Selâhaddin Çakırgil
Suriye İç-Savaşının Sunduğu Turnusol..
Suriye’deki 50 yıllık kanlı Baas diktatörlüğü ile ona karşı çıkan çeşitli dünya görüşlerinin güç odakları arasındaki iç-savaş, sadece bölge toplumları için değil, hemen bütün dünyada da bir turnusol rolü görüyor âdetâ.. Hele de, bu buhranın yaşandığı bölge, Ortadoğu gibi, stratejik, jeo-politik ve religio-politik (din merkezli diplomatik) açıdan dünyanın en hassas bölgelerinden birisi olunca.. (Bilindiği üzere, turnusol, laboratuarlarda kimyasal çözeltilerin asit mi, baz mı olduğunu belirlemekte kullanılan özel bir kağıt cinsidir.)
Suriye Buhranı da, karşısında ferdlerin, toplumların ve devletlerin sergiledikleri tavırlar açısından, hemen farklı renkler yansıtan bir nev’i turnusol.. Tabiî, bu renklerin de farklı tonları var. Herkes, kendi değerlerine ve dünyaya bakış açısına göre bir yaklaşım içinde..
Elbette ki, böylesine uzun süreli ve kanlı bir diktatörlüğe karşı bir kez silahlı mücadele başladıktan sonra, artık, savaşan unsurlar arasında her çeşit dünya görüşünden birileri olacaktı.. Çünkü, bir toplumdaki hâkim güç veya sosyal otorite sarsıldığı zaman, sadece onu sarsan aslî muhalif güç veya etken değil, kendilerine hayat alanı açmak isteyen ve öyle bir ihtimalin olduğunu düşünen her bir güç kaynağı da devreye girer. Bu, tabiîdir.
*
Bu satırların sahibi, hiç bir zaman, herhangi bir ideolojik veya itiqadî maslahat veya menfaat için diktatörlük rejimlerinin yanında yer almadığı ve diktatörlüklere karşı direnmeyi insanlık onurunun gereği bildiği için, Suriye Buhranı konusunda da taa başından beri, o diktatörlüğe karşı çıkanlara -her kim olurlarsa olsunlar- bir ruhî destek vermeyi şiar edinmiştir.
O direniş odaklarının, o muhalif unsurların içinden de ileride bir takım diktatörlüklerin çıkabileceği gibi iddia ve ihtimallere karşı ise; mevcud bir diktatörlük bir halkı 50 yıldır en zorbaca usûllerle ezerken, gelecekteki muhayyel diktatörlerin farazî zulümleriyle mevcud diktatörlüğe arka çıkmayı haklı ve mantıklı bir yaklaşım olarak görmemiştir. Bunun içindir ki, Suriye’deki mevcud tahakküm mekanizmasına, Baas rejimi diktatörlüğüne karşı, başka türlü bir muhalefet geliştirme imkan ve yolu kalmadığı için, silahlı mücadele başladığı zamandan beri, bunun neticesi her ne ve nasıl olursa olsun, o diktatörlüğe karşı, hayatını ortaya koyarak mücadele etmek azmini sergileyenlerin tarafında yer almıştır. Çünkü, hangi dine, dünya görüşüne sahib olursa olsun, insan olan, hürr olarak yaratılışının hakkını vermek yolunda gerekli mücadeleyi vermek zorundadır.
Suriye’de, hele de kimyasal gaz kullanıldığı ve 1500’den fazla insanın kavrulduğu, binlercesinin de ağır hasar görmüş olarak tedavi altına alındığı reddedilemez delillerle ortaya konulduğunda, bu durum daha bir keskinleşti.
Gerçi, daha öncesinde de, 2,5 yıldır, 100 binden fazla insan katledilmişti ve kendisini devlet olarak gösteren taraf, en azından bu kargaşayı önleyememek açısından bile, aslî sorumlu idi. Ama, kimyasal silahlar bu faciaların üzerine ’tüy dikti’. Çünkü, burada, artık, hiç bir savunma imkanı olmayan yüzlerce çocuk ve kadın ve savunmasız sivil insan da, hiç bir korunma imkanı bulamadan, kavrulmuşlardı..
Kimyasal silahların, üretiliş, elde ediliş ve kullanılış şekline bakıldığında, bu cinayette de herkesten önce devlet güçlerinin parmağının aranması gerekirdi. Ama, kimileri, hemen kendilerinin tarafının ya da maslahatının, diktatörlüğün yanında olmayı gerektirdiğini düşünerek suçluyu ilan ettiler; ’Kimyasal silahları muhalifler kullanmıştır!’ diye; Beşşar Esed ve Putin’in iddialarına paralel bir şekilde..
*
Kimileri de, bu siyasetlerine, inanç libasını da giydirip, kör bir ısrarla sürdürdükleri tarafgirliklerini, İslam adına sergilediler. Böyle bir dinin ve bağlılarının hak ölçüsü ve maslahatının, bir zulüm ve diktatörlük düzenini desteklemekten asla geçemiyeceğini düşünmediler. Dahası, onlar, bu iç-savaş’ın başından beri, bu kanlı diktatörlük rejiminin başındaki Beşşar Esed’in, kesin zaferi ilan etmek üzere olduğunu iddia ederek kendi toplumlarını da yanılttılar.
*
Ama, gelinen noktayı galiba, Suriye rejiminin Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Kadri Cemil’in, Londra’da yayınlanan The Guardian gazetesinde 20 Eylûl günü yer alan röportajındaki ifadeleri en açık şekilde ortaya koyuyor.
Kadri Cemil’in Guardian'da yayınlanan röportajı son derece ilginç.. Hattâ, insana, ’ingiliz gazetesinin bir çarpıtması olabilir mi?’ bile dedirttirecek cinsten. O, ‘Suriye’deki savaşta iki tarafın güçlerinin de eşit olduğunu’ belirterek, ‘hükûmetinin Cenevre görüşmelerinde ateş-kes isteyebileceğini’ ve ‘muhalefetin de, rejimin de karşı tarafı yenebilecek güçte olmadığını’ belirterek, ’Bu sıfır dengesi bir süre değişmeyecek..’ demekte.. Cemil’in çıkış noktası olarak önerdiği çözüm ise, ’Dış müdahale olmamalı, ateş-kes ilan edilmeli ve Suriye halkının dışarıdan müdahale olmadan, demokratik bir yolla kendi kaderini tayin etmesine izin verecek barışçı bir siyasi süreç başlatılmalı..’ şeklinde..
Suriye’deki diktatörlük mekanizmasının içinde olanların değil, dışardan bazı odakların bile, ikibuçuk yıldan fazla zamandır, ‘Esed, bizim asla vazgeçemiyeceğimiz kırmızı çizgimiz..’ deyişlerini bir daha düşünmeleri gerekir..
Demek oluyor ki, Lübnan Hizbullahı’nın 40 bin kadar olduğu belirtilen güçleri ‘yabancı güçlere karşı koymak’ adına, bir başka yabancı güç olarak Suriye’ye girmeseydi, bu kan belki de çoktaaan durdurulmuş olacaktı..
Bu noktada, bazıları hemen, Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’de yabancı güç olarak nitelenmesine kesinlikle karşı çıkacaklardır. Ama, eğer onlar yabancı güç değilse, Esed rejimine karşı savaşan ve Suriye halkının en azından küçümsenmiyecek bir kesiminden destek de aldığı gözlenen silahlı güçler arasında yer alan ve başka müslüman coğrafyalarından gelmiş olan savaşçılar da yabancı güç sayılmamalıdır.
Suriye’de savaşan güçlerin, karşı tarafı, tekfirci / terörist olarak nitelemesinin ise, savaş ortamında savaşabilmek için gerekli olan dinmez bir nefretin körüklenmesi için gerekli olduğu açık.. Hele de, iki tarafdan da, savaşanlardan niceleri, karşı tarafa, ’Allah’u Ekber!.’ diye saldırıyor veya mermi yiyen bir savaşçı, ’Allah’u Ekber..’ diye yere düşüyorsa, bu konuda, gelişi-güzel suçlamalar yapılması, bir sorumsuzluk ve uzaktan gazel okuma örneğidir. Ama, inanç açısından bu gibi bağlılıklarından uzak ve Suriye’deki diktatörlük rejiminin asıl çekirdeğini oluşturan bir kesim de var ki; onların saldırırken de, ölürken de söylemleri başka..
Onlarla aynı safta olanlar, karşı tarafı ’tekfirci’ diye suçlarken, karşı tarafça nasıl nitelendiklerini; dahası, kendilerinin de karşı tarafı ’tekfir’ edip onlardan hiç de geride kalmayan bir düşmanlık duygusuyla dopdolu olduklarını düşünmeli değil midirler?
*
Emperyalist-şeytanî güçler elbette kendi menfaatlerini gözeteceklerdi..
Amerikan Başkanı Obama, aylarca öncesinden beri, ’kimyasal silahlar kullanılması bizim kırmızı çizgimizdir..’ dediği için, bir Amerikan müdahalesini heyecanla bekleyenler yanıldılar. Amerika kendi kırmızı çizgisine ne olduğunu tevilini yapmakta zorlanmaz. Çünkü, mevcud dünya düzeninde onu yaptırımı olacak şekilde sorgulayacak bir güç fiilen yok, maalesef..
’Amerika müdahale etti-edecek derken..’, Obama, topu, ’Kongre’ denilen ve Senato ve Temsilciler Meclisi olmak üzere iki kanadı bulunan Amerikan Parlamentosu’na kuruma attı. Halbuki, yetki ve sorumluluk açısından, Amerikan Anayasası’na göre, Amerikan Başkanı tek başına yetkiliydi. Ama o, bu yetki ve sorumluluğu Kongre ile paylaşmak istedi. Aslında Obama, ’Amerikan askerlerini başkalarının savaşında kullanmam..’ derken de bu işareti dolaylı olarak vermişti.
O Meclis’de ise, hele de Cumhuriyetçiler müdahale için oldukça hızlı ve istekli iken, Obama’nın bu taktiğiyle, seçmenlerinin karşısında kararlarını savunma durumunda kalacakları bir noktaya getirildiklerini görünce, yan çizdiler.
Obama’nın bu tavrında, cedlerinin 200 yıl öncelerde Afrika’dan esir olarak alınıp, zencirlere bağlanarak Amerika’ya getirilmesinin ve yüzyıllardır köleler halinde çalıştırılmasının acı hatıralarının da bir rolü olmuş mudur, bunu kestirmek zor.. Üstelik de, kapitalist emperyalizm, onu, kendilerine hizmet etmesi için o makama getirmişti.
Ama asıl etken herhalde şu olabilir..
Amerika’da başkanlar arka arkaya en fazla 4’er yıllık iki dönem için seçilebildiğinden, her başkanın ilk 4 yılı, ikinci dört yılda da seçilmek planları üzerine icraatla geçer. İkinci dönemde ise; artık, kazanacağı yeni bir seçim olmadığından, Amerikan Başkanı, tarihe nasıl geçmek istediğinin hesablarıyla hareket eder.
Bazıları, bu arada T.C. yetkilileri de, Obama’nın tereddüdlü davranmasından rahatsız olmuşa benziyorlar, ama, Obama n’apsındı yani? Başkaları istedi diye, kendisini Amerikan başkanlığına getiren emperyalist sistemin ve Amerikan halkının ve kendi aklının gereklerini ayaklar altına mı atsındı?
*
Suriye Buhranı’nda, bir Amerikan müdahalesiyle karşı karşıya kalınacağının kesin olduğu gibi işaretleri alan Rusya lideri Putin de, ’Suriye için savaşa girmeyiz..’ diyerek, gerektiğinde nasıl ve kimleri satabileceğini gösteriyordu.
Ama, Obama’nın bir takım taktikler ve tereddüdler içinde olduğunu görünce.. Devreye girdi ve Beşşar Esed’in ‘elindeki bütün kimyasal silahları teslim edeceğini, saldırıdan vazgeçmesini’ istedi.
Bu durum, Amerikan emperyalizmi için de ilginçti.. Çünkü, Suriye’de yüzbinlerin ölmesinden ziyade, onları asıl düşündüren, Suriye’nin elindeki kimyasal silahların, Beşşar Esed tarafından, İsrail’e karşı kullanmıyacağı zâten biliniyordu, ama,sionist İsrail rejimine karşı kullanabilecek güçlerin eline geçmesi ihtimali ve tehlikesi daima var idi.
Bu ihtimal bertaraf edilecek ise, gerisi önemsizdi.
Nitekim, Suriye rejimi elindeki kimyasal silahların teslim edileceği resmen de teyid olununca, Rusya Dışbakanı Sergei Lavrov ile Amerikan Dışbakanı John Kerry hemen bir araya gelip, ‘Suriye’nin, elindeki kimyasal silahların listesini bir hafta içinde vermesini ve 2014 yılı ortalarına kadar da bu silahların tamamen yok edilmesini’ kararlaştırdılar. Böylece, Suriye’ye bir Amerikan müdahalesi, şimdilik bir kenara konulmuş oldu. Ve bunun parsasını da ilk planda Putin topladı.. Nitekim, Beşşar Esed de, ‘Amerikan Saldırısı’nın engellenmesindeki etkin çabalarından dolayı Putin’e minnetlerini, şükranlarını bildiriyordu.. Tabiatiyle, kendilerinin de büyük bir zafer kazandıklarını iddia ederek.. Ama, bu nasıl bir zafer idi ki, başkalarının eliyle sunuluyordu ve halkının milyarlarını vererek aldığı kimyasal silahları teslim etmeyi kabulleniyordu.. Hatırlayalım, Saddam da, son âna kadar, hep büyük zafer kazanmaktan söz ediyordu.
*
Bu arada, üzerinde asıl durulması gereken nokta da bu silahları kimin üretip sattığı konusu idi.
Suriye’deki kimyasal silâhların 2011 yılında, İngiltere tarafından satıldığı kesin belgeleriyle ortaya konuldu ve İngiliz hükûmeti de bu durumu kabul etti. ‘Ama, o zaman henüz savaş başlamamıştı..’ denilerek.. Aynı şekilde, Almanya’nın da, Suriye rejimine son bir yıl içinde 110 ton kimyasal silâh sattığı açıklandı.
Yani, o silahların niçin kullanılacağı, bilindiği halde üretiliyor ve satılıyor. Ama, sadece satın alanlar ve kullananlar suçlanıyor. Üstelik de bu silahları satanlar, o silahları kullananları ‘insan hakları koruyucusu’ rolünde sorgulamaya, hesaba çekmeye kalkışıyorlar.
*
Beşşar Esed, kimyasal silah kullanabileceklerini zımnen itiraf ediyor..
Suriye’nin kanlı diktatörü Beşşar Esed, Amerikan Fox News kanalında 19 Eylûl günü yayınlanan röportajda, 21 Ağustos'ta Şam civarındaki El’Guta'da düzenlenen kimyasal saldırıdan rejim güçlerinin sorumlu olamıyacağını, çünkü ordusunun bölgede ilerlediğini ve kimyasal gaz içeren roket atmalarına gerek olmadığını söylüyordu. Bu, aynı zamanda, zor durumda kaldıkları takdirde, kimyasal silahları kullanabileceklerinin de dolaylı itirafı idi.
Esed ayrıca, ülkesinde bulunan kimyasal silahları imha etme sözü veriyor, ancak bunun 1 yıl süreceğini ve 1 milyar dolara mâl olacağını belirtiyor, topu Amerikan Hükûmeti’ne atıyordu. Ama, asıl önemlisi, Beşşar’ın, elinde ne kadar büyük kimyasal silah stoku olduğunu ortaya koyması idi.
Esed, Amerikan televizyon kanalına verdiği röportajda, ülkesinde bir iç-savaş yaşanmadığını da iddia ediyor, -özellikle Amerika’yı ve Batı dünyasını korkutmak için olmalı-, El’Qaide bağlantılı on binlerce yabancı cihadçıya karşı savaştıklarını söylüyordu da; Suriye Ordusu tarafından yapılan onca ağır bombardımanlara ve Baas Partisi’nin emrindeki 60 bin kişilik ’şebbiha’ ve emsali milis güçlerinin 2,5 senedir işledikleri onca katliâma ve Lübnan Hizbullahı’nın hele de son aylardaki 40 bin kişilik güçlü desteğine rağmen, niçin netice alamadıklarını ise izah edemiyor; sadece, ’Yaşadığımız şey, yeni bir tür savaş..’ diyor ve ’muhalifler arasındaki cihadçıların sayısının tahmin edilenden fazla olduğunu’ söylemekle yetiniyordu.
*
’Suriye'de muhaliflerin çoğu İslamcı’ korkusu..
İngiliz The Times gazetesi de, 19 Eylûl günlü sayısında, Suriye'de El-Qaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti örgütüne geniş yer ayırmıştı. Bu örgütün üyeleri tarafından yolu kesilen The Times muhabiri, haberinde, aşırılık yanlısı grupların Suriye muhalefeti içinde giderek güçlenişini anlatıyor ve şöyle devam ediyordu: ’Adam kaçırma ve işkenceyle, Batılılara karşı nefretleriyle ve şeriatın radikal bir yorumuna inanmalarıyla tanınıyorlar. Örgüt, Irak ve Suriye'deki Sunni bölgelerini şeriatla yönetilen bir halifeliğe dönüştürmek istediklerini belirtiyor.’
*
İng. Telegraph gazetesinin 16 Eylûl tarihli sayısında yer alan bir haber-yorumda da‚ ’Suriye'de Beşşar Esed rejimine karşı savaşan silahlı muhaliflerin en az yarısının aşırı İslamcılardan oluştuğu’na, ’Suriye'deki ayaklanmada, en azından İslami bir bakış açısına sahib grupların hâkim olduğu; muhalefete daha çok laik grupların liderlik ettiği fikrinin ise doğruluğunun isbatlanamadığı’na dikkat çekiliyor, bu durumun laik ve arab kavmiyetçisi savaşçıların az olduğu mânâsına geldiği ve bunun da Batı’yı endişelendirdiği anlatılıyor ve ’Ilımlı İslamcı savaşçıların amacının, ülkenin diktatör yöneticisini devirmek olduğuna; ancak cihad yanlısı grupların, Suriye'yi, Hılafet’e bağlı, İslamî kurallarla yönetilen bir ülke haline getirmeyi amaçladığı’na işaret ediliyordu.
Telegraph’da ayrıca, sayıca az olmakla birlikte, iyi silahlanmış savaşçılara sahib Irak-Şam İslam Devleti örgütünün ve Cebhe-t-un’Nusra'nın, ülkenin kuzeyindeki petrol, gaz ve tahıl gibi gelir kaynaklarının kontrolünü de ele geçirdiği, direnişçilerin elindeki bölgelerde son aylarda daha etkin bir hâle geldiği ve Suriye'nin kuzeyindeki örgüt üyelerinin, hem bölge halkına dağıttıkları gıdalarla 'kalbleri ve akılları' kazanarak destek bulduğu, okullarda da kontrolü sağladığı, çocuklara ve gençlere radikal bir İslamî modelin tanıtıldığı’ kaydediliyordu.
Sözkonusu gazete, ’Suriye rejimine karşı savaşanların sayısının 100 bine ulaştığını’, ancak, muhaliflerin, savaş uzadıkça yüzlerce farklı grup halinde bölündüklerini de ifade ediyordu.
*
Bu arada, ingiliz gazete ve tv. kanallarında geçen hafta, Suriye’deki muhalif güçlerce başı kesilerek öldürüldüğü iddia olunan ve bir Baas rejimi askerinin veya bir ‘şebbiha’ milisinin öldürülüş sahnesi olarak yansıtılan bir film, tabiatiyle ‘dehşet’ti, tek kelimeyle..
Ve, Suriye’de hergün böyle yüzlercesi, öldürüyor birbirini..
Ama, onların videoları görülmeyince, yok sayılıyorlar.
Bu filmi yayınlayan ingiliz gazetesi ve tv. kanalı,nın açıklaması ilginçti.. ‘Daha önce de böyle bir çok film geliyordu bize.. Ama, bunların doğru olduğuna dair elimizde inandırıcı bilgi olmadığından, yayınlamıyorduk. Bu son filmi ise, güvendiğimiz birisi gönderdi..’
Bu film doğru da olabilir, yanlış da..
Ama, Suriye Baas rejimi yayın organlarının ve tarafdarlarının, devamlı olarak ‘tekfirci’ler diye nitelediği selefîler veya El’Qaideci denilen kesimlerin de İslam konusunda kendileri gibi düşünmeyen veya inanmayanları öldürmek için kendilerini yetkili görmek gibi bir aşırılık ve dar görüşlülük içinde oldukları bilinmiyor değil.. Ne var ki, Suriye’deki kanlı diktatörlük rejimine destek veren ‘Lübnan Hizbullahı’ ve emsali ‘müslüman güçler’ de, Beşşar diktatörlüğüne karşı savaş veren ‘müslüman muhalif güçler’e de aynı katı anlayışla saldırmıyor mu?
Düşmanının kellesini tekbîr sadalarıyla keserken gösteren o dehşetli filmini dünyaya yansıtan odakların hesabına uygunluk zamanını elbette ki onlar belirliyor. Bu korkunç filmin haberini bazı kanallar ve hele de Suriye’deki diktatörlük rejimini temize çıkarmaya çalışan mâlum çevreler etrafa yaydılar, ‘Görün vahşiliği..’ diye.. Doğrudur, vahşilik kelimesinin bile anlatmaya yetmediği bir sahne..
Ama, ilginiç olan şu ki, bu film belirli hedefleri vurunca, kendi hesablarına göre denge oyunları kurmak isteyen aynı çevreler bu kez de, 1-2 gün sonra, Suriye’deki bir sunnî köyünde başları kesilerek öldürüldüğü iddia olunan onlarca kadın ve çocuğun görüntülerini de yayınladı. Ama, bu sahneler, birilerince görmezlikten gelindi.
Birinci filmi sağa sola gönderen ve kanallarından duyuranlar bunu görmezden geldiler. Bazıları da yalan diye karşı çıktılar.
Ve taşı gediğine 40 yıl öncelerdeki ünlü Amerikan Dışbakanı Henry Kissinger da, 16 Eylûl sabahı, CNN’deki açıklamasında koydu: ‘Beşşar Esed’in istifasını istemek büyük hatadır. O çekilirse, Suriye’de hercümerç, kaos daha da derinleşecektir..’
Bu beyanın, hele de İran medyası tarafından birinci sahifeden duyurulması ilginçti..
*
Suriye ve Amerika konusunda, İran’da da ilginç gelişmeler yaşanıyor..
C. Başkanı Hasan Ruhanî 10 gün kadar önce, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’de konuşurken, ‘Suriye’den bütün yabancı güçler çekilmeli..’ derken, ‘Lübnan Hizbullahı’nı da kasdediyor muydu?’ şeklinde bir soruyu da -cevabını vermese bile- zihinlerde canlandırmış oluyordu. Ruhanî, bu arada, Bişkek’de Putin’e, ‘Suriye’ye Amerikan müdahalesinin önlenmesinde gösterdiği başarılı diplomasiden dolayı takdirlerini’ bildiriyor ve aynı çabayı İran’ın nükleer teknolojisiyle ilgili müzakerelerin başlatılması konusunda da göstermesini ümid ettiğini’ dile getirdiği açıklanıyordu. Bu arada, Hasan Ruhanî’nin, ilk kez, ‘Biz, Suriye halkının seçeceği her yönetimle çalışırız’ şeklinde bir açıklama yapması da oldukça ilginçti. Çünkü, hemen bütün İran makamları, Esed’in şahsının kendileri için asla vazgeçilemez, ‘kırmızı çizgi’ olduğunu ısrarla vurgulamaktaydılar.
Hasan Ruhanî, 18/19 Eylûl gecesi, Amerikan NBC tv. kanalına verdiği mülâkatta ise Barack Obama’yı övüyor ve ‘Böyle buhranlı durumlarda diplomatik çözüm arayışlarına başvurmak, zaaf değil, güç sembolüdür.’ diyordu. Hasan Ruhanî’nin, BM. Genel Kurulu çalışmalarına katılmak üzere bugünlerde New York’a gittiğinde, Amerikan Başkanı Obama ile görüşüp görüşmeyeceği konusu tartışılırken, ‘siyasette her şey olabilir..’ diye karşılık veriyor; Obama da, Ruhanî’ye, ‘müzakere konusunda samimîysen görüşelim..’ diye mesaj gönderiyor ve bu durum, İran’da İnqılab Rehberi tarafından da zımnen kabul ediliyordu.
Halbuki, geçen Şubat başında, dönemin İran Dışişleri Bakanı Salihî, ‘Obama’nın yeni döneminde izleyeceği siyasetin ümid verici olduğunu’ belirtince ve Ahmedînejad da, Salihî’ye paralel sözler söyleyince, İnqılab Rehberi Khameneî, Tehran’da 7 Şubat günü yaptığı konuşmada, Amerika’yla müzakere kapısını, ’Ben diplomat değilim, inqılabçıyım, sözlerimi ap-açık söylerim.. Size silah doğrultmuş olanla ne müzakeresi? Müzakere, ancak, karşı taraf hüsnüniyetini gösterdiği zaman sözkonusu olur..’ diye kesin olarak kapatmış, bunun üzerine, Ahmedînejad da, Salihî de aynı gerekçeyle, ’Hüsnüniyet sahibi olunmadıkça, müzakerenin bir mânâsının olmadığını söylemek zorunda kalmışlardı.
Şimdi ise, İnqılab Rehberi Amerika ile müzakelerin başlaması yönündeki gelişmeler karşısında, 17 Eylûl günü yaptığı konuşmada, 'Ben diplomaside kahramanca bir mülâyemet / yumuşaklık / esneklik gösterilmesi gerektiğine kaniim. Diplomasi tebessüm ister, müzakere ister.. Bazı durumlarda iyi neticeler de verebilir. Bir güreşçi nasıl ki, bazan mülâyemetle güreşir ve amma, asıl mes’ele rakibini yenmektir, o temel şartı unutmamak şartiyle..’ diyordu.
Bunlar, küçümsenmiyecek bir gelişmeler.. Neler getireceğini ise, zaman gösterecektir.
haksöz