Selâhaddin Çakırgil
Tarihteki ihtilaf ve partileşme çabalarımızdan düşündürücü...
Tarihteki ihtilaf ve partileşme çabalarımızdan düşündürücü ve de acıtıcı birkaç kesit..
11 Temmuz günü Saadet Kongresi"nde ortaya çıkan ve ilk planda Necmeddin Erbakan"ın ideallerini değil de, ona nisbet olunan şahsî zaafları bertaraf etmeye yönelik diye değerlendirilebilecek görüntüler, nicelerine acı verse bile, 40 yılı aşan bir geçmişi de hatırlamamıza vesile olması gereken çapta..
Geçmişi bilmeden, geleceğe yürümenin sağlıklı olamıyacağı ve yapılan hataları görmemek gibi bir sonucu da karşımıza çıkarabileceği açık olduğundan, "kökü mâzide olan âti (gelecek)" anlayışına sahib olanların o geçmiş üzerinde kuşbakışı da olsa bir gezinti yapması yerinde olur, herhalde..
*
Müslümanların tarihteki en büyük güçlerinden birisi olarak kabul olunan Osmanlı"nın, "I. Dünya Savaşı"nda ağır bir yenilgi alması ve emperyalist/ galib güçlerce parça parça edilip, her bir parçanın başına emperyalist emellerin ve kültürlerin bir kuklasının oturtulması ve onların da, yenilgiye uğratılmış müslüman halkların inançlarının temel kurumlarına karşı, emperyalist efendilerinin planlarına uygun olarak en haince savaşlara girmesiyle yaşanan büyük yıkım sonrasında.. Osmanlı"nın "siklet merkezi" ve "ana üssü" olarak kabul edilen Anadolu coğrafyasındaki müslümanların 1923-1950 arasında nasıl korkunç bir diktatörlükle boğulduğunu etraflıca anlatmaya gerek yok..
1950-60 arası ise, o en azgın kemalist/ laik diktatörlüğün bazı sivriliklerinin biraz törpülenmesi çabalarıyla geçti.. Ama, o törpüleme çabalarının bedelini, 10 yıl başbakanlık yapan ve halkın büyük desteğini ve sevgisini kazanan Adnan Menderes, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi sonrasında, TSK eliyle kurulan düzmece mahkemelerde yapılan göstermelik yargılamalar sonunda "vatana ihanet" gibi ağır bir suçlama üzerine kurulu zorbalık hükümlerine göre kellesiyle ödedi ve dârağacı"nda can verdi..
O zaman, müslüman halk o kadar sıkboğaz edilmiş ve Goebels"varî propagandalarla o kadar yanıltılmıştı ki.. Bütün o korkunç cinayetler sırasında, ona derin sevgiyle bağlı olduğu sanılan milyonlardan kimsenin "gık"ı çıkmadı.. O cinayetler işlenirken, tek bir kurşun bile sıkılamadı, zorbalara yönelik olarak..
Ama, bunu müslüman halkın fakirlik içinde nnasıl ezildiğiyle de izah edebilir ve aç ve muhtaç kitlelerin, hak ve hürriyetlerini taleb etmek gibi konularla meşgul bile olamadıkları yorumuyla da ele alabiliriz.. Halbuki, her toplumun bütün ferdî ve sosyal mes"elelerinin çözümü de, herşeyden önce, kendi özgürlüklerine ve hakklarına sahib çıkmalarına bağlıdır..
Ve, 1961 Anayasası"yla medya alanındaki zincirleri biraz gevşeten kemalist/ laik rejimde marksist ve diğer sol yayınlar ortalığı kaplayınca, o zamana kadar olmayan bir şey de olmaya başlamış, müslüman halkın şuûrlanmasına yönelik bir takım yayınlar da sahneye çıkmıştı.. Özellikle, fukara kesimlere bir kurtarıcı gibi sunulmak istenen ve amma kitlelerin tereddüdle yaklaştığı marksist reçetelere karşı, merhûm Seyyîd Qutb"dan yapılan ve "İslam"da Sosyal Adâlet" ve benzeri isimlerle piyasaya çıkan tercüme eserler müslüman kitlelerin tefekkür şekillenmesinde yeni ufuklar açıyor ve bu kitleler, kendi inançlarına uygun sosyo-ekonomik talebleri toplumda seslendirmeye başlıyorlardı..
Sosyal bünyenin derûnundan cûş-u hurûşa gelen, derinden derine kaynayan ve halkın kendi doğrularından, inançlarından beslenip filizlenen taleblerin, sosyo-politik zeminde açıktan taleb edilmesi, en çok da Necmeddin Erbakan"a nasib oldu.. Gerçi, bu durumu Süleyman Demirel ve Alpaslan Türkeş de görmüş ve 1965"lerde, birisi, "Benim halkım göğsünü gere gere müslümanım diyecektir.. Ben köylü çocuğuyum, hem de İslamköylü.." diye, sosyo-politik plana çıkmak isteyen kitlelere selam verirken; diğeri de, "Tanrı Dağı kadar türk, Hira Dağı kadar müslümanız.. Yolumuz Kur"an, Hedefimiz Turan!" gibi, o zamana kadar pek duyulmamış olan ve kitlelere heyecan veren sloganları yükseltiyordu..
Ama, S. Demirel yaşayış tarzı ve bağlı olduğu dünya görüşü itibariyle, müslüman kitlelerin daha bir dikkatli sayılan kesimlerine güven veremediği gibi; A. Türkeş de "27 Mayıs İhtilali"nin kudretli albayı" ve ayrıca oldukça keskin ırkçı/ türkçü söylemlere sahib olmasıyla da, toy genç kesimlerin bir kısmı üzerinde kanbağı gururunu daha bir uyandırmış olsa bile, büyük kesimlerin dünyaya bakışına aykırı bir tablo oluşturuyordu.. Kaldı ki, bu türkçü söylemlerin karşısında, türk kavminden olmayan, başka kavimlerden olan ve özellikle de milyonlarca mensubu olan kürd kavminin genç kesimleri üzerinde de mukabil bir kürdçü söylem olarak filizlenmeye başladığını ve bunun da tabiî olduğunu görmek gerekir..
Öyle bir dönemde, Erbakan ise, teknolojiye düşman olduğu ileri sürülen ve tesbih ve takkeden başka bir şey bilmediği sanılan kitlelere, onların inanç dünyası içinden birisi olarak ve ayrıca, makine profesörü bir teknokrat olarak sahneye çıkıyor ve sosyo-ekonomik problemlere, kapitalist, komünist/ sosyalist çözümler değil, halkın inanç dünyasından da çözümler bulunduğu söylemiyle dikkati çekiyordu..
Bu söylemin geniş kitleleri derinden etkilediği, laik rejimin gözetleme kulelerinde bulunanlarca da görülüyordu elbette.. Nitekim, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi"nden sonra, devleti en fazla tehdid edenin komünistler olduğu ileri sürülerek geniş kitleler sevindirilmeye çalışılırken; gerçekte ise, darbe rejimince ilk kapatılan siyasî partinin 450 kişilik Parlamentoda sadece 3 milletvekili ile temsil olunan Erbakan liderliğindeki Millî Nizam Partisi"nin olması, asıl korku duyulan güç odağının ne olduğunu gösteriyordu.. (Erbakan ise, tedavi gerekçesiyle Meclis"ten izinli sayılıp, 15-16 ay sürecek bir süreyle İsviçre"ye gönderiliyordu..)
*
TC. rejimi, kuruluşunun 50. yıldönümü eşiğindeydi..
Evet, TC. rejimi, henüz 50 yaşını doldurmamıştı.. Kapatılan MNP"nin yerine kurulan MSP kadroları ise, TC. rejiminin 50 . yıldönümünü kutlamaya hazırlandığı 1973"lerde, hemen hemen bütün ülkede, kısa vâdeli iktidar heveslerini uyandırmaktan öteye, 50 yıllık TC rejiminin neler getirdiği ve götürdüğünün muhasebesini ülke çapında tartıştıracak boyutlarda derin bir etkinlik gösteriyordu. 11 Ekim 1973"de yapılan seçimlerde ise, MSP, 450 kişilik parlamentoda, 48 sandalye kazanıyordu. Ecevit CHP"si ile Demirel"in Adâlet Partisi tek başına iktidar olamıyorlardı..
Ya, iki katı laik parti birlikte hükûmet kuracaklardı; ya da, her ikisinden birisi MSP"yle ortak bir hükûmet oluşturacaktı..
Demirel, "halk bize muhalefet vazifesi vermiştir.." diye kenara çekilmişti.. Rejimin kilitlendiği bir noktada, Ecevit, etrafındakilerin "Niye olmasın?" telkınlerine kapılarak, Erbakan"la bir CHP+MSP karma hükûmetini oluşturuyor ve böylece, Osmanlı"nın dağılmasından sonra, bu kadar açık İslamî taleblerle ve laik rejime açık tavır sergileyerek sahneye çıkan bir parti Hükûmet"e ortak oluyordu..
*
O dönemde, Kıbrıs"a yapılan müdahale ve oluşan ulusalcı coşkuları oya dönüştürmek isteyen Ecevit, karma hükûmetin 9. ayında seçim ümidiyle hükûmeti dağıtıyordu.. Ama, sadece Erbakan değil pusuda bekleyen Demirel de, Kıbrıs Harekâtı"nı oya dönüştürmek isteyen bu Ecevit kurnazlığına izin vermiyeceklerdi..
Nitekim, Demirel"in AP"si, Erbakan"ın MSP"si, Türkeş"in MHP"si ve T. Feyzioğlu"nun GP"sinden oluşan dörtlü bir koalisyon hükûmeti kurulmuştu, ama, sosyal gerilimler daha da bir tırmandırılıyordu.. Arkasından, Ecevit, Güneş Motel Operasyonu diye anılan bir tertib ile, AP"den 11 m. vekilini para ve makam vaadiyle satın alarak, 4"lü Hükûmet"i düşürüyor ve iktidara geliyordu, ama, o da kısa sürecekti.. Çünkü, başta Maraş Katliâmı olmak üzere, Anadolu"daki nice şehirleri kuşatan büyük sosyal buhranlar gem"i daha bir azıya almıştı..
Bu arada, İran"da kapitalist ve komünist dünyanın ayakta tutmak için ortaklaşa ve vargüçleriyle destekledikleri Şahlık düzeninin müthiş bir İslamî halk hareketiyle, bir büyük İnqılab hareketi ile devrilmesi ve İmam Rûhullah Khomeynî liderliğinde, dünyayı dehşete ve derin çalkantılara sürüklediği bir süreç yaşanıyordu..
Türkiye içinde ise, sağ-sol çatışmaları, anarşi, terör, hergün onlarca insanın sokak savaşlarında birbirini katletmesi ve bu boğuşmanın bir askerî darbe için TSK tarafından da planlandığı, o dönemin ünlü komutanlarının hatırâtından da anlaşılıyordu..
Ve nihayet, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi ile kemalist/ laik/ jakoben rejim, ülkeyi kurtarıyormuş gibi göstererek, gerçekte ise kendisini bir kez daha kurtarıyor, Erbakan, Demirel, Ecevit ve Türkeş gözaltına alınıp, aylarca -Erbakan ve Türkeş birkaç yıl- askerî mekanlarda tecrid olunuyorlar ve 7-8 yıl sürecek şekilde siyasî haklardan da mahrum bırakılıyorlardı..
Ama, her siyasî lider (bugün A. Öcalan"ın yaptığı gibi) içerden ve yasaklı iken bile, siyasî bünyeyi yönlendiriyorlar, kendilerine bağlı partileri organize ediyorlardı..
Bu arada, 1983 seçimleriyle Turgut Özal"ın Anavatan Partisi iktidara geliyor ve iktidarını 1989"a kadar güçlü şekilde sürdürüyordu.. Ancak, Özal"ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra, partisi zayıflama sürecine girmişti.. O dağınıklık zemininde, Erbakan"ın arkadaşlarına kurdurduğu Refah Partisi, 1991 seçimlerinde siyasî hayatta yeniden etkili bir güç odağı olarak devreye giriyor ve 1995"de ise, yüzde 23 civarında bir oy alarak I. büyük parti durumuna geliyor ve (Özal"ın ölümünden sonra C. Başkanı olan Demirel"in) bütün engelleme çabalarına rağmen, sonunda 1996 Haziranı"nda, Hükûmet kurma vazifesi Erbakan"a veriliyordu..
*
İçsavaş, yeni emperyalist taktikler ve 28 Şubat Zorbalığı..
Ama, 6 ay geçmeden, 28 Şubat Muhtırası"yla, Erbakan"ın iktidardan uzaklaştırılması sürecinin başlatılması ve müslüman halkın 40 yıla yakın biri süre boyunca, gıdım gıdım elde ettikleri kazanımların, 28 Şubat Zorbalığı ile bir gecede kaybedilmesiyle, halkın kendi doğrularına ve inançlarına uygun taleblerinin önüne, tanklarla, toplarla bir sed çekilmiş oluyordu.
Bu arada, Refah Partisi de Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılıyor, Erbakan siyasetten ve 5 yıllık bir süre için tekrar yasaklanıyor ve halk büyük çapta daha bir kaybediliyordu..
PKK ise, TC. rejimini daha bir sarsıyor, kanlı bir boğuşma ve hattâ bazı Gen. Kur. eski başkanlarınca sonradan yapılan itiraflarda da görüldüğü üzere, "düşük profilli ve ilan edilmemiş bir içsavaş" devam ediyordu..
Kapatılan Refah Partisi"nin yerine Fazîlet Partisi kuruluyordu..
Ama, arkasında yine Erbakan vardı.. Ve bu, biliniyordu..
O sırada, Amerika, Türkiye"deki İslamî yükselişin yolunu kesmek ve sosyo-politik plandaki en etkili güç merkezi olarak görülen Fazîlet"in önlenmesi için ve de ülkedeki bu islam kardeşliği duyguları yerine kavmiyetçi duyguların yükselmesi ve türkçü ve kürdçü cereyanların ve tahriklerin daha bir güçlendirilmesi için, hiç beklemediği bir anda A. Öcalan"ı yakalayıp îdam edilmemesi şartiyle Ecevit-Bahçeli- Mesud Yılmaz Hükûmeti"ne- Türkiye"ye veriyor ve hemen arkasından yapılan seçimlerde de, Fazîlet"in yükselişi bu yolla engelleniyor ve Ecevit"in DSP"si yüzde 22 ile birinci, Bahçeli"nin MHP"si yüzde 18 ile ikinci ve Recaî Kutan liderliğindeki Fazîlet ise, yüzde 15 ile üçüncü duruma getiriliyordu..
1999 seçimlerinin getirdiği en büyük problemlerden birisi, başörtülü bir hanımın M.Vekili seçilmesi ve onun önlenmesi oldu.. Fazîlet m. vekili olarak seçilen Merve Kavakçı Hanım, Meclis"e başörtüsüyle girdiği için, Ecevit, Bahçeli ve Mesud Yılmaz üçlüsünün ortak tertibiyle Meclis"den de, vatandaşlıktan da atılıyordu ve laik hukuk düzeni, o zamana kadar emsali az görülmüş bir diğer barbarlık daha sergiliyordu..
İstanbul Belediye Başkanlığı"nda o zamana kadar görülmemiş bir başkanlık uygulamasıyla sadece İstanbul halkının değil, bütün ülkenin de dikkatini çeken Tayyîb Erdoğan ise, laikliğe aykırı bir şiir okuduğu gerekçesiyle mahkûm edilip, hizmetten alakonuyor ve hapse atılıyordu..
Yine aynı dönemde, Erbakan da, Bingöl"de 1992 yılında yaptığı ve müslüman halkın temel birlik harcı olan inanç değerlerine yaptığı vurgu dolayısiyle, bir de bölücülup yaptığı gerekçesiyle mahkum ediliyor ve siyasî haklardan mahrum ediliyordu..
Ve bunlar olurken, Ecevit, Bahçeli ve Mesûd Yılmaz liderliğinde, DSP, MHP ve ANAP arasında kurulan ortak hükûmet ise, ülkeyi, tam bir sosyo-ekonomik yağma ve buhranın içine sürüklemişti..
Dünyada kriz yokken,Türkiye korkunç bir sosyo -ekonomik kriz yaşıyordu..
Ve Fazîlet yine yükseliyordu.. Ama, kemalist-laik odaklarca Fazîlet için de kapatma davası açılmıştı ve kapanma kararının verileceği, Vural Savaş gibi başsavcıların korkunç hukukdışı beyanlarından da anlaşılıyordu.
Ve, o sırada, Fazîlet bir de kongre yapmaya hazırlanıyordu..
Kongre"de Abdullah Gül, Erbakan"ın Genel Başkan adayı gösterdiği Recaî Kutan"ın karşısına çıkıyor ve kongre az bir farkla Kutan tarafından kazanılıyordu..
Ama, bu rekabete rağmen, Abdullah Gül ve yenilen ekib, partiden ayrılmadılar, kopmadılar.. Son âna kadar durdular.. Halbuki, "Kutan ve ekibi yenilseydi, partiden derhal ayrılırdık.." diyen Şevket Kazan gibi yetkili kişiler vardı..
Bu arada Fazîlet de kapatıldı, Anayasa Mahkemesi"nce.. .
100 milletvekillik bir Meclis Grubu açıkta kalmıştı..
Yeni bir siyasî yapılanma için, önce Saadet Partisi ve sonra da AK Parti kuruldu..
Fazilet"ten geride kalan 110 kadar m. vekilli neredeyse yarı yarıya bu iki parti arasında dağıldılar..
Ama, bir sene sonra yapılan 3 Kasım 12002 seçimlerinde, SP yüzde 2,5 oy alırken, AK Parti yüzde 35 oy alıyor ve CHP barajı aşarak muhalefet partisi olarak meclise giriyor ve diğer bütün partiler ise, yüzde 10"luk seçim barajında boğuluyorlardı..
Bu yarı yarıya bölünmeye rağmen, bir tarafın yüzde 2,5"larda, diğer tarafın yüzde 35"lerde bir halk desteği kazanmasının sebebleri üzerinde sağlıklı bir tahlilin yine yapılmadığı görülüyordu..
Ortaya çıkan bu durum da, Erbakan"ı mücadelesinden vazgeçirmedi.. Dünlerde kendi yönetimi altında yetişmiş olan kadroları en ağır şekilde suçladı, hattâ tahkir etti.. Ama, bu siyaset tutmadı..
Nihayet, iki sene önce, Nû"man Kurtulmuş, SP"nin özellikle de genç tabanının ısrarlı talebleri üzerine yeni bir isim olarak Recaî Kutan"ın yerine getirildi.. Amma, bütün dizginlerin yine Erbakan ve ekibi elinde olduğunu bizzat Erbakan açıkça beyan ediyordu.. O, ilerlemiş yaşına ve cevvaliyetini biri hayli kaybetmesine rağmen, direktiflerini özellikle Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan gibi kendisine en yakın isimler aracılığıyla uygulatabiliyordu..
Kurtulmuş ise, bir takım müdahaleleri zaman içinde bertaraf edebileceğini hayal ediyordu.. Bu durum onun akademisyen kişiliğine ve efendiliğine aykırılık teşkil etmiyordu..
Ama, 11 Temmuz günü yapılan Saadet Kongresi, iç çekişmeyi bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı.. Nû"man Kurtulmuş"un elinin ayağının bağlı olduğu ve dizginlerin Kurucular Kurulu, yani Erbakan"ın elinde olduğu hep biliniyor ve bunu sadece partiyle ilgili olanlar değil, kamuoyunun geneli de aşağı yukarı öyle algılıyordu..
Nitekim, kongre öncesinde, Nû"man Kurtulmuş, kendileri üzerinde bir vesayet olduğu iddidasını reddetmekle birlikte, kamuoyundaki öyle bir kanaatin olduğunu da kabul ediyor ve o kanaatin bertaraf edilmesi için, kongrede gerekli çalışmanın yapılacağını açıklıyordu..
Ve böylece olanlar o açıklama yönünde oldu..
Erbakan da geldi kongreye tekerlekli sandalye üzerinde ve yaptığı konuşmada, AK Parti"ye yine saldırdı ve "bunların eşleri tesettürlü diye oy verilemiyeceğini" tekrarladı, kendisine hiç de yakışmayan bir tavırla.. Ve sonra, 1250 kişilik delegeden oluşan kongrede, 75 kişilik GİK için, kendi listesini sundu.. Bu listede, Nû"man Kurtulmuş da vardı, ama, gerisi, Erbakan"ın yakın çevresi ve 40 yıllık arkadaşları idi.. Yakın çevresinden ise, kızı, oğlu ve damadı gibi isimlerin de olması daha bir dikkat çekiciydi..
Ve Nû"man Kurtulmuş, o listede kendisinin kuşatılmış bir kimse olduğunu düşünerek, o listeden istifa etti.. Bunu 43 diğer isim daha takib etti.. Bunun üzerine, Erbakan delegelerin oy kullanmaması ve kongreyi terketmeleri taktiğini devreye soktu.. Ve nihayet, 1250 delegeden 930 kadarı toplantıyı terketti ve geride kalan 316 delegenin yaptığı oylamada, Nû"man Kurtulmuş 310 oyla, Genel Başkanlığa seçildi..
*
İşte Saadet"in büyük çapta yara aldığı büyük ve de ölümcül bir yara aldığı bir durumdur bu..
Çünkü, 1250 delegeden sadece 310"unun oyunu alarak Genel Başkan seçilen bir kimsenin, iddialı bir siyasî lider haline gelmesi neredeyse imkansızdır..
Kaldı ki, Kurtulmuş"un GİK üyelerinin büyük bir kısmı da, Erbakan"ın bir işaretiyle hareket edebilecek tipte kimseler..
Şimdi, n"olacaktır?
Erbakan ve delegelerin dörtte üçü, bu neticeyi nasıl kabullenecektir?
Ya, kongreyi mahkeme kararıyla ibtal ettirmeye çalışacaklardır, ya da, ayrı bir parti kuracaklardır..
Esasen Erbakan, bu gibi durumlara karşı, çekirdeğin kendi elinde olmasına hep dikkat etmiştir ve bu taktiğiyle, bu zamana kadar genelde başarısız olmuştur da denilemez..
Musiad, kendi istediği çizgide olmayınca, hemen ASKON"u kurdurtmuş, İstanbul İHH"yı kendi çizgisinde kontrol etmek imkanı kalmayınca da Cansuyu"nu..
Bu durum, bugün için de uzak ihtimal değildir ve yeni bir parti kurulabilir..
Ama, o parti de, SP"nin ilk durumuna dönecektir, büyük ihtimalle..
Bugünkü haliyle de Nû"man Kurtulmuş da, tabanından derin bir yarı almış, köklekinden kopmuş bir partinin Genel Başkanı durumuna düşmüştür..
*
Şimdi gelinen noktada, kim zafer kazanmıştır?
Erbakan mı, Kurtulmuş mu?
Yoksa, her ikisi de ağır ve ölümcül bir yara ve darbe mi yemişlerdir?..
Galiba bu ikincisi..
Bundan sonra her iki tarafın çabalarının da durumu kurtarmaya yeteceği çok uzak bir ihtimaldir.. Dileyelim ki, bu mücadele, daha acı tablolar ortaya çıkarmaya..
Ancak, Erbakan"ı "Cihad Emîri" vs. gibi unvanlarla yüceltenler, bu mücadeleyi daha da şiddetlendirebilir ve istenmeyen noktaya çekebilirler..
Nitekim, Kurtulmuş"un hata yaptığı ve cezalandırılacağı, açıkça söylenmekte, şimdiden.. Ama, kişilere bağlı hareketler o kişilerin hayatlarıyla veya onlar adına ideoloji k ve itiqadî bağlılık zorlamalarıyla bir süre daha varlığını sürdürebilir.. Kemalizmin dayatmacılığında olduğu gibi..
Erbakan"ın 40 yılı aşkın mücadelesinin özünde karşısına çıkan en büyük gücün de, güçsüzlüğün de, kendisi olduğu; kendisini eksen ve etrafındakilerin de kendisinden ilham ve ışık alan çocuklar olarak değerlendirdiği anlayışının olduğu söylenemez mi?
Ama, kişilere, liderlere bağlılığın sonsuz ve sınırsız sayıldığı ve sanıldığı durumlarda bu gibi sürprizlerle karşılaşılması da tabiî görülmelidir..
Halbuki Erbakan, lideri olduğu hareket içindeki bütün ayrışmalarda, bütün taraflara bir manevî baba gibi davranmalıydı ve kimsenin kendisi adına hareket etmesine izin vermemeliydi.. (Bu satırların sahibinin, bu temenniyi o hareketin gazetesinde 2001"lerde yazdığı için, istirahata çekildiğini de hatırlatayım..)
*
Bu vesileyle, niye bu ayrılmalar diye hayıflanmaların ve İslamî kardeşliğin taa baştan beri temenni olmanın ötesinde, her zaman karşımıza çok acı çektiren örnekler çıkardığını hatırlamadan da geçmiyelim..
Elbette ki, ümmetin yed-i vâhid olması, ayrılıklara düşmemesi temenni olunur..
Ancak, bu neredeyse, mümkün değildir..
Çünkü iki insanın bir arada bulunduğu her yerde ihtilaf, kaçınılmazdır ve ilanihaye bir beraberlik hayaldir.. Ancak, enbiyaullah"dır ki, aynı zaman ve mekanda olsalardı, ihtilaf etmezlerdi, çünkü onlar direkt olarak Allah"u Tealâ tarafından terbiye edilirler, yönlendirilirler..
O halde, temel konularda, birlik sağlanmasına dikkat gösterilmeli, ama, öteki farklılıklar düşmanlık ve ayrılık değil zenginlik sayılmalıdır..
*
Biraz da, tarihimizdeki acı örneklere bakıp düşünelim..
Resûl-i Ekrem (S)"in ümmetin başında bulunduğu zaman bile, O"na bile itirazlar yapılabiliyor, "Bu vahy mi, Senin görüşün mü?" diye sorulabiliyor veya Hudeybiye Andlaşmasının imzalandığı sırada, Hz. Ömer"in, "Niye bu kadar ağır durumları kabul ediyoruz?.." diye itirazları yükselebiliyordu..
Ayrıca, Resul-i Ekrem (S)"den gelen "fırqa"y-ı nâciye" (kurtulmuş taife, fırqa) mânasına gelen bir hadis rivayetinde, ümmetin 72 fırkaya ayrılacağı ve bunlardan yalnızca birisinin kurtulacağı haberi de vardır..
Ve geçmiş yüzyıllardaki nice kitablarda, bu 72 fırqa rakamı, bazen hattâ zorlamalı olarak tutturulmuştur ve sonra da bunlardan herbirisinin bağlıları da kendilerinin "fırka"y-ı nâciye" olduğunu söylemişlerdir..
Ancak, her fırqanın kendisini kurtulmuş fırqa bilmesi de tabiîdir.. Hele de itiqâdî açıdan, bir kimse, kendisinin en doğru inanca sahib olduğundan, tutunduğundan şüphesi varsa, zâten o inanca aid değildir.. Çünkü, inanç şüphe kaldırmaz..
"İnanç" ile "kanaat" arasındaki fark buradadır..
Kanaatler zaman zaman değişebilir.. İnanç ise, ikide bir değiştirilemiyecek kadar köklü temellere dayanır.
Ama, asıl tehlike de bu noktada karşımıza çıkar..
Herkes kendisini "kurtulmuş fırqa"nın bağlısı olarak görünce, bu, diğerlerinin yanlışta ve hattâ sapık olduğu gibi bir zannı da beraberinde getirmektedir..
Çünkü, kişi bağlısı olduğu inancın, yanlış olduğunu kabullenemez.. Yanlış olduğunu düşündüğü hususları terkeder, doğru, en doğru olduğunu düşündüğü inanç veya cereyana yönelir..
*
Resul-i Ekrem (S) zamanında, ümmet, tabiatiyle, Peygamber"in etrafında tek yumruk gibiydi, "yed-i vâhid" idi..
Ama, onun dünyamızdan ayrılışının hemen arkasından ümmetin, taifeleşmeye, ayrı ayrı fırkalara yöneldiği görüldü..
Bir tarafta, Ensar (Yardım ediciler) olarak bilinen Medine"li müslümanlar vardı..
Karşı tarafta ise, Muhacirîn..
Muhacirîn (Muhacirler) de, genel olarak Mekkeliler..
"Muhacirîn" içinde de, daha özelde (Hz. Peygamber"in kabilesinin olması hasebiyle ayrı bir sosyo-politik güç odağı halindeki) Qureyşî"ler / Benî Hâşim..
Resul-i Ekrem (S)"in rihletinden, dünyamızdan ayrılışından sonra, müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilaflarda, Ensâr ve Muhacirîn"in karşı karşıya geldiği ve Benî Hâşim"in de, genel olarak "Muhacirîn" ile birlikte hareket ettiği ve amma, "Muhacirîn" içinde de, Qureyşî olup olmamak açısından bazen açık, bazen örtülü bir iktidar mücadelesinin varlığı hissedilir..
İlk üç halifeden sonra, Hz. Ali"nin işbaşına getirilişini hatırlayalım..
Ne büyük acılar yaşanmıştı..
Daha önceden, Hz. Ömer 10 yıllık bir hılafet sonrasında katledilmişti..
Yerine getirilen Hz. Osman da 12 yıllık bir yöneticilikten sonra, korkunç şekilde katledilmişti..
Hz. Ali işbaşına getirildiğinde ise..
Hz. Ali"nin Hılafetine ilk bey"at edenlerden ve Hz. Peygamber"in en yakın çevresinden Hz. Talha ve Zubeyr"in, başlarına Hz. Aişe"yi de alarak, Hz. Ali"ye karşı Cemel Vak"ası denilen o kanlı isyanı / savaşı ortaya tertib edişlerini nasıl unutabiliriz?
Kezâ, Hz. Ali"nin Mısır Valiliği"yle vazifelendirdiği Muhammed bin Ebubekr"in Mısır yolunda (vazifeden alınan Vali Amr bin Âs"ın adamları eliyle) diri diri bir merkebin karnına sokulup, yakılarak korkunç şekilde katledildiği nasıl unutulabilir?
Keza, Hz. Ali"nin Şam diyarı (Suriye) Valiliği"nden azlettiği Muaviye"nin, meşrû otoriteyi temsil eden Hz. Ali"ye karşı bir ordu ile isyan etmesini ve Sıffîyn"de (hakem hilesi gibi) hangi entrikalarla yenilgiden kurtulduğu da unutulmamalıdır..
*
Dahası, Resul-i Ekrem (S)"den sonra O"nun "Ehl-i Beyt"i içinde de gruplaşmalar yaşandığı gözardı edilmemelidir..
Nitekim, Hz. Ali"nin şehadetinden sonra, Hz. Hasan"ın 6 ay kadar süren bir "İmamet/ Khılafet" dönemi sonrasında Muaviye bin Ebû Sufyan ile barış andlaşması yapması ve Hz. Hasan"ın zehirletilerek katledilmesinden sonra, (Hz. Hasan"ın kardeşi) Hz. Huseyn"in de uzuun yıllar boyunca, ağabeyinin yaptığı o andlaşmaya bağlı kalması ve ancak, Muaviye"nin o andlaşmaya aykırı olarak yerine oğlu Yezid"i bırakması üzerine şekillenen ve Kerbelâ Faciası"yla Müslüman Ümmeti"nin kalbine hançer saplanması ve etkileri 1300 küsur yıldar hâlâ da devam eden büyük cinayet..
Ve arkasından, İmamet"in, Hz. Huseyn"in ve bir avuçcuk yâranının Kerbelâ"da Yezid bin Muaviye tarafından katlettirilmesinden sonra, -o acı ihtilaflarda Hz. Ali çizgisinde, Ehl-i Beyt ve Evlâd-ı Resul tarafında yer aldıkları için "Şiî" (tarafdar/ bağlı) olarak nitelenen- müslümanların başına, Hz. Huseyn"in hayatta kalan tek oğlu Ali bin Huseyn (Zeyn-el"Âbidîn- İmam Seccâd)"in 4. İmam olarak geçmesi.. Ama, ondan sonra, İmam"ların Hz. Huseyn neslinden gelen erkek çocuklar aracılığıyla devam edeceği kanaat ve hattâ inancının, gizliden gizliye, Hasenî- Huseynî diye bir rahatsızlığı beslediği görülür..
Ama, bundan da öteye..
4. İmam Zeyn-el"Âbidîn"den sonra Huseynî kanatta da bir ilginç ayrışma meydana gelir..
5 İmam, 7 İmam ve 12 İmam mezhebleri de
aynı cereyanın iç çatışmalarının ürünüydü..
Evet, İmam Zey-el"Âbidin"den sonra 5. İmam olacak olan, kimdi?
Muhammed Bâqir mi, Zeyd mi?
Bu konu şia tarihinde "5. İmam Mes"elesi" olarak bilinir..
Bir taraf, Muhammed Bâqir der, diğer taraf Zeyd..
Ve ekseriyet Muhammed Bâqir tarafında yer alır..
Zeyd, Emevî saltanat düzeninin zulmünün zirve yaptığı dönemde, "qıyâm"larda Emevî rejimi güçlerince katledilir..
Şiî kaynaklarında, Zeyd"in katledildiği/ şehid edildiği haberi geldiğinde, kardeşi Muhammed Bâqir"in, onun "qıyâm"ını tasvib etmediği, o harekete yetkisiz olarak girdiğine dair görüşler belirttiği dile getirilir..
Zeyd bin Ali"yi 5. İmam olarak kabul edenler bugün daha çok Yemen"de yaşamaktadırlar. Zeyd"in, Resul-i Ekrem (S)"in rıhleti ile Hz. Ali"nin "Khılafet"e gelmesi arasında müslümanlar arasında meydana gelen ihtilaflarla ilgili olarak, Hz. Ali"nin kendinden önceki "khalife"leri suçlamadığını, onlara karşı savaşmadığını esas alarak, "Ali"den daha fazla Ali"ci (alevî) olmamak" gibi bir anlayışla, ilk üç khalifeyi suçlamamak şeklindeki bir mutedil yol izlediği bilinir.
*
Daha sonra, İmam Muhammed Bâqir"in yerine 6. İmam olarak oğlu Ca"fer-i Sâdıq hazretleri geçer..
Onun uzun süren İmamet"inden sonra, geleceğin muhtemel İmam"ı imamı etrafındaki sosyal organizasyonlar şekillenmeye başlamıştı ve geleceğin İmam"ının İsmail olacağı önceden bizzat İmam Ca"fer-i Sâdıq hz. leri tarafından açıklanmıştı..
Ama, İsmail, henüz İmam Ca"fer-i Sâdıq hayattayken vefat edivermişti..
O zaman, ilahî takdir"in değiştiği bildirildi.. Artık, yeni İmam, İsmail"in kardeşi Musâ Kâzım olacaktı..
Ama, İsmail"in muhtemel imameti, liderliği üzerine hesab yapan bir cereyan, önce İsmail"in ölmediğini iddia etti..
Ca"fer-i Sâdıq hz.leri halkı çağırıp cenazeyi göstererek, "Bu oğlum İsmail"dir ve ölmüştür.." demesine rağmen, onlar, İsmail"e yatırım yapanlar yaşlı İmam"ın aldatıldığını, İsmail"in ölmediğini, ölmüş olsa bile, İmamet"in İsmail"in oğluna intikal etmesi gerektiğini ileri sürdüler, İmamet çizgisinin saptırıldığı iddiasında bulundular ve böylece "7 İmam Mes"elesi ve mezhebi" ortaya çıktı..
Bugün daha çok Pakistan, Hindistan ve Afganistan ile bazı Afrika ülkelerinde bulunan ve Aga Khan denilen liderler eliyle yönetilen milyonlarca İsmalî, yalnızca şiîlerce değil, bazı itiqadî yönelişlerinden dolayı sünnîlerce de İslam dışına çıkmış olarak kabul edilmektedir..
*
12 İmam Şiası da bu çetin mücadelelerden sonra bugün, Şia-ı isna-Aşeriyye veya Caferî mezhebi olarak, İİC"de sosyal hayatı düzenleyen hâkim mezhebdir. Ve, bu mezhebde, 1200 yıl öncelerde Gaib olduğuna ve Gaybûbet-i Kübrâ halinde bulunduğuna inanılan 12. İmam"ın bir gün "Mehdi-y"i Muntazar" (Beklenen Mehdi) olarak zuhûr edeceği inancı esastır.. Ve Velayet-i Faqîh makamında bulunanlara da O"nun naibi konumundadırlar.. Şiî müslümanlar sistemlerini bu şekilde tedvin etmişler ve sultanları, şahları tâgût ve zâlim bilmişler; onlara, zulüm sistemlerine gönüllü olarak itaati haram bilmişlerdir..
Mehdî inancı, sünnî müslümanlar arasında da asırlarca etkin şekilde varlığını korumuşsa da, yönetimlerin sultanlarca eliyle olabileceğine ve onlara itaatin gerekli olduğuna dair bir anlayış, genel kural haline getirilmiştir.. Nitekim, bugün de sünnî toplumların çoğunda sultanlar, melikler, krallar, yani haksız olarak hükmeden zorbalar vardır..
Demek oluyor ki, sadece iyiniyet manzûmeleri terennüm etmekle birlik sağlanamıyor. O halde, yapılacak olan, temel kurallarda Kitab"ımızın, inancımızın bize verdiği temel kurallar etrafında bir olup, onun dışında; ihtilafları, düşmanlık ve ayrılık değil zenginlik sebebi saymaktır..
Cumhûriyet düşüncesi ise, müslüman toplumlar arasında henüz yeni yeni şekillenmektedir.. Cumhûriyet"in tereddüdle, teenniyle veya şüpheyle karşılanması ise, sözde cumhûriyet uygulamalarından müslümanların ağzının yanmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim, melikliklere, sultanlıklara, krallıklara karşı çıkıp, Cumhûriyet adı verilen rejimleri kuran kişi veya kadrolar, zorbalıkta o sultanlıklardan, krallıklardan hiç de geri kalmamışlardır.. Halbuki, halkın işlerinin istişare olunarak, şûrâ usûlüyle yürütülmesi Kitab"ımızda da emrolunmuştur.. Yani, gerçek mânada bir Cumhûriyet sistemi, bizim inancımıza göre yapılacak bir sosyal düzenleme için bir de tercihe şayandır.. Ama, müslüman halklar, adına cumhûriyet denilen nice rejimlerin, hattâ İslam adına itaat çağrıları yapmaları gibi bir durumlarla da karşılaşmışlardır.. Yani, mahiyeti ve sınırları belirlenememiş bir otoriteye itaat anlayışı ağır basmıştır..
Hattâ, o kadar ki, günümüzde, Filistin müslüman coğrafyasını gasb ve cebr ile çalan, işgal eden siyonist İsrail rejimini bile otorite kabul eden ve ona karşı silahsız bir direniş sergileyenleri bile "otoriteye karşı başkaldırmış kimseler" olarak gören bir sakîm anlayış bile sergilenebilmiştir..
*
Bütün bunlardan ayrı olarak, bir de kendilerinin vazgeçilmezliğini sanan kimselerin liderlik ve riyaset dâvasından son demlerine kadar vazgeçmemeleri ve bu durumlarının kendilerine inancın gereği olarak, Allah tarafından verildiği, kendilerine karşı çıkanların takdir-i ilahî"ye karşı çıktıkları gibi görüşlere sığınmaları ise, daha bir faciadır..
Elbette ki, takdir-i ilahî olmasaydı, hiç bir şey olmazdı, ama, kendilerinin bulundukları her üstün durumu korumak için, bu statülerini diğerlerine bir "ilahî takdir" diye takdim edip, onu kabul etmeyenleri, Allah"ın hükmüne karşı çıkıyormuş gibi bir durumla karşı karşıya düşürmek de, bir ayrı faciamızdır.. Ki, bir Şûrâ tarafından Hılafet"e getirilen Hz. Osman da, Medine isyancıların, ayaklanan kitlelerin eline geçtiği zaman kendisine "istifa" çağrısı yapıldığında, "Bu gömleği bana Allah giydirmiştir, onu çıkaramam.." demişti..
Yine hatırlayalım ki, Uhud Gazvesi"nde, Hz. Peygamber"in bile öldüğü haberi yayılmıştı da, "Muhammed ölmedi ama, ölecektir.. Ama, İslam ebedîdir.." meâlinde bir âyet nazil olmuştur..
Bu örneği de, herkes kendisi ve etrafındakiler için de düşünmekten gaafil olmamalıdır, herhalde..
*
Ve, mezarlıkların, kendilerini vazgeçilemez ve kendileri olmazsa, başkalarının hiçbir şey yapamıyacağını sananlarla dolu olduğunu da unutmamak gerek..
haksöz