Selâhaddin Çakırgil
Sionizm silahı geri tepme işaretleri mi veriyor?
Siyonist İsrail rejiminin Ortadoğu"yu daha bir karıştırmaya ve buhranları arttırmaya ve Amerikan emperyalizmini de kendi yedeğinde sürüklemeye yönelik çabaları devam ederken...
Washington"ın Netanyahu"yu yerleşimlerin inşasını durdurmaya ikna edemediği gergin bir yılın ardından, Amerikan Kongresi"ndeki hızlı İsrail tarafdarlarından, "siyonist"lerden olan Amerikan Başkan Yard. Joe Biden"ın Filistin"deki Mahmûd Abbas Yönetimi ile İsrail rejimi arasındaki barış müzakerelerini yeniden başlatmak için, Ortadoğu"ya yaptığı gezi sırasında Netanyahu hükümeti"nin Kudüs"de, müslüman halkın mülklerini tahrib ederek, 1.600 konutluk yeni bir yahudi yerleşim birimi kurmak için karar verildiğini açıklaması, Biden"ı şoke etmiş bulunuyor..
Netanyahu, Amerikan Hükûmeti"nin, Biden"ın istiskali manâsına aldığı bu davranış için, "kötü zamanlama" için özür dilese de, Doğu Kudüs"te yerleşim birimi kurulması çalışmalarının süreceğini söylüyor ve "İsrail ve ABD"nin ortak çıkarları var, ancak biz İsrail"in hayatî çıkarları doğrultusunda hareket edeceğiz." diyor..
Ancak, Biden"a karşı sergilenen davranış, İsrail"in Amerika"nın kendisini her ne pahasına olursa olsun destekleyeceği şeklindeki geleneksel siyaseti Obama"nın değiştiremiyeceği kanaatinden de kaynaklanıyor. Şimdi, "Netanyahu mu geri adım atacak, Obama mı USA"daki yahudi lobisine boyun eğecek?" diye soruluyor..
İsrail rejiminin Washington elçisi Michael Oren "son 35 yılın en ciddî kriziyle karşı karşıyayız" diyordu, bu durum için.. Obama"nın danışmanlarından David Axelrod ise, 14 Mart günü CNN"e yaptığı açıklamada, İsrail"in Doğu Kudüs"te yeni konut yapma kararını, "Amerika"ya hakaret" olarak nitelendiriyordu..
*
USA ile İsrail rejimleri arasında bu gerginlik yaşanırken, Amerikan medyasından bir kesim, Barack Obama"nın gelecek seçimler öncesinde, B. Amerika"daki yahudi lobisinin desteğini riske attığını savunurken; diğerleri de asıl kaybedenin İsrail rejimi olacağı görüşünde.
Nitekim, Washington Post, 16 Mart tarihli başyazısında özetle şöyle diyordu: "Barack Obama"nın Ortadoğu diplomasisi ilk yılında kısmen başarısızlığa uğradı. Çünkü Başkan, kamuoyunun önünde İsrail"le Batı Şeria ve Kudüs"teki yahudi yerleşimleriy konusunda kazanması mümkün olmayan bir tartışmaya girdi.
Beyaz Saray"ın, geçen hafta İsrail ve Filistin arasında dolaylı görüşme sürecini yeniden başlatmayı sağladığı bir sırada, Obama"nın yahudi devletiyle göz göre göre yeni bir kavga başlatması şaşırtıcı oldu.
Netanyahu"nun özür dilemesine ve Joe Biden"ın bu özrü kabul etmesine rağmen, kavganın büyümesinde Obama"nın doğrudan etkisi oldu. Yetkililer, H. Clinton"ın, Netanyahu"ya verdiği ültimatomun maddelerini Obama"nın belirlediğini ifade etti.
Obama"nın başdanışmanı David Axelrod, daha da ileri giderek, yeni yerleşim birimleri kurulacağı kararının bir hakaret olduğunu söyledi. Obama ve ekibi, İsrail tarafından itilip kakılmak istemediklerini ortaya koymaya kararlı görünüyor."
*
TIME dergisi ise (Andrew Lee Butters kaleminden) şöyle diyordu: "İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, özür dilemesinin yaşanan gerginliği sakinleştireceğini ummuştu. Ancak Obama yönetimi tam tersine tartışmayı alevlendirmeyi ve iki tarafın siyasî iradeleri arasında büyük bir savaşa dönüştürmeyi yeğledi. (..) Obama yönetimi, B. Amerika"nın İsrail"e verdiği geleneksel destekten uzaklaşmaya devam ediyor. Ancak zamanla ve seçimler yaklaştıkça bu problem çözülecektir." diyordu..
Daily Star ise, 16 Mart günü, başyazısında, "İsrail, ABD"den gördüğü desteğe hiçbir şekilde olumlu karşılık vermeyerek Washington"a defalarca hakaret etti" yorumunu yapıyor; Independent ise, 16 Mart tarihli sayısında yayımlanan makalede, Obama yönetiminin ortaya koyduğu öfkeli tavra rağmen, müttefikini cezalandırmak için belirgin bir hamle yapacağına dair hiçbir işaret olmadığı belirtiliyor ve "Beyaz Saray'ın öfkesi sözde kalacak.." tahmininde bulunuyor ve şöyle deniliyordu: "Washington'ın son haftalardaki sert açıklamalarına rağmen, İsrail'e ciddî bir tepki göstermesi mümkün görünmüyor. Bunun en önemli sebebi Başkan Obama'nın ABD'de seçimlerin yaklaştığı bir dönemde kamuoyunun desteğini riske atmaktan çekinmesi..
Evet, ciddî bir gerginlik yaşanıyor ancak bu durum, "sopa ve taşlar kemiklerimi kırabilir, ama kelimeler bana asla zarar veremez" tekerlemesini hatırlatıyor. Ayrıca, hiçbir USA Başkanı, hele de seçimler öncesinde, ülkesindeki dengeleri göz ardı ederek kararlar veremez."
*
Hristiyan Amerikan toplumu, siyonist- Yahudilere "yetti artık" diyebilir mi, dersiniz?
Ama, siyonist rejimin etkili gazetelerinden Haaretz"in16 Mart tarihli sayısında yazıldığına göre ise, Hillary Clinton, Netanyahu'yla yaptığı telefon görüşmesinde ABD'nin dört maddelik taleblerini, Filistinlileri yeniden masaya oturtmanın sorumluluğunun İsrail"in omuzlarında olduğunu da dile getirmiş bulunuyor..
Hillary Clinton'ın Filistin'le olan ikili ilişkilerin geliştirilmesi ve barış görüşmelerinin devam edebilmesi için Netanyahu'dan istekleri şu şekilde sıralanıyor:
1 (Doğu Kudüs"de) Ramat Shlomo mahallesinde planlanan inşaatın Biden'ın ziyareti esnasında açıklanmasına giden sürecin soruşturulması. Amerikalılar İsrail'den bu hareketin bürokratik bir hata mı, yoksa politik nedenlerle alınan planlı bir karar mı olduğuna dair resmî açıklama istiyor.
2 Kudüs Planlama ve İnşaat Komitesi'nin Ramat Shlomo'da 1,600 yeni yerleşim birimi inşa edilmesine yönelik kararının geri çekilmesi..
3 Barış görüşmelerinin yeniden başlaması adına Filistinlilere önemli jestte bulunulması. Filistinli tutukluların serbest bırakılması, İsrail"in Batı Şeria'dan çekilmesi, kontrol noktalarının kaldırılması ve Gazze kuşatmasının hafifletilmesi.
4 Dolaylı görüşmeler dâhil, Filistinlilerle yapılacak tüm müzakerelerin yaşanan çatışmaların merkezindeki, sınırlar, mülteci, Kudüs, güvenlik anlaşmaları, su ve yerleşim konuları hakkında olacağına dair resmî bir bildiri yayınlanması."
Ama, 15 yıl öncelerde Ukrayna"dan yahudi göçmeni olarak gelip fanatik görüşleriyle parlayan İsrail rejimi Dışbakanı Avigdor Liebermann, " yerleşim birimleri inşaatının durdurulmaması" gibi bir şartın pratik değeri olmadığını söylemekte..
Halbuki, uluslarası hukuka göre de, silah zoruyla, zorla, savaşla işgal olunan bir toprak parçasının, -aslî sahibin, bir barış andlaşmasıyla o yer üzerindeki hakkından vazgeçmedikçe- işgalci gücün mülkü sayılması mümkün değildir..
Eğer, Amerikan Hükûmeti, bu talebleri, sırf, Ortadoğu"daki öteki tarafları yatıştırmak için yapmıyor da, gerçekten de yerine getirilmesini istiyor ve de yerine getirtebilir ise; bu durum, iki taraf arasındaki stratejik müttefiklik ve hattâ müttehidlik (tam bir beraberlik) durumu, ağır bir darbe yemiş olacak ve Amerikan toplumunun büyük kesimini oluşturan hristiyan kitlelerin, yahudilere karşı besledikleri ve dinlerinden gelen bir kültürel birikimle, giderek soğuyan bir tavır takınabilecektir.
Hele de büyük sosyo-ekonomik buhran zamanlarında, toplumların, başlarına gelen sıkıntı ve felaketlerin suçlusunu ararken, genelde, gözlerini öncelikli olarak, sosyal bünyedeki eqalliyet/ azlık grublara diktikleri hatırlanırsa..
Bu, çok da ihtimal dışı değildir..
Unutmayalım ki, 25 sene öncelerde Amerikan Ortak Kurmay Hey"eti / Pentagon (Genelkurmay) olan güç odağının tepesinde bir general vardı. O kişi, "Amerikan medyası, sermaye piyasası ve sanayiinde bu kadar etkili olan ve bütün bunları siyonist hedefleri için kullanan yahudilere karşı, özellikle de derin sosyo-ekonomik buhran zamanlarında, toplumumuzun hâkim unsuru olan hristiyanların binlerce yıllık kültüründen gelen bir tepkinin gelişmesi, şaşırtıcı sayılmamalıdır." demiş ve bir muhtemel tehlikeyi işaret etmiş; tabiatiyle de şimşekleri üzerine çekmişti..
Evet, bu söz bugün, daha bir yerli yerine oturmaya başlamıştır, denilebilir..
*
Bir diğer konuya geçelim..
"Laik/ ulusallık, hümanizm ve dinî kutsallık" karması acaib bir bulamaç icad etme mekânı: Çanakkale..
Çanakkale"nin dış dünyadaki ismi Dardanelle (Dardanel)"dir; Gelibolu da "Gallipoli"..
Saldırgan güçlerin 18 Mart 1915"de geri çekilmesiyle noktalanan Dardanelle/ Çanakkale Savaşları, muhakkak ki, sadece bizim tarihimiz açısından değil, dünya tarihi açısından da önemlidir.. Ama, bugün dünyanın umurunda bile değildir. Çünkü, Çanakkale Savaşları"nın hedeflerinden en aslîsi, savaş sonrasında yine de gerçekleştirilmiştir..
Evet, eğer kapitalist emperyalizm dünyası, Çanakkale"yi geçebilseydi, sadece İstanbul"u işgal etmekle ve -kendisi için asırlarca en büyük tehdid kaynaklarından birini oluşturan- 600 yıllık Osmanlı Devleti"nin hayatına son verecek ve kendisi için bir daha tehlike teşkil etmiyecek bir yönetim mekanizması hâkim kılınacaktı.. Ki, o netice gerçekleştirilmiştir..
O savaşın muhtemel hedeflerinden veya zafer elde edilirse, muhtemel neticelerinden birisi de, o günlerde, komünist cereyanlar karşısında -savaş şartları ve diğer sosyo-ekonomik buhranlar yüzünden- temelleri daha bir sarsılmakta olan ve kapitalist dünyadan resmî yazılarla, alenen yardım isteyen Rusya"daki 300 yıllık Romanoff"lar Khânedanı"nın da kurtarılması gerçekleşecek ve dünya belki de bir komünist imparatorluk -acı- tecrübesini yaşamıyacaktı.. Ama, vahşi kapitalizmin pençesi de insanlığın bedenine daha bir güçlü şekilde geçecekti..
*
Ama, Çanakkale Savaşları ve oradaki savaşçılar merhûm Mehmed Âkif"in, "Bedr"in arslanları ancak bu kadar şanlı idi..." gibi kıyaslamalarını hak eden çapta değildi.. Âkif"in o ifadelerini, o günün şartları ve heyecanı içinde dile getirilmiş şairâne ve destansı duygular olarak anlamak gerekir..
Çünkü, Çanakkale Savaşları bu savaş, gerçekte, bir bölümünü oluşturduğu Birinci Dünya Savaşı"dır.. Ve bu savaşa, Osmanlı da, -özellikle de Balkan"larda kaybedilen 500 yıllık vatan topraklarının geri alınması ümidiyle ve amma- Alman generallerinin komutasında girmiştir..
(Ama, bu noktaya gelinmeden öncesine de kısaca bakmak gerekir..
Savaş tamtamları çalınırken ve kapıya dayanmışken, Enver Paşa İngiltere"yi ziyaret eder.. Padişah"ın dâmâdı olduğu için, Başkomutan Vekilliği makamında bulunan 35 yaşlarındaki Enver Paşa, haliyle, sıfatı itibariyle, çok önemlidir ingiliz emperyalizmi için.. Çünkü, Enver Paşa, başta subayların maaşını bile ödemekte zorlanan ve Hazine"si İttihadçı"larla yağmalanmış bir Osmanlı"nın en yetkili adamı olarak, İttihadçı"ların başında bulunduğu rejim mekanizmasının ve ordunun para, silah ve diğer askerî donanımlarını elde etmeyi düşünmektedir. Ama, bunları elde edemez..
Osmanlı"nın kıskacında bulunduğu müzayaqa, derin sıkıntı ve ızdırar halini anlayan Almanya, İttihadçı"ların ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayınca..
Ortada herhangi bir saldırı sebebi henüz yokken, Goben ve Breslau isimli iki ünlü alman zırhlı savaş gemisi, Boğaz"lardan geçip, Osmanlı Bayrağı takarak Karadeniz"e açılmış ve henüz ortada "savaş açıldığı"na dair bir bildirim de olmaksızın, Midilli ve Yavuz adını verilen bu savaş gemileri, Rusya"nın Odesa ve Sivastopol liman şehirlerini topa tutuvermişti.. -Mehmed Âkif"in yakın dostu ve İttihadçı"ların İslamic gözükmek için, sadrâzamlığa getirdikleri- Said Halîm Paşa, Rusya"nın, "düşmanlık yoksa, özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi" talebine yatkın olsa da; İttihadçı"ların üç paşası, Enver, Tal"at ve Cemal Paşa"lar, bu özür dilemeye yaklaşmayınca, Osmanlı, Almanya"nın yanında savaşa girivermişti!.
Osmanlı"nın o son dönemindeki efkâr-ı umûmiye"yi, kamuoyunu derinden etkileyen anglo-fil (ingilizci) ve germanofil/ almanofil (almancı) bölünmede, almancı eğilim güç kazanmıştı.. (İttihadçılar genelde almancıydı.. Mehmed Âkif de öyleydi.. M. Kemal ise, o zaman hem o kadar etkili değildi ve hem de duruma göre, hangi taraf güçlü ise o tarafa yakınlık gösteriyordu ve savaşın almanların aleyhine sonuçlanacağının derin işaretleri ortaya çıkmaya başladığı 1917"lerden sonra ise, ingilizci eğilimlilerle birlikte olmaya ağırlık verecekti..)
*
Bismarck"ın güçlü 30 yıllık otokrat yönetimiyle oldukça güçlenen ve artık kabına sığmayan Alman emperyalizmi, Bismarck"tan sonrasında da, ingilizlerden bir şey dilenmeksizin kendi gücüyle, dünyaya hükmetmek istemekteydi ve bunun için, ingiliz emperyalizmi ve onun suç ortaklarıyla kapışması gerekiyordu..
Çanakkale savaşları, evet, askerî açıdan, gerçekte, ingiliz generalleriyle alman generallerinin bir "savaş oyunu" ve "savaş san"atını sergileme" vasıtası idi..
Ve savaşın henüz ilk yılı dolmamıştı.. Ve alman militarizmi, ingiliz militarizmine üstün gelmiş gibiydi.. Padişah"ın "Cihad-ı Ekber" ilan ederek gayrete geçirdiği müslüman askerlerin cansiperâne savunmalarıyla, İngiltere ve müttefiklerini püskürtmüştü.. Yani, "Garb"ın çelik zırhlı duvarı.." gibi şairâne duygular bir yana, ama, unutmayalım, alman emperyalizmi ve askerî sanayii de, o çelik zırhlı duvarın bir aslî parçasıydı..
Ama, bu "cihad ordusu"nun Çanakkale Savaşları"ndaki başkomutanı, -İttihadçı"ların Paşa rütbesi de verdikleri- General Liman von Sanders"in komutasında idi.. Ve yanında da, öteki alman generalleri, "paşa"lar da yardımcılarıydı.. M. Kemal ise, binbaşı, yarbay gibi orta dereceli yüzlerce subaydan sadece birisi ve 57. Alay"ın komutanı idi.. Ama, kendisini ilk olarak orada gösterdiği kabul edilir ve Çanakkale Savaşları, bugün Türkiye toplumuna, o savaşın ruhu açısından değil, M. Kemal"in ortaya çıkmasına vesile olması açısından, bir "laik/ ulusal kutsallık"la sarmalanıp gerçekler çarpıtılarak, bir "ulusal dinin, laiklik dininin kurucusu" gibi sunulmak için kullanılıyor.
*
Orada meydana geldiği söylenen harikulâdeliklere gelince.. Bu gibi, anlatıla- anlatıla tevatür haline gelmiş olan haller, ölümle burun buruna gelmiş her askerî birlik için anlatılır..
Hele, 250 bin şehid verildiği iddiası.. Genelkurmay"ın resmî yayınında 55 bin kadar insan, isimleriyle verilmektedir. Daha önce de bir başka Genelkurmay kaynağı,
Çanakkale Savaşları"nda bu rakamın 80 bin kadar olduğunu bildirir.. Tabiatiyle, kaçaklar, kayıplar, kendilerinden haber alınamıyanlarla, yüzbinleri bulabilir..
*
(Burada, iki sene önce, 19 Mart 2008 günü yayınlanan yazımdan bir bölümü tekrarlamakta bir mahzur yok..)
Musîbetlere gebe zaferler veya zaferlere gebe musîbetler..
Dün, Çanakkale Savaşları"nın 93. yıldönümü idi.. Yeni bir "ulusal kutsal"ı oluşturma çabasına doğru gidiliyor bu konuda.. Çünkü, M. Kemal"in kendisini ilk kez orada gösterdiğine vurgu yapılıyor.. Bu vesileyle yapılan törenleri dün TRT İnt."den uzuuun uzuuun izledim.. Bu arada, bol bol Safahat"tan şiirler dinledik.. Yargıtay Başsavcısı"ndan da korkmamışlardı. Zira, "laiklik" tehlikeye değil, ateşe atılıyor; vahyin kurtarıcılığından, Kur"an okuyarak bir an sonra dünya hayatından vazgeçme sırasını bekleyen kahramanlardan sözediliyordu, sürekli..
Bu arada, ikide bir, M. Kemal"in sesi yüksek perdeden ve Çanakkele"nin ruhuna aykırı olarak metalik bir gürültü şeklinde tekrarlatılıyordu "Ne mutlu türküm diyene!" şeklinde.. Halbuki, Çanakkale, sadece türklerin, kürdlerin vs. değil, İslam Milleti"nin cansiperâne bir direnişiydi. Gidiniz, o savaşlarda dünya hayatından geçenlerin mezarlarına bir bakınız..
Bağdad ve Musul"dan, Şam, Haleb ve Trablusşam"dan, Medine, Aden, Asyut ve Kıbrıs"dan, Trablusgarb ve Bingazi"den, Bosna"dan, İzmir, Çölemerik (Hakkâri) ve Diyarbekr"den, Kastamonu, Batum, İstanbul, Filibe ve Selanik"ten; o günkü vatan coğrafyasının herbir yanından, İslam sancağını yere düşürmemek ve o ateş içinde inanç değerlerine kanlarıyla su vermek için, dünya hayatından geçen, her ırk ve kavmden onbinler.. Ama, acıdır ki, Çanakkale"deki Osmanlı Orduları başkomutanı, bir alman generali olan "Liman von Sanders (Paşa)" idi; ("İttihad- Terakkî" kafası onu Osmanlı Paşası da yapmıştı.) Yani, binbaşı M. Kemal"in etkisi sınırlıydı tabiatiyle.. Onun da hakkı yenmesin, ama, yüzlerce "paşa"nın ve 90 bine yakın mechûl askerin hâtırâsı üzerine, resmî tarih goygoycularının çabasıyla tek ismin sembol olarak abandırılması doğru değildir!
Bizzat, o zamanki M. Kemal"in hâtırâtında anlatılan tablo bile, durumu anlatmaya yeter.. Bir an sonra öleceklerini bile bile, Kur"an okuyan o kahramanlar, şehîd"lerin yerini almak üzere, siperlere dalıyorlardı.. O onbinler, "Allah"ın dini" uğrunda dünya hayatından vaçgeçmeye hazırlanıyorlardı, birilerinin "laiklik dini" için değil.. Herhalde o hengamede hiçbirisinin aklından "İslamî değerlere karşı savaş açan bir katı laik rejim kuracağız.." diye bir düşünce geçmiyordu; hattâ, öyle bir yabancı kelimeyi bile bilmiyorlardı.. Ama, TRT Int."in muhabiri, o zaferle, "8 sene sonra kurulacak laik rejimin temellerinin atıldığı"na varıncaya kadar en saçma iddiaları bile dillendiriyordu. TSK adına yapılan konuşmada ise, "Aziz şehidlerden aldığımız güç, laik rejimi kurtarmaktaki kararlılığımızın kaynağı olmaya devam edecektir.." gibi cümleler kuruluyordu.. "Çanakkale geçilmez" gulgûleleri arasında..
"Çanakkale geçilmez" diye diye nerelere varıldığını öğrenmek isteyenler, Yargıtay Başsavcısı"nın AK Parti"nin kapatılması için açtığı dâvanın iddianâmesine bir baksınlar.
O halde, dün daha bir tekrarlanan "şehîd emanetleri" edebiyatının gerçeğini de görmeliyiz.
*
Evet, iki sene önce yazdıklarımla bugün yazacaklarım arasında fazla bir fark yok..
Bu yılki, 95. yıl anma törenlerinde de, değişen bir şey yoktu.. Çanakkale Savaşları, yine, M. Kemal"in yüceltilmesi için kullanıldı.. Onbinlerce şehidin canı, kanı, kemiği, mezarı, toprağı, hâtırası üzerine tek bir ismi ve resmi oturtmak ayıptır ve daha da acısı, buna müslüman hassasiyeti olan kimseler dahi âlet oluyorlar..
Bir diğer konu.. Çanakkale üzerine yazdığı tarihî romanıyla bilinen Mehmed Niyazi Bey ise, dünkü 18 Mart tarihli Yeni Şafak"ta yayınlanan mülâkatında, Çanakkale"yi "kalabalıktan bir millet çıkarma savaşı" olarak niteliyor, "Bir iki kumandanın gözüyle bakıyoruz. Halbuki Çanakkale, bir kalabalığı millet yapar, (") Çanakkale Savaşı, Türk'ün bütün dünyaya karşı duyduğu gurur savaşıdır.." diyordu.
Mehmed Niyazi"nin bu yaklaşımını ona yakıştıramadım ve ayıplıyorum.. Halbuki, o savaşlara katılmış olan babası, "Biz Allah için, İslam için yaptık.." der, başka bir şey anlatmazmış..
Çanakkale Savaşı"ndan den önceki müslümanları bir kalabalık sürüsü gibi sanmak, evet, ayıbın da ötesinde bir şey...
*
Vatanımıza alçakça saldıran düşmanlardan "kahramanlar" türetenler, kendi vatandaşlarına da nasıl bakıyorlar?
Ve bu arada, M. Kemal"in, Çanakkale Savaşları"ndaki düşman askerleri konusunda siyaset gereği veya malûm sofrabaşı nutuklarından birinde, içinde bulunduğu atmosferin etkisiyle söylediği tahmin edilebilecek bazı sözleri doğru gibi sunmak, komik değil, traji-komik!..
M. Kemal, ülkemize canavarca saldıran yabancı askerlerin ölüleri için, "Bu kahramanlar, bu topraklar için can verdikten sonra, artık bizim topraklarımızda, bize emanet olarak yatmaktadırlar, onlar bizimdir ve onların anneleri üzülmemeliler.. Onlar huzur içindedirler.." gibi laflar etmiş..
Aman Allah"ım.. Bu ne hümanizm, böyle..
Bizim vatanımıza hem de alçakça saldıranlara kahraman denilmesini, "bu topraklar için öldüklerine göre, artık bu toprakların evladıdır onlar.." diye sahiblenilmesini çok matah bir lafmış gibi tekrarlıyanlar komik duruma düşmüyorlar mı?
O ölenlere, bilmedikleri hedefler için kullanılmış oldukları için acınabilir, ama, onların kahramanlar olarak anılması ve huzur içinde yattıklarının tekrarlanması, saçma değil midir? O zaman, İslamî hedefler uğruna diyerek savaşanlara ne demeli.. Onlar "Niyazi" mi oldular, yani..
Bugünün laik-kemalistleri, aynı mantığı, yanlış bir cereyana kapılmış olan ve amma, kendi ülkelerinin insanları, kendi vatandaşları için de, "onlar da bu topraklar için can veren kahramanlar.." diyebilecekler midir?
Eğer, onu diyebilseler, bu çeyrek yüzyıllık silahlı mücadele bitmez miydi? Hattâ onlardan birilerine, yanlışlıkla "sayın...." diyenlerin başlarına ne belâlar getirilmek isteniyor, bilinmiyor mu?
Ama, vatanımıza binlerce km. uzaklardan gelen saldırgan düşmanlara, böylesine hümanist yaklaşımlar sergileyenler, kendi vatandaşlarından silahlı kişileri öldürmekle yetinmeyip, cesedleri üzerine bile şarjörlerini boşaltmakta ve sonra da tekmelemekte değil midirler?
*
Bir "sürç-ü lisan" mı, bir fikrî sapma mı?
Bu arada, Başbakan Erdoğan da, dün, Çanakkale törenlerinin yapıldığı mekanda konuşurken, "Çanakkale"de savaşan türk milleti"nden sözediyordu..
Halbuki, orada savaşanların Osmanlı müslüman coğrafyasının her bir yanından geldiğini, orada bir İslam Milleti"nin hemen bütün kavmî unsurlarından askerlerin olduğunu, Tayyîb Bey de bilmektedir. Bunu, aynı günde geçen yıllarda ve diğer vesilelerle yaptığı konuşmalardan da çıkarabiliriz.. Hattâ, orada gayrimuslim ve amma, müslümanlarla aynı safta savaşa katılan rum ve ermeni vs. taburları bile vardı..
Böyleyken, kendisiyle tersleşircesine, orada sadece bir kavimden sözetmek, -bir sürç"ü lisan değilse-, haksızlığın ötesinde, bir büyük fikrî yanlışlık değil midir?
*
Bu vesileyle, Tayyîb Erdoğan"ın bir diğer yanlışına daha dikkat çekelim..
Türkiye"nin Ermenistan"la olan pürüzleri ve bazı ülkelerin parlamentolarında, "Ermenilere 1915"de soykırım uygulandığı" yolunda, Türkiye"yi suçlayan kararlar alınması halkasına, son olarak, Amerikan Temsilciler Meclisi ve İsveç Parlamentosu da katılınca..
Başbakan Erdoğan"ın Londra"da 16 Mart günü yaptığı açıklama, doğrusu Erdoğan"a yakışmamıştır.. Erdoğan, bu açıklamasında, "Türkiye"ye baskı yapmaya kalkışılırsa, o zaman, Türkiye"de 170 bin kadar ermeni yaşadığını, bunlardan 70 bininin TC vatandaşı olduğunu; ama, 100 bin kadarının Türkiye"ye yollardan gelip kaçak olarak çalıştıklarını ve onlara yine de gözyumulduğunu ve bu baskılar artarsa, onları barındırmak zorunda olmadıklarını, ülkelerine geri gönderebileceklerini" açıklamış bulunmaktadır..
Bu yaklaşım tarzının, Erdoğan"ın gönül dünyasına yakışmaması gerekir.. Çünkü, konu, sadece Ermenistan"ın veya ermeni diasporası"nın tahriklerini frenlemek kasdının ötesinde bir manâ taşımaktadır.. Karşımıza çıkan tablo, Tayyîb Bey"e yakışmayan bir şekilde, bir diplomatik şantaj kokusu vermenin ötesinde, insanî açıdan da, yüzbine yakın sıradan ermeninin, rızklarını Türkiye"den çıkarmaya çalışan insanların hayatıyla oynamaya kalkışmak gibi bir hoyratlığı ve çirkinliği de yansıtmaktadır.. Bu insanlar, kanunsuz ve kaçak olarak gelmiş olsa bile, sen bunlara gözyumuyorsan, başka bir kanunsuzlukları yoksa, Türkiye"ye ileride bir olumsuz tavır takınılması halinde, onları "safra" gibi kullanabileceklerini düşünmenin, Erdoğan"ın kalbî değerlerine uygun olduğunu sanmıyorum..
Bu insanların diplomatik bir koz olarak kullanılacağının işareti, şık olmamıştır. Onlar Ermenistan"a devlet olarak takınılacak tavırla ilgilendirilmemelidir.. "Yaratılan"a, Yaratan"ın ölçülerine göre" bakmayı şiar edindiğini sık sık vurgulayan Tayyîb Bey, yüreklerine korku verdiği, rencîde ettiği o insanların gönlünü almalıdır..
Halebçe"yi değil, Halebçe"leri unutmayalım..
Bugünler, Halebçe Faciası"nın 22. yıldönümü.. 22 Eylûl 1980"de, Irak diktatörü Saddam"ın, körpe İran İslam Cumhûriyeti"ni çökertmek için, emperyalist- şeytanî güçlerin desteğiyle ve onlar adına saldırısıyla başlattığı, BM tarafından da itiraf olunan 8 yıllık ve en az 1 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan savaşın son kertelerinde.. Mart 1988"de, Irak"da, (halkı sünnî müslüman) bir kürd şehri olan Halebçe de İran güçlerinin eline geçiyordu.. Saddam"ı çıldırtan ise, yerli halkın, İİC ordularını, "Allah"u Ekber" diye karşılamalarıydı.. Başka savaşlarda, korunmak için kaçacak yer arayan kızlar- gelinler bile, şimdi bu orduyu, gözlerinin içi gülerek ve bir "kurtarıcı" gibi karşılıyor ve hançerelerinden tıpkı onlar gibi, "Allah"u Ekber!" yükseliyordu.. Bu sahneler İİC televizyonlarından dünyaya gösteriliyordu..
O halde, cezalandırılmalıydı, bu halk.. Saddam bunu yapmaktan tereddüt etmedi, ve..
Bu şehri kimyasal bombardımana tâbi tuttu ve 5 binden fazla insan, bir anda, çocuklarını kurtarmak isteyen analar, babalar, nineler, dedeler, çocukları kucaklarında veya çocuklar oyuncaklarının başında öylece, kimyasal gazlarla kavruldular..
Dünya bu faciayı görmezlikten geldi.. İİC tv."nun dünyaya geçtiği bu korkunç facianın haber filmine emperyalist dünya 3 yıl ambargo koydu.. Çünkü, emperyalist güçlerin bölgedeki kuklası olan Saddam"ın ne korkunç, hunhar bir zâlim olduğu ortaya çıkmamalıydı.
Ama, ne zaman ki, Saddam, İran-Irak Savaşı"ndan eli boş dönmekteki yenilgisinin yükünden kurtulmak için, Kuveyt"i işgal edip, bu ülkeciği, Irak halkına 19. eyalet olarak sununca..
Emperyalizmin Ortadoğu"da 1920"lerde kurduğu düzenin temel taşlarından birini oynatmaya kalkışmanın ağır bir bedeli olacağını ihtar için, emperyalist dünya, önce, İİC Tv."nun dünyaya üç sene önce yansıttığı Halebçe Faciası filmlerini hatırladılar ve yazık ki nice müslümanlar da ancak o zaman, Saddam"ın ne korkunç bir zâlim olduğunu yeni yeni anlamaya başladılar.
Evet, Halebçe"yi unutmayalım.. O zaman, Hiroşima"dan sonraki en büyük katliâm deniliyordu.. Ama, üç sene sonra, 1991"de, Amerika- Irak Savaşı sonrasında, Saddam, bu kez de Kuzey Irak"daki müslüman kürd halkını kimyasal gazlarla bombardıman edecek ve 150 binden fazla insanı kavuracaktı. Yani, Halebçe bir küçük sembol kaldı. Çünkü, hemen arkasından, Bosna"da 200 bin, sonra, Çeçenistan"da 150 bin insan, sırf "müslüman olmak" suçu (!?) ile katliâma uğradılar. Ve sonra, Amerikan emperyalizmi, 11 Eylûl 2001 Saldırıları"nı bahane ederek, Afganistan"da yüzbinlerce; Irak"da da bir milyon müslümanı katletti, katlediyor. Ve bu hal, "savaş hali" diye geçiştiriliyor.
Zorbalık ve emperyalizm oldukça, Halebçe"ler bitmez.
haksöz