Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücâdelesi

Âdem ve Havva çifti, hak yolun ilk yolcularıdır. Cennetteki "ağaç" sınavından sonra dünya sahnesinde birçok sınavlardan geçtiler. Hedefleri olan çocukları da doğal olarak hak-bâtıl sınavından geçmek zorundaydılar. Ne var ki, Âdem'in çocukları zamanla kendi hevâ ve heveslerine, kibir ve gururlarına dayanarak, İslâm'ın dışında yeni hayat modelleri ihdas ettiler. Uydurdukları bu yeni hayat modelleriyle, insanlığa zulüm ve haksızlık yaptıklarının farkındaydılar. Ancak, bu model ve kurallar, düzen ve rejimler, kendi dünyevî çıkarlarıyla uyuşuyordu. Ortaya atılan bu şeytanî modeller ve düzenler tarih boyunca mazlumların kanını emmiş ve onları iskelet haline getirmiştir. Mazlumları bu durumdan kurtaracak olan, ilâhî doğrulardan, yani haktan başka bir şey olamaz. Yoksa hak elbisesi giymiş bâtıl, renk ve kostüm değiştirerek zulümlerine devam edecek, değişen zâlimlerin kimlikleri veya etiketleri olacaktır. Bâtılın dolayısıyla zulmün yok olması için, hakkın hâkim olmasından başka seçenek yoktur.

İlk insan Hz. Adem'in oğulları Hâbil ile Kabil arasında baş gösteren hak-bâtıl savaşı, hemen hemen tarihin her döneminde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da sürmüştür. Hak ve bâtılın anlaşılması ve bu uğurda verilmiş olan tarihî mücâdelenin tesbiti için, ilk peygamberden son peygambere kadar elçilerin ve onların izini takip edenlerin mücâdelelerine bakmak gerekir. Rasüllerin misyonuna baktığımızda, öncelikle şunu görürüz: İnsanları, bir tek ilâha (Allah'a) ibâdete/kulluğa çağırmak, şirk ve putperestliğin her çeşidinden menetmek, hak ölçülerle Allah'ın rızâsına muvâfık işler yapmalarını sağlayarak Allah'ın kanun ve nizamını ümmete hâkim kılmak. Hepsinin çabası aynı idi ve getirdikleri öğretilerin tümü de bu çerçeve içerisindeydi. "Andolsun ki Biz, 'Allah'a kulluk/ibadet edin ve tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik." (16/Nahl, 36) "Biz her peygamberi Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (4/Nisâ, 64).

Peygamberlerin temsil ettiği hak-bâtıl savaşı göstermektedir ki tarihî süreç içerisinde Allah, hakkı bâtılın tepesine indirdi ve geçici bir saltanat süren bâtılı aşağıların aşağısı yaptı; bu hep böyle olmuştur, çünkü sünnetullahın gereğidir bu. Allah, hakkı inzâl etmiş ve hak bir süre insanlar arasında iktidar olmuştur. İnsanlar haktan saptığı zaman, bâtıl, hakkın egemen olmayışından istifade ile haktan boşalan yeri doldurmaya kalkmış, bir süre iktidar olmuştur. İnsanlar, haktan saptığı zaman, bâtıl hüküm sürmeye fırsat bulabilmiştir.
Hakkın iktidarda olması, bir bakıma mü'minlerin varlığına ve cihadlarına bağlıdır. "Bir toplum, kendisini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez." (13/Ra'd, 11). Bu kural her zaman geçerlidir. İnsanların her şeyden önce değişmeyi, zulüm ve kölelikten kurtulmayı can-ı gönülden arzulamaları lâzımdır. Ve bu şiddetli arzu, birtakım hareket ve icraatlarla desteklenmelidir. Çünkü bazı işler vardır ki temennilerle, arzu ve isteklerle olacak şeyler değildir. İşte eğer toplumsal değişme olacaksa, bunu insanların yapması gerekir ki Allah yardımcıları olsun.

Şimdiye kadar tarihe yön veren bâtıl değil; hak olmuştur. Tarihte toplumların hareket yönünü belirleyen -siyasî egemenliği uzun süre ellerinde tutamamış olsalar bile- peygamberler ve onların getirdiği hak din olmuştur. Tarihte az-çok insanî erdemlerle karşılaşıyorsak, bunu peygamberlerin getirdiği hak dine borçluyuz. Bu noktanın kavranılmasıyla şu sonuca varırız: Hakkın zayıf olması, onun hak olmamasını gerektirmez.

Çoğu kimsenin zannettiği gibi dünya ve onun tâbi olduğu doğal düzen kötü değildir; hak üzeredir. Evrende bulunan her şey, tekvinî olarak/yaratılıştan Allah'ın kanunlarına boyun eğer ve sürekli olarak O'na ibadet eder. Bu arada, hür iradeye sahip olan insan da Allah'ın kanunlarına itaat ederse, yaratılmışlar âlemiyle uyum içine girer. Yoksa, güçlü ırmakta tersine kulaç atana benzer ki, bir yere varamayıp nefesi tükenecek ve helâk olacaktır. "Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (başka bir amaçla) yaratmadık." (15/Hicr, 85) "Hayır, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir." (2/Bakara, 116).

İslâm hikmetinde, varlıkların hak ve hayır ile özdeş sayıldığı görülür. Bu ilkeye göre, bütün bâtıl ve şer olan şeyler, gerçekte yok olan veya yokluğa neden olan şeylerdir. Meselâ, cehalet ve küfrün, kötü ve şer sayılmaları, onların bir yokluğu (bilgi ve iman yokluğunu) ifade etmelerindendir. Ya zehir ve mikrobun kötü oluşları, onların bir insanda hayat ve sağlığın yokluğuna neden olmalarındandır. İslâm düşünürlerine göre, bütün bâtıl ve şerler incelendiğinde aynı yönü paylaştıkları anlaşılır.

Bir cismin gölgesi onun gereğidir. Bu gölge, gerçekte asıl bir varlık olmamakla birlikte, bir varlık olan cisim vasıtasıyla bizim zihnimizde meydana geliyor. Asıl varlık nurdur; Gölge, bir alanda nurun olmaması ve o alanın çevresinde nurun bulunmasıdır. Aynen bu durum gibi, bâtıl da kendine özgü bir varlığa sahip değildir; her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koymak zorundadır.

Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücâdele
Cennete girmenin yolu, hak için sabır ve eziyetlere katlanmaktan geçer. İşte Allah Rasülü ve beraberindeki mü'minler, bu çilekeş yolun en zorlu yolcularıydı, Allah Rasülünü bir an için gözlerimizin önüne getirip şöyle bir tefekkür edelim. Risâletinden önce birçok sıkıntılardan geçtiği gibi, peygamber olduktan sonra da daha zorlu günlerle karşı karşıya gelmiş, hakkı ayakta tutmak için birçok sıkıntıya katlanmış, birçok arkadaşını şehid vermiş ve ömrünü hakkın üstünlüğü için böyle tamamlamıştı. Onun bütün amacı, Rabbini hoşnud etmek ve görevini hakkıyla ifa etmekti. Ve bunu da bütün güçlüklere rağmen Allah'ın yardımıyla tamamlayarak ayrılmıştı arkadaşları arasından.

Allah, hikmeti gereği nefisleri sınava tâbi tutar, iyileri kötülerden ayırarak mükâfatlandı-rır. Altın nasıl ateşle curufundan ayıklanıp temize çıkartılıyorsa, insanlar da aynı şekilde kirden, pastan ve günahlardan arındırılmalıdır. Bu Allah'ın sünnetidir. İnsan nefsi doğal olarak cahil ve zalimdir. Cehalet ve zulüm sebebiyle nefiste eritilmesi ve bu curuf (günaha meyil), ya İslâm'a teslim olmakla temizlenecek veya cehennemde ateşle temizlenecektir. İşte hak budur. "Asra yemin olsun ki insan, gerçekten husrân /ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (103/Asr, 1-3)

Asr-ı saâdeti gözler önüne getirelim: Peygamberimizin ve iman edenlerin temsil ettiği hak cephesine karşı bâtılın temsilcileri, uzlaşma teklifleriyle tâviz kopartamayacaklarını gördükten sonra, her türlü zulümlerini açığa çıkarmaya başlamışlardı. Tehditler, işkenceler, öldürmeler... Bütün bunlara karşı Rasülüllah'ı destekleyen, onların bilemediği ve anlayamadığı bir güç vardı bütün yalancı güçlerin üstünde. İşte o gücün sayesinde gün geldi, devran döndü; tarih 630'a geldi ve nihayet kendi canı gibi korudukları putları ve Mekke'leri, artık müslümanlara terketmişti her şeyini. İşte böylece 'Hak geldi ve bâtıl yok olup gitti." Hakkın önünde hangi duvar ayakta kalabilir ki? Hakkın ve müslüman halkın önünde hiç bir duvar ayakta duramaz. Yeter ki müslümanlar sorumluluklarını anlasınlar ve yeter ki bu sorumluluklarını yerine getirsinler. Yeter ki müslümanlar hakka sahip çıksınlar.

Allah rasülü'nün Arap yarımadasında kısa bir dönemde hakkı bâtılın tepesine indirip hakkı iktidar etmesi, bilindiği üzere, kolay olmamıştır. Başta Rasülülllah olmak üzere mü'minler birçok eziyetlere katlanmış, boykotlara tahammül etmiş, hicretlere katılarak evlerini, yurtlarını, ticaretlerini, ziraatlarını, işlerini, eşlerini, aşlarını geride bırakmışlardı. Medine'deki Ensar da kardeşleri muhâcirlerle bütün mal varlıklarını paylaşarak onları barındırmışlardı. Bu fedâkârlık örneğini bir daha tarih asla kaydetmemiştir. Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, Ensar ve muhâcir el ele vererek müşrik, yahudi ve hıristiyanlara zorlu savaşlar vererek birçok şehid ve birçok yaralı geride bırakmışlardı. İşte bu fedâkârlık, bu inanç ve bu bağlılık sayesinde hakkın temsilcileri muzaffer oldular. Zaferin yöntemi, hakkı sahiplenmenin yolu budur. Rasülüllah'ın ümmeti ve takipçisi olduğunu iddia edenlerin, bu metod ve yöntemden başka bir yol aramaları, hakka bâtılı karıştırmak, hakkın bâtıl yoldan başarılı olması gibi olmayacak duaya âmin demek ve imtihanı kaybetmektir. Hakkın hâkim olması için mutlaka fedâkârlık ve zorluklara katlanmak, tâğutlara boyun eğmeden tâvizsiz bir şekilde hakkı müdafaa etmek gerekir. Bu işin prosedürü, iman, kulluk/ibadet, fedâkârlık, cihad, sabır, azim ve cesarettir. Bunlardan herhangi biri eksik olursa, başarı oranı o nisbette azalır (Beşir İslâmoğlu, Hak Bâtıl Mücâdelesi, s. 61-63).

Hak-bâtıl mücâdelesinde hak, er ya da geç muzaffer olacaktır (2/Âl-i İmran, 139; 7/A'râf, 118; 8/Enfâl, 8; 9/Tevbe, 33; 13/Ra'd, 17; 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18; 24/Nur, 55; 42/Şûrâ, 14).

Müslüman, inandığı dinin yükümlülükleri ne ise, onları yerine getirebilmek için, yine bu hak dinin ve tek önderi peygamberinin belirlediği usûl ve çerçeve içerisinde çalışmakla, hak dini hükmetmek mevkiine getirip o mevkide korumakla görevlidir. Bu vecîbeyi müslümana telkin eden, onun sahip olduğu inançtır.

İslâm'ın hâkim olmadığı coğrafyalarda yaşayan müslümanlara egemen düzenler, maksatlarını gerçekleştirmeleri doğrultusunda girişecekleri çaba ve faaliyetlerinde müslümanlara engel olmak isteyebilirler. Onların karşısında, kendilerinin ürettikleri putları olan hukuk düzenlerine aykırı davranmakla itham ederek; bölücülük, teröristlik, anarşistlik, radikallik, fundemantalistlikle, dini siyasete âlet etmekle ve benzeri ithamlarla karşı çıkabilir, suçlayabilir, ya da karalamak isteyebilirler. Zulüm ve hevâdan başka bir şeyin ifadesi olmayan sözüm ona adalet mekanizmalarını çalıştırabilirler. Bütün bunlar, müslümanlar için mukadder şeyler, sünnetullah gereği engellemeler olarak görülmelidir.

Unutmamak gerekir ki, müslümanın davranış ve tutumları, meşrûiyetini/haklılığını Allah'ın hükümlerine uygunluktan alır. İslâm'ın temelden reddetttiği İslâm dışı hukukların hükümleri, müslümanların Allah'ın emri olan İslâm'ı, İslâm hukukunu hayata egemen kılma mücâdelesini hukukî bakımdan değerlendirmeye ya da mahkûm etmeye esas ve kıstas alınamaz.

Müslüman, yalnızca inancının gereğini yerine getirmek istiyor, egemen kâfirler de bu yolda her türlü zulümle karşı koyuyor, müslümanı engellemeye çalışıyorlarsa; onlara Hz. Peygamber'in söylemekle emrolunduğu şu sözlerden başka ne söylenebilir: "İman etmeyenlere de ki: 'Elinizden geleni yapın; biz de yapacağız. Bekleyin; çünkü biz de bekleyicileriz." (11/Hûd, 121-122; M. Beşir Eryarsoy, İslâmî Hareket ve Problemleri, s. 129)
Hak Verilmez, Alınır
Allah, âlemlerin rabbıdır; O, rahmân ve rahîmdir. Kullarına büyük merhametinden dolayı, onlara sayılmayacak nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bir kısmına temel insan hakları denir. Bunlar, din emniyeti, nefis emniyeti/can güvenliği, akıl emniyeti, nesil emniyeti, mal emniyetidir. İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. Bütün insanlar, doğuştan bu haklara sahiptir; bu hakları yaratıcıları Allah vermiştir, kimsenin bu hakları insanın elinden almaya hakkı yoktur.

İslâm'ın dışındaki bütün beşerî düzenler, bu hakların bir kısmını insanlara lutfediyor gözükürken, kendi çıkarlarını zedelediğini düşündükleri nice hakları gasbetmektedirler. O yüzden İslâm'ın dışındaki tüm düzenler ve dünya görüşleri zulüm; bunları uygulayanlar da zâlimdir. "Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." (5/Mâide, 45). Totaliter rejimlerde kişilere ve gruplara verilecek, tanınacak hakların belirleyicileri, iktidarı elinde bulunduranlardır. Onların lutfedip verdikleri alınır ve kullanılır, vermedikleri ise talep bile edilemez. Demokrasilerde ise, haklar, kanunlarla verilir, kanunlar da halkın irâdesine dayanır.

Hakk'ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kanunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk iradesinin dışında güçler devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermayeyi, medyayı, locaları, örgütleri ve iktidarı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde de olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sadece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.

Kâğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları... koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir. Medyanın haktan hukuktan bahsetmesi, bazılarının nutukları, insan hakları savunucuları(!) da kaval çalan çobanlar, çoban yardımcıları ve işbirlikçileri.

"İnsanların, inanç hürriyetleri sınırlandırılamaz, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı vardır, herkesin okuma hakkı ve hürriyeti vardır..." anayasalarda buna benzer daha nice madde vardır ki, haksızlık/zulüm hak maskesi taksın. Uygulamalar ise... Başörtüsü ile okumak isteyen, ya da öğretmenlik, doktorluk... yapmak isteyen kızların durumu bile örnek olarak yeter. Ama egemen güçler (medya, kapitalist sermaye, bürokratlar ve iktidar) benimsemiş olsa, bunları hak kabul etseydi, başörtülü bayanların kamu haklarından veya öğrenim haklarından mahrum kalmaları söz konusu olmazdı. Hak anlayışı ve hakkın hâkimiyeti en azından bu konuda farklı olurdu.

Güçlülerin insafa gelip müslüman halka haklarını vermelerini bekleyenler, cehennemde köşk bekleyenler gibidir. "Hukuk devletinin kurumları hakları korur, demokrasi, halkın yönetimidir, mahkemeler, hâkimler, kanunlar..." mı? Güldürmeyin insanı. Bunlar, haksızlıkların emniyet sibobudur, barajlarıdır. İç ve dış hukuk konusunda yine yukarıda sayılan grupların hevâ ve istekleri söz konusudur. Demokrasiler dahil, bütün beşerî düzenlerde,
etkili ve yetkili kimseler, insanların haklarını kendi hevâlarıyla kanunlaştırmışlar, bunun dışında kimsenin bir hakkını kabul etmeyecek düzenleme ve yasaklar koymuşlardır; Bu da yetmemiş, eski müşrikler gibi acıktıklarında elleriyle yapmış oldukları helvadan kanunları/putları yiyivermişlerdir. Doymayan iştah sahibi oldukları ve helvayı da çok sevdikleri bilinirse, kendiliğinden bunun sona ereceğini beklemek, kıyameti beklemektir.

İnsanı en iyi tanıyan Rabbimiz, insana hiçbir ideolojinin veremeyeceği gerçek haklarını vermiştir; kadın-erkek, Arap-Acem, beyaz-zenci, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, soylu-garip... gibi ayrımların tümünü reddederek. Kula kulluğun her çeşidini, tahakküm, zulüm ve sömürüyü yasaklayan Rabbimiz, kul hakkını ihlâl etmeyi af kapsamı dışında tutmuş, insanı yaratıklar içinde en yüce mevkiye yerleştirmiştir. O yüzden, Allah'ın hudûdunu korumadan, şeriatın emir ve yasaklarını dikkate almadan, Kur'an ahlâkını tatbik etmeden insan haklarını, kul hakkını savunmak, demogoji yapmaktan, yapılan zulümleri maskelemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Unutulmamalıdır ki, "hudûdullah" korunmadan "hukukunnâs" korunamaz.

Allah'ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini tarih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabul etmediği müddetçe hakları hak sahibine dağıtamaz/dağıtmaz. Hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.

Unutmamak gerekir ki, "hak"dan önce "ödev" vardır, sorumluluk vardır. Allah'ın üzerimizdeki haklarını hatırımızdan çıkarmamalı ve O'na karşı görevlerimizi kuşanarak, emanete ihanet etmediğimizi isbat etmeli; kulluk bilinciyle diğer kulların haklarına da riâyet edip, elinden ve dilinden güven duyulan insan olmalıyız. İşte o zaman hak yerini bulacak, hak ettiğimiz yere Hakkın yardımıyla ulaşacağız. Bâtılı söküp atmak da bizim kulluk görevlerimizden biri olduğun-dan bâtılı reddetmeyi, bâtılla mücâdeleyi mü'min olmak için olmazsa olmaz bileceğiz.

Hakkı bâtılın tepesine indirip, bâtılın beynini darmadağın edeceğini ve böylece bâtılın yok olup gideceğini belirten (21/Enbiyâ, 18) Allah'tan bu görevde bizleri memur etmesi, memur ettiğini düşünüyorsak, görev bilincini kuşanmamız için yardım etmesi duâsıyla...


"Olmak istersen cihande eğer makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!"

Allah'ım, bize hakkı hak olarak göster ve o hakka tâbi olmamız için yardım et!
Bâtılı da bâtıl olarak bize göster ve bâtılın her çeşidinden kaçınmayı nasib et!

Vuslat

Bu yazı toplam 19459 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar