Selâhaddin Çakırgil
‘Topyekûn savaş stratejisi’nde ahlâka yer yok mudur?
F. Tüysüz diye bir çocuk vardı, 1980’lerde.. 17-18’indeydi.. Ölüm makinası haline ge/tiri/lmişti.. Sonra, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nden sonra, -sanırım- Anteb Cezaevinde öldü/rüldü..
Yakalandığında yaptığı itiraflar çarpıcı ve hattâ sarsıcıydı.. Özet olarak şöyle demişti:
’Bir eyleme karar verdiğimizde, onu başarılı şekilde sonlandırmaya kendimizi mecbur hissediyorduk.. Başarılı olursak.. Yuvamıza çekilip, 1-2 gün keyifli değerlendirmeler yapıyorduk.. Ama, üçüncü güç sıkılır, yeniden bir eylem macerası peşine düşerdik.. Herbirimiz bir teklif getirirdik..
-Ne yapalım?
-Filanca mahalledeki kahvehane, karşıt taraftan.. Orada bu akşam, saat 22 civarında, filanca Avrupa kulüpleri arasındaki bir önemli maç izlenir, tv.’de.. Herkes ekrana bakarken, biz gecenin karanlığında orayı tarar ve kaçarız..’
Ve hemen uygulamaya koyuyorduk..
Sabahleyin gazetelerden öğrenirdik, kaç kişi öldü veya yaralı..
Bir gün daha istirahat.. Sonra tekrar aynı minval üzere.. Bu devam eder böyle..’
*
O çocuğun ruh halini çok yadırgayabilir ve ’acınacak bir çocukluk ve çılgınlık hali..’ deyip geçebiliriz.. Acı âkıbetine de de yanabiliriz..
Ama, aynı durum bugün PKK elemanlarınca ve de IŞİD veya benzeri kendi iddialarına göre –’cihad’ örgütlerince de tekrarlanmıyor mu?.
Bazıları onlara gerilla diyor, bazıları çete..
Ne derseniz deyiniz, değişmez.. Kelimeler ısırmaz; ısıran, isimler değil, dişleri olan canlılardır.
*
PKK işine geleni üstleniyor.. Bazılarını üstlenmiyor.. Bazılarını da önce üstlenip sonra, ’yerel birimlerce kendi başlarına uygulamaya konulmuş, örgüt kararıyla yapılmamış eylemler’ olarak değerlendiriliyor..
Nitekim, son olarak, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye petrol taşıyan boru hatlarında meydana gelen patlama önce üstlenilmiş, sonra da Barzanî’nin sert tepkisini görünce, geri adım atmışlar ve ’29 Temmuz günü Şırnak’ın Silopi ilçesinde yerel birlikler tarafından kendi inisiyatifleri ile bir sabotaj eylemi düzenlemiştir. Boru Hattı’na yönelik yapılan bu eylem, alanda bulunan gerilla güçlerimizin aldığı merkezi bir kararla yapılmamıştır’ demişlerdi.
*
Pekiy; bu gelişmeler karşısında HDP’liler neredeler? Ya hâlâ, Amerikan bombardımanları refakatinde, DAİŞ mevzilerine yapılan ağır bombardımanlardan sonra Kobani veya Rojava’da kazanılan ’parlak’ zaferleri kutlamakla meşgullerdi; ya da, SSÖ isimli sosyalist m.vekillerinin kızının İstanbul’daki saraylardan, kasrlardan birinde yapılan görkemli düğününde şampanya patlatmakla, wisky yudumlamakla, yüksek bir adrenalin patlaması havasında, şen ve çiğ kahkahalarla Bosphore’unhavasına yeni renkler ve sesler katmakla..
Ne de olsa, Kürdistan dağlarından Pennsylvania’ya kadar uzanan bir coğrafyada bu adrenalin patlamasının etkileri yaşanıyordu. Pennsylvania’nın sesi olan gazete ve tv. kanalları, kemalist-laik-türkçü- marksist Cumh. ceridesi ve benzerleri ve de HDP ve PKK ve de çeşitli harflerden oluşan diğer muştaklarının herbirisi, sözbirliği etmişçesine, duygu ve düşüncelerini ve beklentilerini ’Erdoğan’sız bir Türkiye’hayaline göre ayarlamış gibiydiler ve bu hayalî hedeflerine varmak için, hattâ yalanlardan bile meded umuyorlardı.
Konu bu kadar açık iken.. ’Bu topraklar bizim de ülkemiz..’ dedikleri halde, bu cografyalar için emperyalistlerin daha ileri projeler üretmesine zemin hazırlayacak şekilde her türlü manipulasyona hazır durumda olduklarını sergilemekteydiler. Nitekim, Türkiye savaş uçaklarının Kandil’e yaptığı son bombardımanlarda, o dağın etrafındaki sivillerin, gariban köylülerin de öldüğü şeklinde iddiaları manşetlere çekiyorlar, dünyaya duyuruyorlardı. Halbuki, Kandil ve çevresi, yıllardır, PKK’nın ideallerini paylaşan insanlarla doluydu ve ayrıca, PKK’nın ayrı bir üniforması yoktu.. Hepsi de sivil insanlardı.. Sivil insanların arasında, kadınlar da vardı ve onların çocukları, ’canlı siper’ olarak kullanılacaktı, tabiatiyle.
HDP Eşbaşkanlarından Demirtaş ise, bütün bunların yanında, bir de, alman Der Spiegel dergisine verdiği röportajda, Suruç Patlaması’sı Erdoğan’ın veya AK Parti’nin yaptırdığı iddiasını dünyaya yaymakla meşguldü.. İnsan, kendi ülkesinin halkına karşı birazcık bir sorumluluk duygusu taşıyorsa böyle bir iddiayı sözkonusu etmekten utanırdı..
Adı geçen derginin muhabiri, onun iddiaları karşısında, ’Suruç Saldırısı’nın hükümet senaryosu olduğunu söylemiştiniz, elinizde bir kanıt var mı?’ demek ihtiyacını duyuyordu.
Hukukçu olan eşbaşkan ise, müthiş bir hukukçu olduğunu da ortaya koyuyor ve,
–’Eğer bununla ilgili yazılı bir belge, bir döküman soruyorsanız, hayır yok!. Ama çok açık belirtiler var, eminim… Yıllardır aşırı dincilerin eylemlerine göz yumuyorlar.. O sayede mümkün olmuştur. AK Parti’li Erdoğan, bizim yükselişimizi seçimlerden önce engelleyemedi. ve PKK ile savaşa girdi..’diyordu. Halbuki, onun bu sözleri söylemekten kaçınacağını sanabilirdim.. Çünkü, hep barıştan bahsediyor ve hattâ yüreği yanıyormuycasına, ’Halk bizi savaş için değil, barış kurmamız için seçti..’ gibi laflar ediyordu.
*
Demirtaş’ın bu sözleri üzerine, geçmişte, Tayyîb Erdoğan ile aynı politik kulvarda siyaset yapmış bir çok insanın bulunduğu bir küçük partinin bir İl Başkanı ile geçenlerde yaptığım sohbetteki sözleri gözümün önünde canlandı.. O da, Demirtaş’ın sözlerini tersinden söylüyor ve çok kesin bir dille, ’Biz biliyoruz, Erdoğan bizim barajı geçmemizi önlemek için, HDP’nin barajı geçmesinin yolunu açtı.. Hem bunun, Çözüm Süreci dediği proje için de faydalı olacağını düşünüyordu.. Ama, kantarın topuzu fazla kaçtı, şimdi tek başına hükûmet kuramıyorlar.. Biz geçseydik barajı, onlara destek verir, hükûmet kurardık.. Şimdi döğünsün, bakalım..’ diyordu.
Bu arkadaşa, ’Pekiy, kazanamıyacağınızını bildiğiniz halde, illâ da Erdoğan düşmanlığı yapmak için, bir milyona yakın oyu çöpe atarak da bugünkü tablodan bir sormululuğunuzun olduğunu düşünmüyor musunuz?’ gibi bir söz söylenebilirdi, ama, bir faydası olmayacaktı. Çünkü, ağabeyleri ona öyle söylemişlerdi, o da inanıyordu.. Yûnus gibi, ’Söylememek, söylemeğin hasıdur..’ deyip, susmayı tercih ettim.
*
Bunları da geçelim..ama, merak edilmesi gereken bir konu, bütün gelişmeler olurken, Öcalan’ın ne düşündüğü.. MİT’in elinde olan bu zat, her konuda ahkâm keser, teoriler ürettiğini söylerken, -devlet güçlerine yapılan saldırılardan o kadar sözetmiyorum- ahlâksızca işlenen cinayetler karşısında niçin, böylesine sus-pus, hâmuş olmuş..
İsevî müminler’in Roma’yı ele geçirmek üzere sırada, ’Ben olmayacaksam, isterse Roma ateşler içinde yansın..’ diye başkentini ateşe verdiren ve sonra da, ’Roma’yı İsevîler yaktı..’ diyerek, bir kale burcundan lyre çalan Neron’u hatırlatırcasına bir tavır içinde değil mi?
Diyarbekir’de geçen sene, İslam adı de kullanılarak yapılan bir takım toplantılara mesajlar gönderen Öcalan veya geçen hafta, İslamî kimlikli veya eğilimli olarak bir kısım kimselerle bir sohbet toplantısı yaptıklarını söyleyen Demirtaş, şu son günlerde işlenen ahlâksızca cinayetler karşısında etkili bir şekilde, ne yapabildiler?
Bir traktör bir askerî karakolun yanından geçiyor, patlatılıyor..
Tamam.. ’Bu, bizim için bir askerî hedeftir..’ diyebilirler.. Çete savaşlarında, vur-kaç yöntemlerinin bir parçasıdır bu..
Ama, karanlıkta, traktör patlatıldıktan sonra, yaralıları kurtarmak için gelen sağlık ekiplerine ve hesağlık ekibini taşılan helikoptere de pusuda bekleyenlerce ateş açılmasının hangi ahlâkî tarafı vardır, söyler misiniz Demirtaş Bey..
Bundan sonra kaç sağlık elemanı, böyle âcil yardım vak’alarına gönül huzuru içinde gidebilir?
*
Bu ahlâksızca taktiği 10 gün önce de, görmüştük, Diyarbakır’da..
Trafik polisine, şehrin içinde, Yenişehir’de bir trafik kazası olduğu ihbarı yapılmıştı..
Polisler geldiler, baktılar, ortada bir kaza emaresi yok gözükmüyor.. Trafik normal seyrinde akıyor.. O civardaki dükkanlara sormak üzere polisler arabalarından iniyorlar, o sırada, yüzleri maskeli kişiler uzun namlulu silahlarla onları orada tarıyorlar ve katlediyorlar..
Ne kadar yüksek insanî değerler, değil mi?!!!
Suruç’taki patlamadan iki gün sonra Ceylanpınar’da, nöbetlerinden dönüp bir evde uyuyan iki polis uykuda enselerine sıkılan birer kurşunla katlediliyor, intikam alındıaçıklamasıyla..
Yine, ne kadar yüksek insanî değerler değil mi?
Ve bir başka örnek.. Sağlık ekipleri çağrılıyor, kalb hastası, veya doğum yapmakta olan bir kadın var diye..
Ambulans geliyor, verilen adrese..Gelenler rehin alınıyor..
Bir daha, kaç sağlık elemanı bu gibi yardım çağrılarına koşarak gidebilir..
Maksad, genel bir korku ve terör havası, oluşturmak, toplumun direncini kırmak, herkesi esir ve köle edinmek..
Ne kadar yüksek insanî anlayış, değil mi?
Topyekûn bir savaş stratejisinin uygulandığı iddia edilse bile, onda ahlâka yer yok mudur?
*
ERDOĞAN’IN ÇOK GEÇ KALAN KOBANİ AÇIKLAMASI..
Tayyîb Erdoğan Çin, Endonezya ve Pakistan ziyareti dönüşünde gazetecilere gündeme ilişkin açıklamalarda bulunurken, Kobani‘de IŞİD / DAİŞ ile çatışmaların şiddetlendiği dönemde ABD Başkanı Obama‘nın kendisine “Kobani iki güne kalmaz düşebilir” dediğini, onun bu sözlerinin kendisince söylenmiş gibi, ’Kobani düştü- düşecek’ şeklinde ve sevinçle söylenmiş gibi çarpıtıldığını söylemiş.. Ve,’Kobani‘nin düşmesinin Türkiye‘ye kazandıracağı bir şey olamaz. Nitekim Özgür Suriye Ordusu ve peşmergenin Kobani‘nin imdadına koşmalarına imkan sağladık. Bütün bunları Kobani düşmesin diye yaptık. Bizim bu hususta yaptıklarımız somut olarak ortada.. Kobani‘de DAİŞ‘le çatışmaların yaşandığı süreçte, Obama‘yla yaptığımız bir telefon görüşmesinde bana, “Kobani 2 güne kalmaz düşebilir“ demişti. Ben de kendisine, 200 bine yakın Kobani’linin zaten bizim ülkemizde olduğunu hatırlatarak, orada sadece 3 bin civarında savaşçı bulunduğunu söylemiş ve Özgür Suriye Ordusu‘nun ve peşmergelerin desteğiyle Kobani‘nin düşmesinin pekâlâ engellenebileceğini belirtmiştim.“ demiş..
Ama, bu açıklama, aradan 8-9 ay geçtikten sonra mı yapılmalıydı?
Bu konuda o kadar yalanyanlış propagandalar yapıldı, zehirler akıtıldı, özellikle kürd halkının dimağına..
Keşke, bu açıklama, hemen o günlerde yapılsaydı..
Çok geç kalan bir açıklama.. ‘Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra…’
dirilişpostası