Selâhaddin Çakırgil
‘Suriye Buhranı’ Türkiye’yi de Daha Bir Kuşatırken..
‘Taksim Hadiseleri’ sırasında ölen göstericilerden birisinin kaatil(ler)inin bulunması iddiasıyla yapılan Antakya’da 9/10 Eylûl gecesi yapılan bir gösteriyi tâkiben, meydana gelen karışıklıklarda bir genç insan daha ölmüş.. Bu gibi sosyal karışıklar esnâsında, ‘Bir ölüm olsa da, onun cenazesini bayrak edinsek; arena, daha bir ısınsa..’ diye beklenti içinde olanlara yeni bir gün doğdu.
Haziran-2013 başında İst.-Taksim’de fitili ateşlenen karışıklar sebebiyle ülke çapında hayatını kaybedenlerin sayısı, bu son ölümle, 7’ye yükseldi.. (Önceden ölen iki gencin de Hatay’lı olması ayrı bir dikkat çekici husus..) Ancak, bir gösteriye yetişebilmek için yola çıktığı söylenen ve Ümraniye’de civarında takla atan arabasının içinde ölen kişi de, bu rakama dâhil ediliyor.. Ancak, bu karışıklıklar sırasında, Adana’da, koşarken gece karanlığında, inşaat halindeki bir köprüden düşüp hayatını kaybeden polisin canı sanki can değilmişcesine, o bu hesaba dâhil değil.. Âdeta, düşman tarafa verdirilmiş bir kayıp o..
Genç bir insanın hele de ne için olduğunu bilmeden, -dibi görünmeyen kuyudan su içmek misali-, bir takım oyunlara âlet olması veya tezgâhlara karışması esnasında hayatını kaybetmesi elbette acıdır. Yûnus 750 sene öncelerde ne kadar mânâlı söylemişti: ‘Şu dünyada yanar özüm, göynür gönlüm, / Genç iken ölenlere.. Göğ (yeşil) ekini biçmiş gibi..’
Antakya’da ölen Ahmet Atakan isimli bu gencin bir resmi vardı, medyada.. ‘Ne oldu lan.. Büyük adam olamadıysak, hayallerimizi satmadık ya..’ şeklinde bir duvar yazısının kenarında poz vermişti.. Belki o yazı da kendisinindi. Çünkü, kendisine aid bazı ‘tweet’ yazıları ile aynı havada.. ‘Ali İsmail’i ve Abdullah’ı polis öldürdü.. Gençlik yemin etti. Polisle barış yapmayacağız.. Diren OTDÜ, ayağa kalk, Antakya..’ şeklindeki ibareleri, bunun bir örneği..
Bu gencin sözkonusu ‘tweet’ yazılarında Beşşar Esed’e, âşık birisi olduğu ve bu yoldaki duygularını İslamî ıstılahlardan, terminolojiden faydalanarak dile getirdiği de anlaşılıyor. ‘Ölüm bize şehadettir, biz korkmayız ölümden.. Boyun eğmek sefalettir, biz korkmayız zâlimden.. Allah, Suriya, Beşşar!’ ‘Haksızlık karşısında eğilme. Eğilirsen, hem hakkını, hem de şerefini kaybedersin’ demiş, Hz. Ali.. Biz eğilmedik, dimdik ayaktayız..’ gibi ibareleri medyaya yansıdı.. Antakya’lı olup da, Beşşar’a böylesine bir aşkla bağlılığın arka planında elbette ki daha başka şeylerin varlığı aranacak, düşünülecektir.
Hele de, Hatay ilçeleri içinde, yoğunluklu olarak bir çoğunluk mezhebine bağlı halkın yaşadığı Reyhanlı’da, 53 insanın ölümüyle sonuçlanan büyük patlamaları özel bir intikam duygusuyla gerçekleştirdikleri anlaşılan cinayet ve terör odaklarının hangi sosyal ve mezhebî kesime aid olduğunun ve bu kesimin de Suriye Baas rejimi ve Esed Hanedanı diktatörlüğüyle nasıl bir bağının ortaya çıkmasından ve de Başbakan Erdoğan’ın son aylarda devamlı olarak, ülkede bir mezheb savaşı çıkarmak isteyenlerin varlığına ısrarla dikkat çekmeye ağırlık vermesinden sonra..
Bu gencin 11 Mayıs 2013 tarihinde, -yani, tam da, Reyhanlı’daki patlamaların gerçekleştirildiği gün-, attığı ’tweet’lerde, ‘bu olaylar karşısında susan kim olursa olsun şerefsizdir, insan değildir. Herkes sokaklara çıksın artık, gördüğümüz Suriyeli plaka veya kadın- erkek kim varsa, vurun oğlum, korkmayın!..’ şeklinde kullandığı dil de onun, Suriye’den Türkiye’ye sığınanlara ve böylece Esed rejimini zayıf düşürenlere nasıl bir kin beslediğini yansıtıyordu. Ama, medya, halkı bilgilendirmek için değil de, tahrik etmeyi hedef edinince, onlar görünmezden geliniyor.
Buyrunuz, ölen gencin ‘facebook’ ve ‘tweet’ hesabında Suriye’nin kanlı diktatörü Esed'in fotoğraflarını paylaşan ve ona övgüler düzen mesajlardan bazı bölümler.. "Senin nur yüzünle yola çıktık. Senin direnişinle. Senin için diz çöküp ellerimizi semaya kaldırıp dualarımızla yüreklerimizle, onurumuzla, desteklerimizle seninleyiz. Sen var oldukça, sen yaşadıkça, sen göründükçe seninleyiz, ya İbn Hâfız (Hâfız Esed’in oğlu) , ya Bashar al Asad (Beşşar el’Esed), seni seviyoruz, sana âşığız, senin yoluna yoldaş olmaya geldik, cesaretinle birliğine saygı, sevgi ve dua ile selamlıyoruz. Allah seni ve şanlı , yürekli ordunu, Suriye’ni,ve de onurlu bayrağını korusun, sonuna kadar, kanımızın son damlasına (kadar) seninleyiz. Allah, Suriya u Bashar al’Asad..’
Yüzbinden fazla insanın ölümüne, milyonların perişan olmasına ve kendi ülkesini bombardımanlarla viraneye çeviren ve sonunda, sivil halkı, üçte biri çocuk olmak üzere, 1500 civarında insanı kimyasal silahlarla kavuran bir Beşşar Esed ve rejimine böylesi aşkla bağlılık içinde olan birisinin, Antakya’da 9/ 10 Eylûl gecesi sergilenen karışıklıklar sırasında, bir kenarda kuzu kuzu duracağı düşünülebilir mi; bunun cevabını herkes, dürüst olarak kendi vicdanında versin..
Resmî raporlar yerine, isteğe uygun ‘ölüm raporları ve senaryoları’ bile hazırlayabilen sorumsuz bir medya ve diğer şerr odakları...
Hataydaki bu son ölüm üzerine, Adalet Bakanlığı Başdanışmanı Adnan Boynukara, Twitter'dan, Ahmet Atakan isimli vatandaşın ölüm sebebinin otopsi tutanağına göre ’yüksekten düşme’ olduğunu belirtirken, ön-otopsiye girdiğini belirten Hatay Tabib Odası Başkanı Dr. Selim Matkap ise düşme bulgusuna rastlamadıklarını söylüyordu, medyada yer alan açıklamalarında.. Ama, aynı Dr. Matkap, diğer taraftan da şu sözleriyle kendisiyle çelişiyordu: ’Atakan’ın vücudunda yüksek bir binanın üzerinden düştüğünü ispatlayan bir bulguya rastlamadık. En önemli iki bulgu var: Birisi akciğerlerde kanama, diğer kafa travması. Bizim yaptığımız otopside yüksekten düşme belirtisi yok. Başında kırık var. Ama kırığa neyin neden olduğunu söylemek mümkün değil. Akciğerlerinde kanama var. Bu kanamaya da neyin neden olduğunu bilemiyoruz. Yüksekten düşmeye dair bir bulgu yok. Başına taş gelmiş olabilir, başına bir şey gelmiş olabilir. Gaz kapsülü de diyemeyiz. Taş da diyemeyiz.’
İyi de, bir hekim, bir ön-otopside bulunduktan sonra, nasıl böylesine iddialı şekilde dile getirilebilir. Kaldı ki, vazifeli doktorların hazırladıkları resmî raporlarında, bir yüksekten düşmeyi hatırlatacak yığınla bedenî hasar belirtilerine değinilmişti. Antakya Devlet Hastanesi’ndeki ön-otopsi tutanağı şöyle idi:
“Sol pariyetal arkada (kafatasının sol tarafı) etrafından 6x5 cm’lik alanda ekimoz bulunan kenarları kısmen düzenli, dudaklar arasında doku köprüleri bulunan, künt vasıfta yara mevcut olduğu görüldü. Kulakta kan akmakta olduğu görüldü. Sol omuz üstte ve dış yanda ekimozlu (morluk) sıyrık, sol dirsek dış yanda, sol kol altı dış yanda, sol dirsek arkada yer yer sıyrıklar bulunan ekimoz, sol el bileği iç yüzde üç cm’lik ekimozlu sıyrık, sağ dirsekte 7x2 cm’lik ekimozlu sıyrık, sağ dirsek iç yüzde 2x1 ve 1cm’lik ekimoz, sağ dirseikte 3x1,5 cm’lik sıyrık, lomber (omurga) sol arkada paravertebral (omurga) bölgede 11x2,5 cm’lik üst kısımda ekimoz, sağ dış malleolde (ayak bileği) 1,5 cm’lik ekimoz bulunduğu görüldü. “
Adana Cumhuriyet Başsavcılığı'nca Dr. Ayşegül Bilen ve Dr. Ali Eren isimli iki adlî tıb uzmanına hazırlatılan otopsi tutanağında ise, "Ölümün künt genel beden travmasına bağlı etraf ve kafatası kırıklarıyla birlikte omurilik kopması, beyin kanaması ve iç organ yaralanmasından gelişen iç kanama sonucu meydana geldiği" belirtiliyordu.
‘Yâr, bana bir cenaze, medet!’ dercesine bir ‘nekrofili’ hecmesi..
Ama, bu vak’ayı da kaşımaktan meded uman bazı medya kuruluşları, bu vak’anın tanığı olduklarını iddia eden bazı kişilerin sözlerine geniş yer veriyorlardı. Onlar da, görgü tanığı olarak, hem karanlık ve gazdan dolayı göz gözü görmediğinden söz ediyorlar, hem de Atakan’ın polis tarafından atılan bir gaz kapsulü ile yaralandığını iddia ediyorlardı! Hadise mahalline gelen Hatay CHP m.vekilleri Hasan Akgöl ve Mevlüt Dudu da, Atakan’ın polis müdahalesiyle öldürüldüğünü iddia ediyordu. Hasan Akgöl, emniyet güçlerinin ve Hatay Valiliği’nin, Ahmet Atakan’ın yüksekten düştüğü iddialarına karşı, "Bu açıklamalar bir saçmalık. Bu kadar pervasızca bir açıklama olamaz. Yüksekten düşen bir insanın vücudunda kırık olur. (…)Bu iddialar sadece olayı saptırma amaçlı. Saçma sapan hareketlerle olayın şeklini değiştirmeye çalışıyorlar." diyor ve hangi hedefi güttüğünü açığa vuruyordu.
Bu gibi provokatif / kışkırtıcı iddialara, bir hekim ve de Fazilet Partisi’den eski bir m.vekili olan Mehmet Bekâroğlu’nun da twitter hesabından katılıp, “Hatay'da bir gencimizi daha kaybettik, polisin attığı gaz bombası kapsülü ile ölmüş, yazık, hem ne yazık!” diyerek, medyanın ve belli çevrelerin yargısız mahkûmiyet dalgasına kendisini kaptırması ilgi çekiciydi. Böylesine tamamiyle uzmanlık isteyen bir konuda, yeni ve eski m.vekilleri bu kadar sorumsuz açıklamalar yaparlar da, eğlence dünyasının bu gibi konularda da birbirleriyle ‘entel’lik yarışına giren, bir takım sözde san’atçıları vs. dururlar mı? Onların, henüz gerçek mahiyetinden haberdar bile olmadan yaptıkları açıklamalar da utanç verici..
Bu arada, CHP Dersim (Tunceli) m.vekili Huseyin Aygün’ün yazdığı alevî-sünnî kavgasını hedef alıcı mahiyetteki kışkırtıcı mesajı, daha bir ilginçti. Bu kişi şöyle diyordu: “Bir şehit daha verdik, AKP'nin katil sürüleri dün Hatay'da 22 yaşındaki üniversite öğrencisi Ahmet Atakan'ı katletti, faşist diktatör Tayyip ve adamlarının elleri kanlıdır, hesabını mutlaka soracağız. (...)”
Gerçekte ise, bütün bunlar, tam bir, ’Yâr bana bir eğlence, medet!’ dercesine, ‘Yâr bana bir cenaze, medet!..’ diyen bir ‘nekrofili’ (ölü seviciliği) tablosunun canlı bir ifadesi oluyordu.
*
Bu arada, gece karanlığında güvenlik güçlerine havai fişek, molotof kokteyli gibi patlayıcılar veya taş, demir bilye atan eylemcilere gaz bombası ve tazyikli su ile müdahale edildiği bir sırada, bir kişinin civardaki binalardan birinin dam veya balkonundan, güvenlik güçlerinin araçlarının bulunduğu yol kenarına düştüğüne dair kamera görüntüleri de yayınlanıyor ve bu görüntüler, Hatay Emniyeti’nin yaptığı açıklamayı da, otopsi tutanaklarındaki bulguları da doğruluyordu. Bu açıklamada şu cümleler özellikle dikkat çekiciydi:
"Ara sokaklara kaçan şahısların bir süre sonra cadde üzerinde tekrar toplanarak yola barikat kurmaları, barikatı ateşe vererek barikat gerisinden ve çatılardan havai fişek, taş ve bilye atarak mahalle sakinlerine zarar vermeleri üzerine gruba tekrar müdahalede bulunularak dağılmaları sağlanmıştır. 10 Eylül 2013 Salı günü saat 00.57 sıralarında Gündüz Caddesi üzerinde devriye gezen güvenlik birimi tarafından 1 kişinin binadan yola düştüğü anonsu yapılması üzerine derhal 112 Acil Servis ile görüşülerek bir ambulans gönderilmiştir. Ancak olay yerinde bulunan şahıslar yaralıyı kendi imkanları ile hastaneye götürmek istemiş, sonrasında yaralı olarak Antakya Devlet Hastanesi'ne getirilen Ahmet Atakan isimli vatandaşımız, hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetmiştir."
*
Resmî makamların açıklamalarına inanırsınız veya inanmazsınız. Bu konu, bulunulan / durulan yere ve tuttuğu tarafa göre değişir. Ancaak, bütün bu resmî makamlar hep yalan veya yanlış söylüyor da, saçmalıyor da; sadece CHP mihverinde yer alan kişi veya kurumların doğru söylediği iddia edilecek olursa? Bu noktada, denilebilir ki, sözkonusu gencin, bulunduğu balkon veya yüksek bir mekandan, asla barışmayacaklarını yazdığı polise, bir şeyler atarken dengesini yitirip düştüğü, yakın bir ihtimal olsa gerek..
*
Bu arada, Ahmet Atakan’ın 30 yıl boyunca yurt dışında çalıştığını belirten babası Ali Atakan’ın, acılı bir baba olarak söyledikleri de ilginçtir.. "Bu çocuklarımı, onları fedâ etmek için mi büyüttüm? Utansınlar.. Onun kaatili polis değil. Polisle de, halkla da bir işimiz yok. Sorumlular, o polise güç verenlerdir. (…)Bu mu demokrasi, bu mu Müslümanlık? Üzülüyorum, bunlar Müslümanlıktan nasibini almamış. Eğer Müslüman olsa, İslam’dan nasibini alsa, böyle yapmaz." diyordu, medya mensublarına..
Şimdi bu acılı babanın bu sözlerini tahlil edebilmesi mümkün değil.. Ama, onun, bu durumu İslam açısından sorgulaması, yine de ilginç.. Ne var ki, o kederli baba, kendi oğlunun, ’Gençlik yemin etti, Polisle barış yapmayacağı... Ayağa kalk Antakya..’ ve emsali diğer ’tweet’leri karşısında, çocuklarını nasıl büyüttüğünün sorumluluğunu da hatırlayacak mıdır? Eğer o yazıların muhtevasını bir baba olarak kendisi de paylaşıyorsa, o zaman, zâten söylenecek bir söz yoktur.
**
’Ateş-Kes’ taktiği ile, ’Çözüm’ siyaseti, karşı karşıya..
PKK’nın Kuzey Irak’daki Kandil Dağı’nda yıllardır, Amerikan’nın izin ve gözetiminde karargâh kuran ve Irak Kürdistan Hükûmeti’nin de, Irak Merkezî hükûmetinin de üzerinde hakimiyet kuramadıkları dağ kadrosu ve güçlerinin yöneticiliğini son aylarda M. Karayılan’dan devralan Cemil Bayık, geçen hafta yaptığı açıklamada, Tayyîb Erdoğan Hükûmeti’nin ’Çözüm Süreci’ olarak isimlendirdiği siyasete güvenlerini yitirdiklerini ve PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye dışına çıkmasının durdurulabileceğini gündeme getiriyordu.. Ve nihayet, 9 Eylûl günü, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, ‘çözüm sürecinde hükümetin demokratikleşme ve kürd sorununun çözümü konusunda gereken adımları atmadığı’ gerekçesiyle, 8 Mayıs'ta başlatılan geri çekilmenin durdurulduğunu açıklıyor, ama, çözüme fırsat verilmesi maksadıyla ‘ateş-kes’in devam edeceği belirtiliyor; hem Ahmet Türk ve hem de BDP Başkanı Selahattin Demirtaş, bu kararın, çözüm sürecinin durduğu mânâsına geldiği şeklinde anlaşılmaması gerektiğini bilhassa belirtiyorlardı.
Halbuki, daha önce, ’çekilmenin tamamlandığı’ iddiası yapılmaktaydı, aynı çevrelerce.. Hükûmet ise, ’çekilmenin bir aldatma’ şeklinde yürütülmek istendiğini ve ’sadece yüzde 15-20 kadar bir grubun çekildiğini, bunu istihbarat kaynakları eliyle belirlediklerini’ açıklıyordu. Böylece, Hükûmet’in iddiası, bizzat KCK / PKK eliyle doğrulanıyordu.
Cemil Bayık ise, yaptığı açıklamada " Türkiye hükûmetine 1 Eylûl’e kadar süre vermiştik. Şimdiye kadar bir şey görmedik. Bu şu anlama geliyor: sorunu çözmek istemiyor, ezmeyi esas alıyor. Savaşmak istiyor. Buna karşı kendimizi savunacağız. Gerillayı durduruyoruz. Eğer operasyon yaptıklarını görürsek, bu operasyonlara karşı meşru savunma yapacağız” diyordu.
Burada, tarafların güttükleri taktik hesabları ilginç gelişmelere gebe gözüküyor.
Önce görülmesi gereken konu, bütün ’Ateş-Kes’ müzakerelerinde PKK’nın bugün izlediği taktiklerin hep var olduğu hususudur.
PKK, ’Ateş-Kes’ anlayışına ağırlık veriyor. ’Ateş-Kes’ müzakere ve uygulamalarında ise, barış kadar, bir savaşın da her an yeniden başlayabileceğinin duygu ve düşünceleri de vardır. Bunun için de, taraflar hep tetikte bulunurlar ve ’Ateş-Kes’ bozulursa, her iki taraf da, yeni mevziler, yeni konumlar elde etmek, üstünlük kazanmak dikkati içinde bulunurlar. Yani, hedef, anlık bir durumdur. Bu durumdan da her iki taraf, kendi planlarına göre bir üstün netice almaya çalışır.
’Çözüm’de ise, problemin temelden halli öngörülür. Bunun içinde de gerekirse barış, gerekirse savaş şıkları vardır elbette, ama, asıl hedef, mes’elenin temelden hallidir.
Erdoğan’ın da, gelip- geçici ’ateş-kes’lerle oyalanmak yerine, kürd halkına geçmiş T.C. hükûmetlerince 100 yıla yakın zamandır uygulanan baskıları ve yanlış siyasetleri terkedip, sahneyi de yıkmadan, yumuşak bir geçişle ve T.C.’nin bütün vatandaşları gibi kürd halkının fıtrî ve tabiî haklarının da tanınması siyasetine ağırlık verdiği gözleniyor. Ancak, ulusalcı-kemalist-laik denilen kesimlerle türkçü kesimlerin bu çalışmaları baltalamak için, vargüçleriyle tepkiler geliştirmeye çalıştıkları da ortada..
Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan’ın işinin kolay olmadığı da ortada.. Ayrıca, şurası da bu satırların sahibinin şahsî görüşü olarak değerlendirilse bile, iddia edilebilir ki, T.C. döneminde, vatandaşlarına,etnik kökenlerine değil de, sırf insan olmaları hasebiyle eğildiğini göstermek bakımından, geçmişteki hiç bir üst yönetici, Erdoğan’ın eline su bile dökemez. Çünkü, o bu hususa, sadece aklıyla değil, kalbî ölçüleriyle yaklaşıyor. Onunla aynı düşünceye sahib başkaları olsa bile, hem siyasî açıdan böylesine güçlü, hem de milyonların itimadını kazanan bir siyasetçi olmak açısından Erdoğan, bu mes’eleyi halledemezse, başka birisinin halletmesinin daha bir çetin olacağı rahatlıkla söylenebilir.
*
Suriye Buhranı’nın bu konuda da etkili olduğu açık.. Esasen, Kürdistan coğrafyasındaki sosyal hareketlenmeler, Ortadoğu bölgesindeki gelişmelerden ayrı düşünülemezdi. Hele de, üçüncü yılına giren ve yüzbinlerin can verdiği, milyonların evlerini-barklarını terketmek zorunda oldukları ve hemen bütün şehirlerin viraneye döndüğü Suriye Buhranı’nın bölgede meydana getirdiği yeni denge oyunları, ister istemez, PKK ile T.C. arasındaki ilişkileri de etkileyecekti. Çünkü, Suriye’nin Türkiye’yle olan 910 km.lik ve ’Rojava’ (Günbatımı / Batı) denilen şerit üzerinde, iki milyon kadar kürd müslüman halkı, neredeyse tamamında yaşayan Suriye rejiminin otoritesininin zayıflaması üzerine, bir nev’î, kendine kendini yönetmeye başlamıştı. Ancak, bu durum, hem, Irak Kürdistanı’daki mahallî hükûmetin başkanı Barzanî’yi rahatsız ediyordu, hem de Türkiye’yi.. Çünkü, Rojava’nın kuzeyindeki topraklarda da, kürd müslüman kürd halkı, diğer etnik unsurlara göre daha bir yoğunluklu olarak yaşıyordu ve bu bölgenin halkı, geçmiş 80-90 yıl boyunca, aşağılanmış, dışlanmıştı ve bu da tabiatiyle, muhalefet düşünce ve hareketlerine su veriyordu.. Ayrıca, bu hareketleri, Rojava’daki iki milyondan fazla kürd insanına, Osmanlı’nın dağılmasından bu yana kimlik bile vermeyen Suriye rejiminin de, özellikle Türkiye ile olan münasebetlerine göre, bu kitleyi bir tahrik ve tehdid unsuru olarak devamlı canlı tutmak istediği, özellikle son 35-40 yıldır bilinen bir siyaset idi.
Bu denge arayışları ve oyunları içinde, PKK’nın dağ kadrosunun başındaki yeni isim, Cemil Bayık da, 28 Ağustos günü, ingiliz yayın organı BBC’ye verdiği mülâkatta, Rojava'da yaşananlar konusunda Barzanî yönetimini sert bir dille eleştiriyor ve Barzanî’nin Rojava’daki kürd halkı adına kendi başına hareket etmek isteyen PYD örgütüne ihtar mahiyetinde, sınır kapılarını kapatmasına ateş püskürüyor ve 'Bir savaşanlar var, bir de Hewler / (Erbil) de oturanlar..' diye tepki gösteriyordu. Bayık’ın sözünü ettiği savaş ise, PKK’nın Suriye uzantısı olarak değerlendirilen ve Türkiye ile de irtibatını kesmemeye dikkat gösteren Salih Muslim liderliğindeki PYD güçleri ile, daha çok da El’Qaide’ye yakınlığı ileri sürülen ve bölgede bir İslamî yönetim kurmak için savaştıklarını söyleyen ‘En-Nusra’ güçleri arasında, Türkiye’nin Ceylanpınar ilçesinin hemen karşı tarafındaki Resulayn kasabası civarında cereyan eden kanlı çatışmalar idi.
Bayık’ın ‘Hevler’/ Erbil’de oturanlar’ diye suçlarken kasdettiği, Mes’ud Barzanî idi. Çünkü, Bayık, Barzanî’nin Rojava’daki PYD hareketine destek vermek bir yana, tersine bir de boğmaya çalıştığını söylüyordu. Barzanî’nin kürdçe tv. yayınlarında ise, Rojava’daki bu PYD hareketi, başına buyruk bir hareket olarak suçlanıyordu. Ayrıca, PYD’nin iddia ettiği, ‘kürd halkının ‘En-Nusra’ güçlerince katliâm edildiği’ iddiasını Barzanî Hükûmeti de inandırıcı bulmuyor ve araştırılmasını istiyordu. Sonunda da, böyle bir katliâmın olmadığının anlaşıldığı, Barzanî’ye bağlı tv. yayınlarında açıklanıyordu. 1994-96 arasında, Celâl Talebanî’nin güçleri ile Barzanî’nin güçleri arasında meydana gelen ve 20 binden fazla peşmergenin hayatına mal olan kanlı savaşları hatırlayanlar, benzer çılgınlıklara duçâr olunabileceğinin endişxelerini yaşıyorlar.
Bu arada, Erbil’de Eylûl ortasında yapılması beklenen Kürd Ulusal Kongresi 25 Kasım’a erteleniyordu. Bu ertelemede, Türkiye ve Barzanî’nin birlikte hareket etmesinin etkili olduğu görüşü ağır basıyor.
Üstelik de, Suriye’de kimyasal silahlarla 1 500’den fazla insanın katledilmesinin üzerine, ortaya çıkan Beşşar Esed rejimi aleyhine bir Amerikan müdahelesi ihtimalinin bölgenin tamamında ne gibi değişikliklere vesile olacağı bilinemezken, Kürdistan coğrafyasının dört ayrı ülkeden gelecek temsilcilerin yapacakları böyle bir kongrede alacakları bir kararın tabloyu daha da karmaşık hale getirebileceği endişesi, tamamen yersiz sayılamazdı, herhalde..
Çünkü, Irak coğrafyası içinde bulunan Kandil Dağı’ndaki PKK karargâhına, hiç kimsenin dokunamadığı ve doğrudan Amerikan emperyalizminin müsaadesiyle varlığını sürdüren bir karar merkezi olduğu ve bir ‘Kürd Ulusal Kongresi’nde alınacak kararların hayata geçirilebilmesi için, Amerikan emperyalizminin de kendi ulusal menfaat hesablarına ve planlarına göre hareket edeceği gerçeğini tekrara gerek yoktur.
**
‘Suriye Buhranı’nı, emperyalist güçler, elbette sadece kendi menfaatlerine göre halletmek istiyecektir.
‘Suriye Buhranı’nın çekilen bunca acılardan sonra, işlenen bunca katliâm ve cinayetlerden sonra, emperyalist güçlerin elbette ki kendi hesablarına göre şekillendirmek isteyeceği tabiî idi.. Bugün gelinen nokta da bunu bir daha gösteriyor. Başta B. Amerika olmak üzere, bütün emperyalist -şeytanî güçler, meşhur deyimle, ‘kedi, hiç bir zaman Allah rızası için fare yemez..’ deyiminde olduğu üzere, kimseyi memnun etmek için değil, kendi fıtratinin gereğince hareket ediyor.
Amerikan emperyalizmi, kendisi için Ortadoğu’da hep bir çıbanbaşı gibi gözüken ve amma, elini hiç bir zaman ateşe atmayıp, devamlı başkalarını maşa olarak kullanmak taktiğinden elçekmeyen ve lakin, İsrail rejimi ile doğrudan bir silahlı çatışmadan uzak duran (müteveffâ) General Hâfız Esed’in 1969-2000 yılları arasında takib ettiği siyasetin kendi menfaatine de geldiğini biliyordu. O siyaset, bu gün de, Beşşar Esed tarafından takib edilmeye çalışılmakta..
Hatırlanmalıdır ki, Hâfız Esed bu oyunları oynarken, İslam’la korkuturdu, emperyalist dünyayı.. Bunun içindir ki, o 1982’de Hama’yı kana bularken, dünya bu duruma seyirci kalmıştı.. Bugün de Beşşar’ın aynı siyasî geleneği sürdürmeye çalıştığı söylenebilir. Nitekim, kendisini bugün bölgede sekülarizmin bekçisi olan tek rejim olarak niteleyen ve Mısır’da Muhammed Mursî ve İkhwan-ul’Muslimîyn’e karşı yapılan askerî darbeyi, ‘siyasal İslam’ın iflâsı’ diye sevinçle karşılayanın da Beşşar Esed olduğu unutulmamalı.. Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri de, Suriye’deki Esed rejiminden memnun değildiler.. Ama, bu rejim yerine, Mısır ve Tûnus’da olduğu, Suriye’de İslamî eğilimli kadroların yönetim mekanizmalarının başına geçmesi ihtimali, onları asıl korkutan konu idi.. Bu mümkündü de.. Çünkü, güçlü olduğu bilinen Suriye İkhwan’ı, bu 2,5 senelik kanlı iç-savaşa rağmen, İkhwan olarak devreye girmemişti ve devreye girmesi her an mümkündü.
Bu durumu Obama da gözden ırak tutuyor değil.. Bunun içindir ki, 10 / 11 Eylûl gecesi yaptığı konuşmasında, "Esed karşıtlarının bazılarının aşırılık yanlıları olduğu doğru.. Ancak, eğer insanlar mâsum sivillerin gazlarla öldürüldüğü bir ortamda dünyanın hiçbir şey yapmadığını görürse, El’Qaide daha kaotik bir Suriye'de güçlü olabilir." diyordu.
*
Suriye’de 30 ay’ı geçen bir süredir akan kan ve hayatını kaybeden 100 binden fazla insan ve evlerini-barklarını terkedip başka ülkelere sığınmaya çalışan milyonların perişanlığı ve başta Haleb olmak üzere, hemen bütün Suriye şehirleri ve yerleşim birimlerinin ağır hava bombardımanları ve füzelerle yer bir edildiği, viraneye dönüştürüldüğü bir zaman diliminde, içerde, kendi iktidarını kurtarmak ve korumak için her şeyi mübah bilen bir kanlı diktatörlük rejimi ve ona karşı, hangi ideoloji veya inanca bağlı olursa olsun, karşı durmaya çalışan bir çok muhalefet odakları karşısında, elbette ki hem irili-ufaklı bölge ülkeleri, hem de dünya üzerindeki hâkimiyet savaşında söz sahibliğini sürdürmek isteyen emperyalist güçlerle, bu güç yarışında kendilerin de bulunduğu iddiasını sürdürmek isteyen diğer ülkelerin herbirisi de, bu kanlı- irinli yaradan faydalanmak isteyecekti..
Ama, Suriye’yi yakıp kavuran bu ateşin Türkiye’yi de tehdid etmesi kaçınılmazdı. Çünkü, Suriye’den yarım milyona yakın insan Türkiye’ye sığındığı gibi, bu ülkeyle 1515-1920 arası 400 yıllık bir birlikteliğin getirdiği ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Osmanlı Devleti’nin emperyalist güçlerle yutulmasından sonra sun’i olarak çizilen 910 km.lik sınırın iki tarafında kalmış milyonların acıları da Türkiye’yi derinden etkileyecekti, tabiatiyle..
*
Ama, sonunda, Saddam’ın başına gelenlerin Suriye’de tekrarlanması da uzak ihtimal değil.. Bakmayınız, Beşşar Esed’in de, tıpkı Saddam gibi iddialı savaş nutukları atmasına.. Bir Amerikan tv. kanalında 9 Eylûl gecesi yayınlanan mülâkatında, Esed, ‘Suriye’ye saldırılırsa, ‘Ben de Ürdün, Türkiye ve İsrail’i vururum..’ tehdidlerini savuruyordu. Suriye diktatörü, o Amerikan tv. kanalındaki mülakatı sırasındaki görüntüsü ile, 100 binden fazla insanın ölümüne yol açan buhranların önünü alamadığı için, kenara çekilmeyi düşünmek bir yana, o şimdi, Roma’yı ateşe verip, sonra da, ‘şehri İsevîler /ilk hristiyanlar yaktı..’ diyerek mu’minleri suçlayan ve bir kuleden alevler içindeki Roma’yı seyrederken, lyre çalıp, ‘Ben olmadıktan sonra, isterse bütün Roma yansın..’ diyen bir yeni Neron havasındaydı.. Ama, bunun hemen ardından, tehdidler karşısında yelkenleri indirdiği, de görülüyordu..
Tabiatiyle, bir savaş yine de patlayabilir.. Savaş, bir çılgınlık kapısının açılmasıdır, sonunun nereye varacağını, nerede duracağını kimse kestiremez. Özellikle Türkiye, öyle bir saldırı durumunda kendisini tek başına savunabilir mi? Ve de, NATO, üyesi olsa da Türkiye için, savaşa girer mi? Bu, epeyce şübheli... Çünkü, NATO’nun Avrupa Başkomutanı olan Amerikalı general, bir iki ay kadar önce, Patriot füzelerinin Türkiye’yi korumaya yetmiyebileceğini belirtmişti. Çünkü, bu sistemin kısa menzilli füzeler içindi, uzun menzilli füzeler için bir savunma boşluğu ortaya çıkabilirdi..
Böyle bir durumda, ortada kelaynak gibi bırakılıvermek ihtimali de vardır. Amerikan Başkanı Obama da, daha şimdiden, ‘başkalarının savaşı için Amerikan askerlerini savaşa sokmam..’ demiyor mu? Bir gün, Suriye’ye uzaktan bir müdahalede de bulunacak olsa, bunu Suriye’deki mazlum halkın kurtarılması için değil, kendi menfaat ve stratejileri için yapacaktır.
Ama, açıktır ki, Beşşar Esed, böyle bir çılgınlık yaparsa, bu zamana kadar, bu konudaki bir çok tahriklere sabırla karşılık veren Erdoğan Hükûmeti’nin aşağıdan alma şansı olmayacaktır. O zaman da, ‘Suriye’ye bir saldırı olursa, bunu kendimize yapılmış sayarız. Çünkü, Esed bizim kırmızı çizgimizdir ve Suriye de bizim 35. eyaletimiz gibidir..’ diyen İran yetkililerinin de, Türkiye’yle askerî olarak karşı karşıya gelmek noktasına gelip gelmiyecekleri üzerinde bir öngörüde bulunmak kolay değildir. Eğer böyle bir çılgınlığa başvurulursa, herhalde, Ortadoğu’da emperyalist-şeytanî güçleri hiç bir gelişme bu kadar sevindiremez.. Gerçi, iki sene önce, İran’lı en üst yetkililer, ‘İran’ın, Bahreyn şiîlerini asla savunmasız bırakmıyacağı’na dair beyanlarından hemen sonra, Suûdî rejiminin 1500 askarle gelip Bahreyn’deki saltanat rejimi muhalifi ve ekseriyeti şiî olan halkı ezip geçmesi karşısında, ‘Bu duruma tepki vermeleri halinde, bunun bir ‘İran- Suûdî savaşı değil, bir İran- Amerika savaşı olacağı’nı düşünerek, o saldırıya o anda karşılık vermemeyi tercih etmişlerdir. Benzer bir durum, yarınlarda da, Suriye üzerine, Türkiye ile bir karşı karşıya gelme durumunda, aynı mantıkla tekrarlanır mı, bilinemez.. Umalım ki, bu çılgınlık kapısı aralanmasın..
*
Evet, Suriye’de, hele de kimyasal silahların kullanıldığı açıklık kazanıp, muhalif güçlerin elinde, binlerce kişinin yaşadığı geniş bir çevreyi etkileyecek böyle bir silahı kullanmak imkan ve ihtimali olmadığından, bu silahların dünyanın en çok kimyasal silahına sahib rejimlerden birisi olduğu bilinen Suriye rejimi tarafından kullanmış olabileceği ihtimali daha bir güçlenince.. Bu fırsattan istifadeyle, sahneye bir kurtarıcı gibi ve insanî hasletlerle çıkmak fırsatını yakaladığını düşünen Amerikan emperyalizmi, yine de kendi oyununu oynayacaktır. Çünkü, İslamî eğilimli güç odaklarının öne çıkması, kendi toplumlarının yönetimini ele geçirmek üzere, harekete geçmesi, onların en büyük korkusu..
Bu hem Amerika’nın, hem de Rusya’nın ve bütün şeytanî güçlerin korkusudur..
Dahası, başta Suûdîler olmak üzere, halkı müslüman ülkelerden bazılarının rejimlerinin de, ‘İkhwan’ fobisine / korkusuna bile yakalandıkları son aylardaki gelişmeler sırasında bir daha görülmedi mi?
Öte yandan, İsrail açısından da sevindirici gelişmeler oluyor, tabiatiyle.. Kendisini bayağı ürkütmüş olan Lübnan- Hizbullah güçlerinin şimdi, Suriye Baas rejiminin korunması için yardıma koşması ve bu iç-savaşa resmen, açıkça müdahale etmesi ve binlerce insanı öldürürken, kendisinin yüzlerce-binlerce savaşçısını da yitirmesidir. Amerikan yahudilerinden insan hakları aktivisti olarak ün yapan Noam Chomsky de, ‘İsrail rejiminin, Suriye’deki bu savaşlardan dolayı son derece memnun olduğunu’ söylüyordu, geçen hafta..
*
Evet, böyle bir tabloya, Amerika veya bir başka emperyalist gücün müdahalesi çare olacak değildir. Belki ve sadece, ‘bir haşerenin bir haşereye musallat olması’ düşünülebilir.. Hani, Saddam’ı, 8 yıl boyunca bir milyondan fazla ölümüne rağmen, bertaraf edemiyenler, bu kanlı diktatörün Amerikan emperyalizmi eliyle 20 gün içinde bertaraf edilmesine böyle yaklaşmışlardı. Çünkü, kendi güçleri yetmemişti. Ama, gücünün sınırı olmayan Qaadir-i Mutlaq hazretleri, nice mazlumların, mağdurların hakkını ve aah’ı, o zâlimden bir başka canavar eliyle alıvermişti..
Şimdi de, bazı kimseler böyle bir müdahale bekliyor gibi gözüküyorsa, bu onların emperyalisteleri sevdiklerinden değil, çaresizliklerinden dolayıdır.. Bosna’da, Kosova’da olduğu gibi.. ‘Denize düşen yılana sarılır..’ misali..
Şimdilik gelinen nokta, Obama’nın, Amerika’yı yeni bir savaşa sokmamak için direnmekte olduğu gibi bir hava vermesidir. Beşşar Esed’in de tribünlere selâm mahiyetindeki onca iddialı nutuklarından sonra, en etkili silahlarından birisi olan kimyasal silahların üretimini durduracaklarını ve yerlerini bildireceklerini ve bunları Rusya gibi bir üçüncü ülkeye teslim edebileceklerini açıklaması, Türkiye’yi tehlikeden uzaklaştırmasa da, oyunu asıl planlayanların işine gelen bir durumdur..
Bu durumda, Ahmed Davudoğlu ve Tayyîb Erdoğan’ın da Suriye’li bir kısım muhalif güç odakları gibi hayal kırıklığı yaşadıkları, beyanlarından da açıkça anlaşılıyor.. Ama, emperyalist güçlerin başkalarını değil, kendilerini tatmin peşinde oldukları, olacakları unutulmamalı (idi)..
haksöz