken açıklamayı yapmasını bekliyorum..
Gerçekten de, böyle bir söz söylemiş midir?
Yoksa Ali kardeşimiz de bilir ki, Alpaslan komutasındaki (ve daha çok Turanî ve İranî kavimlerden oluşan) Selçuklu müslüman ordusunun, miladî- 1071"de, Malazgirt"te, Bizans İmparatoru Romenos Diogenes"i yendiği savaştan önce, Anadolu"da özellikle bugün Güneydoğu olarak isimlendirilen yörede, (Bizans"ın hâkimiyetinde) yerli halk olarak müslüman kürd halkı yaşıyordu.. Kezâ, Doğu Anadolu ve Kelkit Vadisi boyunca da hristiyan ermeni halkı yaşıyordu.. Ermeniler, zaten daha önceden "kiliselerine, dinlerine müdahale edilmemesi halinde", Bizans"ın zulmüne karşı Selçuklularla işbirliği yapacaklarını açıklamışlardı.. Müslüman kürd halkı da, Malazgirt Savaşı öncesinde, Sultan Alpaslan"ın güçleriyle işbirliği yapmışlar ve Bizans"ın işi birkaç saatlik bir meydan savaşında bitirilmişti.. Bu neticede elbette yerli halk olarak müslüman kürd halkının rolü de oldukça büyüktü..
Şimdi, Bulaç"a isnad olunan böyle bir iddia karşısında, "vahşî yağmacılar" nitelemesi yapıldıysa, kim için yapıldı? Bunun açıklığa kavuşturulması gerekir..
Bu arada, her savaşta korkunç bir kan dökmesinden ayrı olarak, maddî tahribat, yağma ve ganimet mücadelesi de olur.. Bu, savaşların tabiatında vardır.. Ama, İslam savaşları âdil bir çerçeveye yerleştirmeye önem vermiştir..
Bunun içindir ki, Diogenes, esir düştükten sonra, Alpaslan"la görüşmesinde, kendisi zafer kazanmış olsaydı, "Alpaslan"ın gözlerine mil çektirerek öldürteceğini", bizzat Alpaslan"a açıkça itiraf etmişken, Alpaslan onu teselli etmiş ve cezalandırmak bir yana, bir de, emrine binlerce muhafız vererek, onu Konstantiniyye"ye (İstanbul"a) kadar göndermiştir ve Alpaslan"ın bu âlicenâb tavrı, muhakkak ki, onu cezalandırmaktan da beter olmuştu..
Bunun dışında, Malazgirit Savaşı öncesinde, Anadolu"daki hristiyan halaklar arasında, müslüman mübelliğeler çalışmaktaydı ki, bunlar genelde üç ana grupta mütalaa edilebilir..
Gâziyân-ı Rûm,
Âhiyân-ı Rûm,
Bâciyân-ı Rûm..
(Burada sözü edelen "Rûm" isminden maksad, Roma İmparatorluğu"nun toprağı mânasında Anadolu idi, yunanlı mânasında rum değildi..)
Bu üç gruptan Gâziyân-ı Rûm, Anadolu içlerinde, hristiyan halka zulmeden derebeylerine karşı mazlum halkların yanında yer alan ve o zorbalara hadlerini bildiren küçük mücadele timleri halindeki yiğit savaşçılardı..
"Âhiyân-ı Rûm" denilenler ise, hristiyan halk arasında, (müslüman oldukları için yabancı olarak hissedilmelerine rağmen, yine de) dürüstlüklerine dair tam bir güven hasıl olmuş bulunan müslüman tâcirlerdi..
"Bâciyân-ı Rûm" ise, hrıstiyan halk arasında kimsesiz, hasta ve yoksullara yardım eden, onların tedavileriyle meşgul olan, tenasülden kesilmiş, yaşlı müslüman hanımlardan oluşuyordu..
Ve denilebilir ki, (bugün müslüman coğrafyalarındaki bazı misyoner faaliyetlerini andıran çalışmalarıyla) bu "müslüman mübelliğ"ler, Anadolu"nun yerli hristiyan halklarının kalbini zâten fethetmişlerdi.. Alpaslan"ın kılıcı, içten çürümüş, tefessüh zetmiş, zorbalıkla, zulümle ayakta durmaya çalışan Bizans"ın çıbanına vurulan bir neşter mesabesindeydi..
Bunun dışında, bir takım yağmacılar yok mudur, olmamış mıdır?
Bu gibi haller, her sınır toplumunda ortaya çıkan münferid vak"alar olarak daima olabilir.. Ama, müslümanların Anadolu"ya sistematik olarak, "yağmacılar" şeklinde geldiklerine dair ne gibi bir tarihî ciddî kaynak vardır; bunu, bu gibi iddialarda bulunanlar ortaya koymalıdırlar.. Ve tekrar edelim, bu yakıştırmalar karşısında gerekli açıklamayı yapması da, bir sorumluluk olarak Ali Bulaç kardeşimize düşmektedir..
*
Hürriyet"teki yazıda değinilen "biat ve cemaat" konularında ise..
İslam"daki bey"atleşmeyi, o proğramda Ali de güzel izah etti.. Ona karşı çıkan ve TC tarihi boyunca müslümanlara asla bir baskı yapılmadığını iddia edebilen Ali Sirmen ve emsaline karşı, "bir kişi, hey"et veya ideolojiye kayıtsız-şartsız teslim olmak" mânasındaki bir çarpık "bey"atleşme"nin kemalist/laik TC rejiminde 80 yıldır uygulandığının söylenmesini bekledim, durdum..
haksöz