Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Ah şu bizim Müslümanlar

Resulullah bir seferinde, “Size keyfinizi kaçıracak bir şey söyleyeyim mi, ölümü sıkça anınız” der.

Ramazan, dünya hazlarından uzaklaşarak, nefsi terbiye etmenin adıdır aslında. Dervişlerin “Çilehane”de nefsi terbiyesi ile övünürüz ama “yediğimiz halt”a bakar mısınız, keyif verici iftarlar, teravihler ve cuma namazları. Bizim “Huşu”ya ne oldu? Nasıl oldu da “Huşu”nun yerini “Keyf” aldı. Nasıl böyle “Keyfi” davranır olduk. Bizim “Hüzn”ümüze ne oldu. Ne kadar “Neşe” dolduk.

Nefsimizi aşağılayacaktık, “kibrimiz”den yanımızdan geçilmez oldu ya hu! “Para” ve “Makam” ne kadar değiştirdi bizi. Elbiselerimiz inceldikçe, ilişkilerimiz kabalaşmaya başladı.

Güzel sesli hafızlarımız, iftar öncesi “kulaklarımızın pası”nı siliyor! Peki okunan ayetler, kulaktan öteye yol alıyor mu? Manasını anlıyor muyuz, işlerimiz o manaya uygun mu? Yoksa “kulak pası”nın silinmesi ile mi kalıyor. Yani okunan Kur’an-ı Kerim’in değeri ve hayatımızdaki karşılığı, hafızın sesini güzelliği ile mi sınırlı.

Materyalizmdeki o “meta” ile ilişkimizi bir gözden geçirmemiz gerek. O “meta” ne? “Para ile alınıp satılan, dünyevi anlamda kazanılan, harcanılan ve kaybedilen bütün değerler.” Materyalizm ise bunun peşinden koşmaktır. Biz ruhaniyetimizi kaybettik. Ruhaniyet nedir peki! İşin şekline, kalıbına takılıp kaldık. Mesela zenginlerin duvarında çok güzel hatlar var, ama ne yazdığını ya da manasını bile bilmiyorlar. Ya da hayatlarında karşılığı yok. Mesela düğünlerinde, sünnet düğünlerinde, “görkemli” iftarlarında tanınmış hafızlar “çok güzel” Kur’an-ı Kerim okuyor ama dinleyen, anlayan kim.

Güzel camilerimiz, dinmeyen, gürül gürül, beş vakit okunan güzel sesli müezzinlerin ezan-ı Muhammedisi Müslümanca bir hayat için yeterli mi? Camilerde cemaatin yaş ortalaması ya da sayısı ne. Yıllara göre cemaat sayısı artıyor mu, azalıyor mu?

Bakın alınıp, satılan hiçbir şey, dinin olmazsa olmazı değildir. Hatta bir şey özünü kaybetmişse, onu büyük katılımlarla, törensel olarak kutlamak da bir şey ifade etmez.

Eğer kıldığınız namaz sizi haramdan, zulümden, ifsad’dan, yetime sahip çıkmaktan alıkoymuyorsa “Vay o namaz kılanların haline”. Eğer Safa ile Mervearasında koşarken Hâcer’in ruh halini yaşamıyorsanız, Mekke’de jogging yapıyor olabilirsiniz. Kurban keserken İsmail’iniz yoksa, Kâbe’yi tavaf ederken İbrahimî bir sadakattan uzaksanız, o “ibadet” dediğiniz şey gerçek anlamda bir “ibadet” değildir. Oruç sadece “aç kalmak” demek değildir.

Din, tarih, gelenek, ahlak hepsi bir “değer”miş. “Değerler eğitimi” diye bir şey icad ettiler. Sadece “din” deyince, vahiy, sünnet, müstehab, mübah, öte yandan tarih, gelenek her birinin yeri aynı. Bunları eşitlemek mümkün değil. Ahlak yerine moral, etik diye “sentetik” bir şeyler ikame edecekler zaman içinde. Kavramların içini boşaltıyoruz, sonra yeniden yapılandırıyoruz.

Şeytan, İslam’a karşı vahyin kendisini / lafzını değiştiremeyecek, ama anlamını / yorumunu çarpıtıyor bu defa.

Ne olur, Ramazan’ı kısır siyasi tartışmalarla heba etmeyelim. Vahye şahidliğimizi gözden geçirelim. Risalet’e ve Sünnet’e şahidliğimiz, Tevhid’e sadakatımızı bir gözden geçirelim. İstikamet ve eylemlerimize vahyin ışığında çözüm arayalım.

Aşk ve öfke, ihtirasla istediğimiz her şey aklı zail eder. Aklı zail eden şeylerden uzak duralım. “Öfkeyle kalkan zararla oturur” denmiştir. Allah’a ve resul’üne aşık olunmaz, Allah’a “kul”, resul’üne “ümmet” olunur. Birileri herkese, her şeye “aşık” oluveriyor. Aman ha!

Bir kavme olan düşmanlığınız sizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmesin”.

Aile ve gençliğin hali ortada. Ekonominin hali ortada. “Kem alat ile Kemalat” olmuyor. Haram para ile saadet, hizmet, ibadet olmuyor. Cesed ruhunu bulmayınca “ihya” olmuyor. Bazı şeyler işin “Manevi boyut”unu kaybedince “ikame” edilemiyor!

Bu gidiş nereye!” diye kendi nefsimizi hesaba çekmeden yola devam edemeyiz. Büyük bir savruluş yaşıyoruz. Para, kadın ve makam hırsı bizi perişan etti. Müslümanların siyasetle imtihanı zor bir imtihan. Bu sadece Türkiye’de değil, her yerde böyle oldu. Ders almıyoruz. Bu geçmişte de böyle idi, bugün de böyle, yarın da böyle olacak.

Sakın ola dininizi, para, makam ve ihtiraslarınız uğruna basamak yapmayın! Yapanlara meyletmeyin, sonra ateş size de dokunur.

Dünyadaki, bölgemizdeki gelişmelere bakıyorum da, birileri giderken, yerine gelmeye hazırlananlar da ders alacak gibi gözükmüyor.

Kendi dışımızdakilerle, ötekilerle o kadar çok meşgul oluyoruz ki, kendi nefsimizle uğraşacak vaktimiz kalmıyor. Düşmanı bahane edip, kendi günahlarımızı perdelemeye çalışıyoruz. Sonuçta “kol kırılıyor, yen içinde kalıyor.” Onun için kollarımız ya çolak, ya da kangren olmuş. Çünkü tedavi etmiyoruz. Bir türlü “küçük cihad”dan “büyük cihad”a geçemiyoruz. “Şeytan taşlamaktan salavat getirmeye vakit bulamıyoruz”!? Bu yol yol değil. “Durun kalabalıklar, bu sokak çıkmaz sokak” diye, şairin dediği gibi, insanın kollarını makas gibi açarak bağırası geliyor..

Bakın Allah’ın yardımı bize ulaşmadan bu bela ile baş edemeyiz. Kimsenin elinde göklerin ordusuna hükmetme ya da göklerin hazinesinin anahtarını elinde tutma kabiliyeti yok. Allah’ın yardımının bize ulaşmasını engelleyen söz ve işlerden uzaklaşmadan Allah’ın yardımı bize ulaşmaz. Allah cahil ve zalim bir topluluğa yardım etmez.

Unutmayalım ki, Allah’ın kolaylaştırdığından daha kolay, zorlaştırdığından daha zor bir iş yoktur.

Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zamandır.

Bizi gören, duyan, bilen, hüküm sahibi, kadiri mutlak bir Allah var. Ne gam! Ve bil gaderi hayrihi ve şerrihi minellahi teala. Elhamdülillahi rabbil alemiyn! 

Selâm ve dua ile.

Bu yazı toplam 673 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar