Selâhaddin Çakırgil
‘Yargı Gücü’, devlet dışı ya da ‘başına buyruk’ mudur?
Adâlet’ fikri ve özlemi ve onun gerçekleştirilmesi ideali, insanlık tarihini taa baştan beri meşgul etmiştir.
Adâlet’in değişmez ölçüsünü insanlara ‘İlahî vahy’e dayalı dinler bildirmiştir.
‘Beşerî mektepler’ de insanın adâlet arayışına cevap verebilmek için, ‘hukuk’ kavramı üzerinde asırlar boyu felsefî ve fikrî sahada kafa yormuştur.
Ancak açıktır ki, beşerî mektepler mahiyeti gereği, hayatın düzenlenmesi için ‘de facto’, yani fiilî duruma uygun hukukî kalıp ve kılıflar sunarken; ‘Vahy-i ilahî’ ise, ‘de jure’, yani hayatın hak kavramına göre şekillenmesini esas alan bir anlayışı ve dünya görüşünü esas almıştır.
***
Hz. Ali’ye nisbet olunan ‘Adâlet mülkün temelidir’ sözü, müslümanların kültüründe adâlete duyulan özlem ve saygının bir ifadesidir. Ki, Abbasî Halife-Sultanı’nın kendi zulmünü meşru’ bir kılıfa kavuşturmak için kendisine başyargıç yapmak kurnazlığına karşı Ebû Hanife Hz.’nin sergilediği muhteşem direnişin hikayesi de bir ayrı güzel örnektir.
Her ne kadar, ‘idealite / olması gereken’ ile realite /olan arasında az veya çok farklılıklar daima bulunsa bile, hak ve adâlet kavramı Müslümanların hayatındaki en etkin en temel kavramlardandır.
***
Tabiatiyle, adâlet ve hak kavramı bizim hayatımızın hem ferdî alanında hepimizi bağladığı gibi, sosyal hayatımızın da bu kavramlara göre şekillenmesi esastır. Adâlet ve hak kavramının sosyal planda uygulanabilmesi açısından en gerekli kurum olarak, Devlet denilen ve üç aslî unsurdan oluşan bir sosyal üst-yapı kurumunun oluşmasına da gerek vardır. Bu üç unsur, a) Başka bir gücün iradesi altında olmayan bir coğrafya/ toprak, b) Müstakil/ bağımsız yaşamak azmini ortaya koyan bir halk / millet ve, c) Bu iki unsur üzerine, otoritesini tesis etmiş olan bir yönetim mekanizması, rejim..
***
Ama, Devlet ve hele de onun yönetim mekanizması bununla mükemmel mânâda tamamlanmış olmuyor.
Adâlet alanında uzuuun asırlar boyu çekilen acılara, işlenen nice büyük zulümlere karşı, 1789-Fransız İhtilali döneminde Montesquieu ve J.J. Rousseau gibi fransız düşünürlerinin, beşerî hukuk alanında geliştirmeye çalıştıkları temel kavramlardan birisi de ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibidir.
***
Nedir ‘kuvvetler ayrılığı’?
Bir devlet yapısının yönetim mekanizmasında, rejiminde, üç ayrı temel gücün varlığının zarûreti kabul edilmiştir.
1- Teşrî’ (Kanun koyma/ Yasama) organı, Meclis..
2- İcra (Yürütme) organı, Hükûmet mekanizması..
3- Yargı (Kazâ, hüküm verme) organı, mahkemeler..
***
Elbette, bu üç güç, ancak bir devlet yönetim mekanizmasının olmasını gerektirir. Devlet’in başında da, bir İmparator, Kral/ kraliçe, Şah, Padişah, Sultan, Melik, Cumhurbaşkanı, Başkan, Önder, Başbuğ/ Führer vs. isimleri altında tek kişi bulunur.
Bizde, Cumhurbaşkanı, bu üç temel güç başta olmak üzere, bütün devlet organları arasındaki ahengi sağlamakla mükelleftir.
Bakmayınız siz, bugünlerde kemalist-laiklerin, 90 yıllık kemikleşmiş bürokratik- oligarşik kadroların, ‘kuvvetler ayrılığı’ aşkının depreşmesine..
M. Kemal, ‘Ne demek, kuvvetler ayrılığı? Kuvvetler bir olacak ki, devlet güçlü olsun..’ derdi.
***
Bir rejimin bünyesinde bulunması gerekli olan bu üç temel güç organından hiçbirisinin diğerine hükmedemeyeceği ve bu güçler arasında bir öncelik ve üstünlük olmadığı açık olup, aralarında bir ihtilaf ortaya çıkarsa, onu gidermek de, Devlet Başkanı’nın vazifesi iken..
Ancak, işte bu noktada bizdeki sistemde bir temel çarpıklık sözkonusu..
Şöyle ki, Meclis’in çıkardığı kanunlar da, Hükûmet’in kararları da ancak Devlet Başkanı’nca imzalandıktan sonra yürürlüğe girerken.. Yargı gücü, sanki devlet otoritesi dışında, başına buyruk imiş gibi, Yargı gücünün de başı olan/ olması gereken Cumhurbaşkanı bu konuda yetkisiz sanılmaktadır.
Asıl problem de, bizde, buradan başlıyor.
(Bu konuya yarın da değinelim, inşaallah..)
stargazete