'Sizi Rahatsız Etmeye Geldim'
Biz Müslümanlar hem suçlu hem de mağduruz. Ne çağı anladık ne de derdimizi anlatabildik!
Okuyucusunun veya dinleyicisinin, onun sözlerini idrak ettiği anda yerinden fırlayarak yeni bir şey bulmuş gibi sevinçten parlamıyorsa gözleri veya çok sevdiği oyuncağı elinden alınan bir çocuk gibi kalıplaşmış fikirlerinin eridiği o anı bilinçsiz bir yutkunmayla geçirmiyorsa dinleyiciler veya eserini okuyanlar; o konuşma amacına ulaşamamış demektir. Çünkü "Sizi rahatsız etmeye geldim" diyerek söze başlayan bir 'aydın'dan bahsediyoruz: Ali Şeriati'den.
Düşünmekten korkuyoruz
Dr. Ali Şeriati bir yazısına bizi 'rahatsız' edeceğini duyuran sözlerle başlamış. Bazı insanların omuzları üzerinde taşıdıkları uzuvlarının varlığını ispat etmelerine yardımcı olacak sözlerdir bunlar. "Biz suçluyuz" diyordu, bizler fark ettiğimiz veya edemediğimiz vaziyetlerin içinde hem mağdur hem de suçluyuz aslında. Ali Şeriati'nin bu sözlerini idrak ettiğim günden beri düşündükçe, kanayan yanlarımızı keşfettim. 'Aydın' kimse olabilmenin en büyük sorumluluğu da bir yerlerde düşünmeye niyet bile etmeyen zihinleri rahatsız etmek, düşünenlerin ise düşünme eylemlerine yeni yollar açabilmektir.
İnsanlar düşünmekten korkuyor. İnsanların büyük bir kesimini içine alan 'düşünce'den ve 'düşünmek'ten korku duymaya sebep olmuş bu paradigma bir hastalıktır. Hastalık bu denli belli iken hastalığı yok saymak, hastayı bir anlık sakinleştirerek ömrünün son günlerini iyi geçirmekten başka bir şey olmayacaktır.
Hastalık bu topraklarda doğmadı
Şuanda üzerinde yaşadığımız topraklar, yıllar yılı İslam'ın bayraktarlığını yapmış, İslamî hükümler çerçevesinde yüzlerce yıl yaşamış bir devletin topraklarıdır. Aynı zamanda bu topraklar, insanlık tarihi boyunca en köklü medeniyet merkezlerine ev sahipliği yapmıştır. Bazen de hemen yanı başında kurulmuş Türk-İslam devletlerinin sınırlarına dahil olmuştur. Tarihe baktığımızda Türkler Anadolu'da bin yıllık bir devlet geleneği oluşturarak İslam'ın koruyuculuğu görevini üstlenmiştir. Allah'ın emirleri çerçevesindeki yönetimleriyle birçok farklı milleti toprakları üzerinde barındırmışlardır. Bu topraklarda farklı dinlerden insanların inançlarını kusursuzca yerine getirebilmelerine imkân sağlayan, İslam'ı kaynak alan bir kültür yetişmiştir.
Modernitenin oluşmaya başlaması, yani Batı Medeniyeti'nin Doğu karşısında yükselişiyle birlikte, dünyanın hemen hemen birçok bölgesinde Batı tefekkürünü merkez alarak onun ekseni etrafında düşünce üreten toplumlar oluşmuştur. Batı Medeniyeti'nin bilim, teknoloji, siyaset gibi birçok alanda dünya literatürüne soktuğu yenilikler, ister istemez Doğu toplumlarını da etki alanına almıştır. Birkaç asır önce bu topraklarda âlim yani bugünkü tabiriyle bilim insanı veya işinin ehli olanların hemen hemen hepsi 'Müslüman' idi. Bunlar, İslamî düzen içerisinde çalışan, dünyevi işlerinden önce asıl işi 'hakikat'i arayan kimselerdi. Onlar hem ahiret için yaptıkları çalışmalar hem de dünyevi hadiseler için buldukları icatlar ile halkın teveccühünü kazanmış, âlim ve manevi lider olarak kabul edilen zâtlardı.
Eli öpülesi, nur yüzlü insanlar
Bugünkü çağdaş medeniyet -daha doğrusu baskın olan Batı merkezli anlayış- ile birlikte insanların bir kısmı bilimden uzak kalarak, kapalı dinî muhitlerde dinin esaslarına göre yaşayarak İslam'dan ve Allah'tan söz ettiler. İşte onlar, halkın arasında büyük saygı gösterilen, "eli öpülesi, nur yüzlü" diye tanımlanan zâtlar oldular.
Din, bilime aykırı mıdır?
Fakat yine günümüzde bu devrin âlim sıfatını taşıyan Ali Şeriati gibi fikir ve bilim işçisi akademisyenler, eğitimciler, doktorlar veya mühendisler için yaşadıkları ortamlarda dine inanmaları büyük bir suç gibi görülmektedir. Geçmişte âlim olmak; hem dindar bir Müslüman olup hem de ilim ve bilim adına da eserler vermek ile tanımlanıyordu. Günümüzde âlim kimse yani okumuş, eğitimli insan; dini inancı yüksek olmayan hatta ve hatta belirli bir dini benimsemeyen insandır gibi zıt bir tanımla ifade edilmektedir. Yaşadığımız çevrelerde bir öğrenci, bir öğretmen, bir yazar, bir filozof, bir doktor ya da bir sanatçı dinî bir eğilime sahip olursa, bu durum, onun için sosyal, îlmi ve fikri bir zaaf olarak kabul edilir.
Eğitim ve öğretim camiasının içerisinde bulunan bizlerin yaşadığı çevre, dini esaslara göre yaşayan insanların çevrelerinden oldukça zıt bir görüntü vermektedir. Dini muhitlerde yetişen insanlar, ibadetleriyle, dine olan sadakatleriyle toplumun çok büyük bir kısmından takdir alarak hem manevi hem de maddi olarak huzur bulabilmektedirler. Fakat prestijli okullarda okuyan, yabancı dil bilen, eğitimli, kültürlü insanların dini eğilimlerinin olması kariyerlerini gölgeleyici bir unsur gibi görülüp çağ dışı kabul edilmektedir.
Namaz kılmak yobazlığın alameti
Ülkemizde de çağdaş eğitim veren kurumlarda okuyanların, okullarında dini kimliklerini açıkça ifade ettiklerinde görecekleri tepkileri sezip bu hislerini bastırmaları alenen var olan bir hastalığı göz önüne sermektedir. Namaz kılması gerektiğini söyleyen Müslüman bir öğrenciye çevresindeki insanların -akademisyenler de dâhil olmak üzere- yaftalayıcı küfürle yaklaşması, o öğrencinin eğitimsiz olduğuna dair varsayımsal sözler söylemesi sıkça görülen örnek olaylardan biridir. Bu anlayışın temelinde Batı endeksli fikirler olduğu gibi ülkemizde saltanatını sürdüren statükocu zihniyetin de payı büyüktür. 'Demokrasi' kavramını kendisine göre yontmuş bu zihniyet sahipleri, bu topraklarda dini referans alarak yaşayan insanları 'ikinci sınıf insan' veya 'cahil' diye adlandırdılar. Eğer bir dindar kişi, eğitimli ve kültürlü camiada yer alıp ilmi kariyer anlamında reddedilemeyecek seviyedeyse; kariyerini kaybetme noktasına gelmese bile sosyal bakımdan ağır eleştirilerin odağında kalmaktadır. Mesela, Ali Şeriati hakkında bir gazetede şöyle yazılmıştı: "Bilgin biridir, ama beynindeki dinî kalıntılar, onun ilmî kişiliğini felç etmiştir ve aldığı ilk eğitim, onun, geri düşünceli olmasına neden olmuştur."
Aydın bir gerici: Ali Şeriati
Bu düşünceleri kaleme almama esin kaynağı olan Ali Şeriati de "durumun neden böyle olduğunu ve niçin çağdaş, eğitimli diye atfedilen grubun içerisinde dindar olarak kabul görülemediği" sorularına cevap aramıştır hayatı boyunca. Bizler belki yaşadığımız çağın şartlarına hâkimiz. Batı tefekkürünü de biliyoruz. İlimle, bilimle, sanatla, politikayla iç içe geçen bir mevkideyiz. Fakat bizim haklarımızdan bahsettiğimiz noktada bize bu hakkın tanınmasını istemeyenlerin gerekçelerini de düşünmeliyiz.
Çağdaş okumuş kesim bilimle uğraşıyor, okuyor, yazıyor, eserler üretiyor. Fakat bugün var olan medeniyet hareketlerini uzaktan seyreden, hatta bu mevzulara dünyasını tamamen kapatmış Müslümanlar da var. İşte bu Müslüman kesim, kapalı bir dini muhitte İslam düşüncesinden, İslam felsefesinden, dinimizin emrettiği bilimden ve ilerlemeden de habersiz yaşamaktadır. Eğitim seviyesi yüksek kesimin bu söylediğimiz Müslüman kesim ile ilişki içerisinde olması pek mümkün görünmemektedir. Aradaki bu iletişimsizlik, iki kesimin birbirini anlamamasına sebep teşkil etmektedir. Bu kopukluğun nedenini şahısların ve ait oldukları çevrenin düşünmesi bilhassa büyük önem arz etmektedir. İşte 'suçlu' olduğumuz nokta burasıdır.
Yok mu bir orta nokta!
Dindar insanların bilimsel çabalara duyarsız kalmaları ve soyutlanmayı seçmeleri; eğitimli, bilgili, kültürlü kimselerin de çok hatalı bir bakış açısı ile dini ele alışlarını hiç şüphesiz etkilemiştir. Dindar toplumumuzun günden güne kök salan Batı kültürü karşısındaki durumu ortadadır. Ali Şeriati'nin sözleriyle ifade edecek olursak, "Geleneksel bir öze, atalardan kalma değerlere ve taklidî bir imana sahip olan toplum, kendisini tanıyamıyor." Birçok Müslüman tarafından benimsenen bu din anlayışı; bilim, felsefe, teknoloji, edebiyat, sanat, ekonomi gibi evrensel değerleri yaşatamıyor, geliştiremiyor.
Dinden uzak tahsilli kesim yani her türlü düşünce, ekol ve felsefeden haberdar olan bu kesim neden her türlü dinden ve hatta din ile ilgili olan her şeyden korkmaktadır? Başından beri hakkını aramak için çaba sarf ettiğim Müslüman toplumu neden bu tahsilli kesim ile konuşamaz durumdadır? İslam'ın keşfini yapmaya niyet etmemiş, düşünmemiş ve 'rahatsız' olmamış insanları muhatap alarak bu durumun vebalini neye yükleyeceğimi soruyorum.
Nerede fiili dualarımız?!
Sadece İslam'ın temel şartlarını uygulayıp modern çağın şeytanî tuzaklarından kendisini korumaya çalışmak için her şeye uzak kalmış Müslüman kesim, sorumluluklarını görmek için uyanışı gerçekleştirmelidir. İslam'ın, İslam düşüncesinin Batı kültürü karşısında bugün kaldığı acziyeti kaldırmak için Müslümanlar olarak duadan başka çare aramamız gerekmiyor mu? Dua, insanın elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra avuçlarını Allah'a açıp dileklerini O'na iletmesidir. Bu sebepledir ki; eğitimli, tahsilli, akademik çevrelerdeki 'din' yanılgısını da kırmak, dini eğilimleri olan 'aydın' insanların yaptığı örnek çalışmalar ve davranışlar ile gerçekleşecektir. Müslümanların diriliş hareketi için yerlerinden rahatsız olmaları, 'hakikat'i hissedilmek için O'nu arama yolu olan gelişmelerin rotasını çizmeleri gerekmektedir.
İlerleyen her yeni yılda Müslüman ailelerin genç nesillerini dinlerine karşı daha zayıf yetiştirmelerindeki gerekçeler sorgulanmalıdır. Eğitimli(!) çevrelerde suç işlermiş gibi kabul edilen dindar 'aydın'larımız, çocuklarını bile tanıyamayan Müslüman insanlara hesap sormalı, Müslüman olmanın gereklerini her fırsatta beyan etmelidir. Anlamak için ağlamak, rahatsız olmak gerekir.
dünyabizim