Selâhaddin Çakırgil
Yurtdışındaki vatandaşlar ve ‘diaspora’ üzerine
Bilim ve San’at Vakfı’nın İst. Vefa’daki merkezinde 12 Mart Cumartesi akşamı AK Parti İst. Milletvekili ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu’nun bir sunumu vardı.
***
Sunumu, konusu ve konuşmacısı açısından önemsiyordum. Çünkü, Almanya’da yetişmiş ve eğitimini orada almış genç bir hukukçu olan Yeneroğlu’nu -onun ilk gençlik yıllarından beri- tanıyordum.. O, özellikle de Millî Görüş’ün Almanya’daki örgütü olan IGMG’de önce Hukuk Bölümü Sorumlusu olan, sonra da Genel Sekreterlik yapan birisi olarak, Batı Avrupa ülkelerindeki vatandaşlarımızın ve diğer akraba topluluklarının hukukî problemlerini, o ülkelerdeki hukuk düzenlerini ve de teorideki birçok yaldızlı prensiplerin pratikte ne hale dönüştüğünü en iyi bilenlerden birisi..
***
Yeneroğlu, özellikle sadece vatandaşların değil, vatandaşlıktan ayrılmış olsalar bile geçmişte ülkemizle vatandaşlık bağı olan değişik mezheb veya etnisitelerden ve de ermeni, suryani vs. gibi gayrimuslim unsurlardan olup, diaspora olarak nitelenen ve ülkenin bugünkü yapısına muhalefet eden; ama, bu toprakların geçmiş asırlarda vatandaşlarından olan insanların yeniden kazanılmaları gerektiğini ve bu yolda çalışmalar başlattıklarını da anlattı.
Hatırlayalım ki, Batı Avrupa ülkelerinde 5 milyondan fazla T.C. vatandaşı bulunuyor ve bunların 3 milyondan fazlası Almanya’da yaşıyor.
Ancak, Yeneroğlu’nun, son 14 yıllık AK Parti dönemi de dahil, geçmiş hükümetlerin de yurt dışındaki bu insanlarla sağlıklı bir iletişim kuramadığına, onların hukukunu korumak için o ülkelerdeki hükûmetlerle anlaşmalar yapamadığına, bu durumun acı olduğuna; bu arada diaspora’da yaşayan ve kendilerini Türkiye’deki resmî ideolojiye muhalif olarak gören grupların eleştirilerinin giderilmesi ve haklı beklentilerinin karşılanması ve aleyhdeki propagandaların etkisiz hale getirilmesi için yeterli çalışmalar yapılmadığına ve bilhassa dış temsilciliklerde bu alanda, bu konuların sorumluluk ve heyecanını duyarak vazife edinen yeteri kadar elemanların bulunmadığına dair açıklama ve eleştirileri dile getirmesi de ilginçti.
***
İki saati aşkın bu faydalı bir sunum ve soru -katkıların daha üst sorumlu makamlara da ulaştırılması gerekiyor. Çünkü, Dışişleri hâlâ da 100 yıl öncelerden, İttihad-Terrakki döneminden beri değiştirilememiş olan bir resmî ideoloji ‘monşer’lerinin elinde.. Onlar halkımızın temel değerlerinden kopuk bir dünyadalar.. Halbuki o diaspora insanları, Osmanlı’nın asırlarca süren çok kültürlü, çok etnik kimlikli vatandaş uygulamalarını hasretle anıyorlar ve genelde, doğdukları topraklara dönmenin özlemini çekiyorlar.
***
Ve bir ‘sivil general’in dayatmacı mantığı..
Bu arada bir diğer konuya da kısaca değineyim.
28 Şubat 1997 Darbesi ve Zorbalığı günleri ve sonrasının YÖK başkanlarından ve en katı laik- kemalist uygulamaların sembol isimlerinden olan Prof. K. Gürüz’ün HT. gazetesinde geçenlerde bir röportajı yayınlandı. Bu kişi, o zamanlar yaptığı onca zulümlerden hiçbir pişmanlık duymadığını açıklıyordu.
Halbuki , dünün anlı-şanlı paşalarından nice em. generaller bile şimdi, o günlerdeki uygulamalarını savunamıyorlar. Yalman, ‘laikliğin askerî güçle kabul ettirilmek istenmesi yanlıştı..’ derken; Ç. Bir de, ‘Oğlunu askerde kaybetmiş anaların elini şehid anası diye öpüyorduk, ama onları askerî mekanlara sırf kıyafetlerinden dolayı sokmuyorduk, bu çok yanlıştı..’ kabilinden sözler ediyor. Ama‚ ‘sivil general’ konumlu işbu Gürüz efendi, hâlâ o günlerdeki uygulamalarını savunabiliyor. Sırf, başörtüsü yasağı yüzünden onbinlerce kız ve katsayı uygulamaları yüzünden de tahsillerini terkeden erkek-kız yüzbinlerce öğrenci için de, ‘Bugün olsa yine aynısını yapardım. Yargı organlarının kararlarını uyguladığım için neden vicdan azabı duyayım?’ diyebiliyor.
Evet, o ‘kafa’ların hıncı henüz de geçmemiş..
***
Ankara’daki son büyük terör saldırısına da yarın değinelim, inşaallah...
stargazete