Abdurrahman Dilipak
“Siyasetname” okumazsak “şikayetname” dinleriz!
Devlet yönetme sanatı olarak yaşanmış tecrübeleri aktaran adına siyasetname dediğimiz kitapları okumazsak eğer şikayetname dinleriz. Allah(cc), bizden öncekilerin tecrübelerinden yararlanmamızı istiyor. Bu anlamda bilgili, dürüst, cesur, erdemli, adil hükümdarların yönetme sanatını konu edilen Siyasetname, ya da siyasi hatıraları, başka bir ülkeyle sulh ettiğimiz ve birlikte yaşamaya karar verdiğimiz zaman nasıl davrandığımızı anlatan Fütüvvetnameler, bize savaş açanları yenilgiye uğrattığımızda onlara nasıl davrandığımızı anlatan Emannameler,alimlerin öğütlerinden oluşan Pendnameleri okuyup, anlamamız, bizden öncekilerin tecrübelerinden yararlanmamız gerek. Evet bunları yapmayacak olursak, tarih tekerrür edecek, acılar yaşayacağız. Bizim katlanmak zorunda olduğumuz güçlükler bizden sonrakiler için baht kaynağı olsun diye, bir de adil şahidler olarak kendi özeleştirimizi sunarken öğüt de vermeliyiz. Yoksa içimizden bazıları “risaleler” ile bizi uyarabilir ve “Şikayetnameler” dinlemek zorunda kalabiliriz. Bu eleştiriler can yakıcı olur ve geç kalındığı için de kötü gidişi düzeltmek sanıldığı gibi kolay da olmayabilir. Meddahların mersiyelerinden ve destanlaştırılan mefahirler üzerine uydurulan hikayelerden damıtılan tarihlerden kendimize yol bulmaya çalışırsak, varacağımız yer yalnızlık, çaresizlik, pişmanlık ve hüzün durağı olacaktır..
En büyük öğüt verici Allah’tır. Şirk koşmayacaksın, kibirlenmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin, adil olacaksın, işi ehline vereceksin, ila ahir..
Hiçbir hükümdar, “Allah’ın iradesi” dışında güç ve tasarruf sahibi değildir. Müslüman yönetici ise, “Allah’ın rızası” dışına çıkamaz. Çıkarsa Allah’ın gazabı yakındır ve çabuk gelir. Zulme sapan hükümdara karşı sessiz kalan ahali de o zulümden nasibini alır. Zalimlere yardım etmeyin ateş sizi de dokunur denmiştir. Haksızlıklar karşısında susanlar “dilsiz şeytan” olarak tesmiye edilmişti. “İçimizdeki beyinsizler”in işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım diye sormamız, düşünmemiz gerek.
Ve Resulullah’ın sireti ve sünnetinden ayrılmamamız gerekir. Görevimiz “veresetül enbiya” olmaktır. Resulullah’ın halifeleri, onun halefi olan diğer resuller ve onun selefi olan Hulefa-i raşidin’in söz ve fiilleri, yaşadıkları bizim için rehber olmalı. Ve adil hükümdarların “hikmet”li sözleri, ikazları da öyle. Bizim siyasetimizin mantığı, hukuk’u, “ahlak”ının hayat bulduğu zemin bu zemindir.
“İttihad”, “İttifak”, “İtilaf” üzere, “erdem” üzere, ”adalet, barış, hürriyet” üzerine bir ”Dar-üsselam”. Yani “Barış yurdu” inşa etmemiz gerek!
Bakın bir ülkede adalet yoksa barış da olmaz. Adalet ve barış yoksa, hiçbir özgürlük güvende değil demektir. Her zaman, her yerde haksızlık olur. Önemli olan haksızlığa uğrayan hakkını alabiliyor mu, haksızlık yapanın yaptığı yanına kâr kalıyor mu. İş ehline veriliyor mu, ehliyet ve liyakat görevlendirmede esas alınıyor mu, yoksa rüşvet ve torpille, yakınlık derecesine göre mi istihdam yapılıyor, karnınızı doyurabiliyor musunuz, iş ehline veriliyor mu, inandığınız gibi yaşayıp, düşündüğünüzü özgürce ifade edebiliyor musunuz, malınız, canınız, namusunuz güvende mi, kutsalınıza tecavüz edilmiyor mu, paranız para mı, yani emeğinizin karşılığı alabiliyor musunuz, oradan insanları kovsanız da gitmezler. Bunlar yoksa bağlasanız da durmazlar.
Yani 5 temel emniyet güvende mi?
Hele bir de katılımcı, çoğulcu, şeffaf, Hakkın üstün tutulduğu bir memlekette yaşıyorsanız, cebinizde taşıdığınız pasaportunuz size ve ülkenize güven ve saygınlık belgesi ise, başka ne istersiniz ki!
Bizler alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz. Bu anlamda “el emin” olmak zorundayız. Bütün insanlık ve mevcudatın hukukunu, bütün insanlığın 5 temel emniyetini korumak zorundayız. Ve bunun karşılığını yalnız Allah’tan beklemeliyiz. Biz “Müslümancı” ya da “İnsancı” değiliz. Biz Hakk’a tapan bir milletiz. Hak nerede tecelli ederse biz oradayız. Irkımız, cinsiyetimiz, doğduğumuz yer, ana baba, ya da hiçbir aidiyetimiz, Hakk’ın rızası ve ölçüsü dışında bize başkaları üstünde bir üstünlük sağlamaz! İnsan kılıklı bir mahkuk hayvana zulmetse biz o hayvandan yana oluruz, o “belhum adal”a karşı. Daha doğrusu olmamız gerekir.
Hz. Ömer’in halife olduktan sonraki ilk hutbesini hatırlayalım. Yoksa, “Koçibey risalesi”ni ya da Fuzuli’nin “Şikayetname”sini okuyalım. Nasıl da gidip aynı çukura düşüyor, aynı delikten ısırılıyoruz. Bu ahlaki zaaf içindeki adamlar bu kadar itibar görürken, bunlardan olmayanlar horlanıp itibarsızlaştırılıyorlar. Hz. Ali’nin Malik b Eşter’e gönderdiği mektubu da bulup okuyun bakalım, ne göreceksiniz. 3’ü de internette var.
“Beni bana bırakma / Beni nefsimle baş başa bırakma” diye dua eden insanlara ne oldu. Hani istişare ve şûra yapacaktık, hani merhametimiz gazabımıza, sevgimiz nefretimize galip gelecekti. Bizim bilmemiz gerekirdi ki, Allah bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecekti. Yaratılmış her şeyin bir kaderi, rızgı ve eceli vardı. “Beka” nasıl “sorun” oldu! Haşa! Bilim bilmemiz gerekirdi ki, Peygamberlerin kurdukları devletler bile baki değildi ve her topluluk layık olduğu şekilde idare olunurdu. Biz kendimizi değiştirmedikçe, başımızdakilerin değişmesi ile Allah hükmünü değiştirmezdi. Peygamberlerin bile böyle bir gücü yoktu. Gökyüzünün ordularının komutası ve gayb hazinelerinin anahtarı onların elinde de değildi.
Bazı şeyler Hududullah’ın sınırlarını zorlar ve ağır bir bedel ödemek zorunda kalırız. O zaman umduklarımıza ulaşamaz ve korktuklarımızdan emin olamayız. Bu durumda değişmesi gereken biziz! Tevbe etmemiz ve Allah’ın yardımının bize ulaşmasını engelleyenlerden yakamızı kurtarmamız gerekir. “İçimizdeki beyinsizler”den yakamızı nasıl kurtarırız ona bakalım. Sonuçta onlara bu serveti kazandıran ve onları bu makamlara yükselten bizler değil miyiz? Bu işler bu noktaya gelene kadar susanlar da bizleriz. Ve tabii halk ve yöneticiler olarak kendimizi de değiştirmemiz gerekiyor.
Bu “içimizdeki beyinsizlere” dikkat. Artık bunların süt dişleri yok. Köpek dişlerivar. Çeneleri de çok güçlü. “İnatçı” birtakım “Şeytan”ları ve “gözü dönmüş, Şeytanlaşmış, münafık karakterli” başka dostları da var!
Siz FETÖ’cüleri kovarken, onlara musallat olan Şeytanlar, kılık değiştirip başka “Cemaat”lerin kimlikleri ve sizlerle yakın duran yapılar üzerinden çevrenize sızıp, oyunlarına kaldıkları yerden devam ettiler. Siz kapıdan kovdunuz, onlar bacadan girdiler. Yakınlarınıza, çevrenize bakın!
Eğer bu olaylardan da ders almayacaksak, gelecek olan 2. bir “şefkat tokadı” değil, bundan sonrası daha da ağır bir ders olacaktır. Umarım bu defa olanlardan ders alınmıştır ve çözüm için geç kalınmaz. Çünkü yarın bugünden daha kolay olmayacak!
Selâm ve dua ile.