Selâhaddin Çakırgil
'Alevî ve Sunnî' kelimelerinin mânâsı düşünüldüğünde..
(Gerçi, son yazıda Mısır'daki gelişmelere değinildikten sonra, 'Suriye konusuna bir sonraki yazıda değinelim, inşaallah..' denilmişti.. Yolculuk sırasında da bazı dostlarla Suriye Buhranı üzerine uzun sohbetler oldu.. Bu sohbetler sırasında, T.C. rejimi son 100 yıllık tarihinin Batı çekim alanı içindeki durumu yeni keşfediliyormuş gibi, bilinen kalıplarla suçlanıyor ve bu yapılırken, Suriye'deki yarım asırlık Baas diktatörlüğü ve 42 yıllık (baba) Hâfız ve (oğul) Beşşar Esed liderliğindeki kanlı tahakkümünün yanında yer alınması dolaylı olarak veya açıkça mazûr görülmeye çalışılıyordu..
Suriye'deki rejim muhalifi odakların Türkiye'de eğitildiğine dair, resmen Suriye makamlarınca bile açık bir iddiada bulunulamazken, bazı dostların T.C. rejimini, sırf bazı internet sitelerindeki iddialara dayanarak, terörist bir devlet olarak niteleyip, Suriye'deki 50 yıla yaklaşan bir diktatörlüğü mâzur göstermeye çalışmaları ve 'Esed rejimi, reform yapacaktı ama, fırsat verilmedi..' vs. gibi bilinen komik iddialara dayanmaları ve diktatörlüklere karşı çıkanların yöntemlerinin haklı olup olmadığından önce, diktatörlüğün yönetim hakkının asla bulunmadığını düşünmeyişleri de bir ayrı konu.. Bu arkadaşların, Suriye'den gelen ve hemen bütün şehirlerin harabeye döndüğünü gösteren görüntülere ve 1,5 sene içinde 15 binden fazla insanın katledildiği haberlerine uydurma ve abartama diye yaklaşmaları da bir ayrı facia.. Diktatörlüğünü sürdürmek için her cinayeti işleyen yarım asırlık bir zulüm ve cinayet mekanizmasına karşı kendilerini korumaya çalışan kitlelerin mücadelesini terör olarak görmek de facianın bir diğer yüzü idi..
Daha da acı olan şu ki, bütün bunlar inqılabçı İslam anlayışı adına sergileniyordu.. Çünkü, İran'ın Suriye Buhranı konusundaki siyaseti tartışmasız doğru kabul olunuyordu.. 75 milyonluk o ülkede, Suriye Buhranı üzerine, takib olunan resmî siyasete karşı hemen hiçbir aykırı ses yükseltilemezken, bazı arkadaşlarımızın devamlı, 'Bahreyn'e niçin sahib çıkılmadı, Suûdî rejimi sanki Suriye rejiminden daha mı iyi ki, onlarla dostluk sürüyor?' gibi bahanelere sarılmaları da acı.. Halbuki, Suûd rejiminde de, keşke yerli halk, kendi başındaki o zulüm düzenine karşı, Suriye'deki muhalifler gibi bir direniş başlatabilse.. Keşke, Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Bahreyn'deki gibi bir direniş orada da başlatılabilse.. Ama, içerde bir direniş başlatılmadan, dışardan kim, nasıl bir tavır takınabilirdi; bu düşünülmüyor..
Bu konuya bu kadarca işaret ettikten sonra, son birkaç günlük yolculuk sırasında, kamuoyunda daha bir öncelik kazanan bir konuya öncelik vermek gerekti..)
*
'Ay Ali'dir, gün(eş) Muhammed...'
Önce kendi hayatımdan birkaç sahne yansıtayım..
Çocukluğumdan beri, alevîlerin bizden farklı olduklarını bildiğim halde, onları hep müslüman olarak bildim; ama, benim dahil olduğum taife tarafından suçlanan, dışlanan, aşağılanan ve farklı bir müslüman.. Yakından tanımasak da, çevre illerde alevî yerleşim birimleri olduğunu işitiyorduk.
Ortamekteb sıralarındayken, başkalarının kolayca yapamadığı bir işi yapmak -çelik tel bıçakla çamur kiremit kalıbını traş etmek- üzere, Tokat-Turhal'a getirilirdim, yaz aylarında.. Yöre halkından işçiler en ağır işlerde 375 kuruşa çalıştırılırken, ben 750 kuruşa çalıştırılıyordum..
Çalıştığım fabrikada çevredeki alevî köylerinden gelmiş olan onlarca işçi olurdu.. Alevîlerle ilk yakın temasım bu şekilde başlamıştı.. Birlikte çalışıyor, birlikte yemek yiyor, yemeklerimizi paylaşıyorduk.. Alevîler, 'dede' dedikleri bir zâta ve onun ailesine çok bağlıydılar.. Bu deyimle ve bu tarz bir bağlılık ve saygıyla ilk olarak karşılaşıyordum.. 'Dede'lerin, Hz. Peygamber (S) soyundan geldiklerine ve mutlak saygınlıklarına, tartışılmazlıklarına ve doğuştan farklı ve bazı üstünlük değerleriyle geldiklerine inanılıyordu.. 'Dede' denilen kişiler ve aile efradı genel olarak İstanbul ve emsali büyük şehirlerde otururlar ve senede birkaç kez gelip, bağlılarından alacaklarını alıp giderlerdi.. Peygamber soyu'ndan geldiğine inanılanalara dilenmek yakışıksız ve de yasak olduğundan, 'dede' ve ailesine verilene, 'dede hakkı' denilirdi..
Bunu anlamakta o yaşta bile zorlanan benim gibiler, 'dede' denilenler kişiler hakkında söylenen kutsayıcı sözlere dukak bükerek bakıp eleştirilerini dile getirirken, muhatablarımız, 'dede' ve sülalesi hakkında tek menfi söz söylemezler ve çarpılacaklarını söylerlerdi.. Çocuk mantığımızla, 'Bizi de çarpsınlar haydi.. Niye çarpmıyorlar?' dediğimizde, 'Siz söyleyebilirsiniz, ama, biz söylersek içimizde bir deprem olur.. Siz ise, daha baştan çarpılmışsınız, zâten yıkılmışsınız, yıkılacak bir şeyiniz kalmamış ki..' derler ve biz de güler geçerdik, bu sözlere..
Namazda-niyazda pek görmediğim ve hemen her gece sarhoş olan ve kumar masalarından kalkmayan çok yakın bir büyüğüm ise, beni Turhal hakkında bilgilendirirken, 'Bak şu bakkallardan alışveriş yapma; bunlar alevî..' der ve şaşırtırdı.. Çünkü, kendisinin bir müslümanın yaşayış tarzıyla hemen hiç bir amelî bağlantısı yokken, 'Şu alevî, bu değil..' ve dahası, 'Şu bakkal da alevîdir, ama, o, namazında- niyazındadır, ondan alışveriş yapabilirsin.' derdi.
Muhtemelen, alevî ailelerin büyükleri de çocuklarına benzer telkınlerde bulunuyorlardı..
*
İstanbul- Çapa Tıp Fakültesi'nde çalıştığım sırada bulunduğumuz bölümün müstahdemlerinden birisi vardı ki, diğerlerinden ayrı özelliklere sahib idi..
Çünkü, o, din ve inanç konularında hiç bir şey bilmediğini söyleyecek kadar açık sözlü idi.. Hattâ, boyabdesti hakkında bile hiçbir bilgisi yoktu.. Mesaî saatleri bitince, gece yarılarına kadar vaktini kumarhanelerde geçirdiğini söylerdi.. Bu halinden kendisi de rahatsızdı ki, 'Benim gibiler bu dünyaya hayvan geldi, hayvan gidecek..' derdi.. Onun bu yakınmalarından ve kendisine yönelik eleştirilerinden cesaret alarak bazen sohbet eder, bir müslümanın yapması gereken asgarî amellere dikkat çekmeye ve kendimce ortak noktalarımızı gelişitirmeye ve onun idrakine sunmaya çalışırdım ve o da bu sohbetlerden zevk alırdı..
Birgün, 'Âbi, ben alevîyim, ama, alevîlik nedir, alevî olmayan kimlerdir ve onlardan farkımız nedir, bilmem.. Bu zamana kadar hiç câmie de gitmedim; Ali Efendimiz câmide öldürüldü, diye.. Bana bunları anlatsana..' demişti de, ona, bu konuları bildiğim kadarıyla ve dilimin döndüğünce, -ve de 'sünnî kaynakları'ndan olduğunu belirterek- uzuun uzun, ve hattâ aylarca anlatmıştım.. Kerbelâ Faciası'nı anlatırken ben hüzünlenirdim; o ise, hüngür hüngür ağlardı..
'Niçin ağladığını' sorduğumda, 'Âbi, biz çocukluğumuzdan beri böyle alıştırılmışız.. Bizde Huseyn Efendimizin musibetnâmesi hocalar ve dedeler tarafından okunur veya anlatılırken, biz otomatik olarak hemen ağlamaya başlarız, niye ağladığımızı bile bilmeden.. Hattâ, bize, Huseyn Efendimizin musibeti anlatılınca ağlamayanların haramzâde oldukları bile söylenir. Onun için biz hep ağlarız..' derdi..
Birgün işyerine geldiğimde, onu hüngür hüngür ağlarken buldum..
Sebebini sordum.. 'Yahu âbi, biz bu gibilerden de mi daha aşağılık kimseleriz ki, o bile, bana 'Pis alevî!.' diyerek hakaret etti.. ' dedi. Ona hakaret eden, o hastahanede nasıl birisi olduğu hemen herkesin diline düşmüş, ahlâken çok düşük bir personel idi. Evet, öyle birisi bile, ona, 'Pis alevî!' diye çıkışmıştı.
Bu 'alevî' ise, kendisini onun gibilerle mukayese edilmesine haklı olarak tahammül edemiyordu..
Yüreğim yanmış, onu tesellî etmeşe çalışmıştım..
*
Böylesine farklı dünyalar..
Sırf kendi saltanatlarını tehlikede gördükleri için, Hz. Huseyn ve yârânını topluca katlettiren Benî Umeyye (Emevî) zihniyetinin o meş'um cinayet günü olan 10 Muharrem- Âşûrâ günlerinde, 1300 küsur yıldır tekrarlanan ezâdarî/ ağıt yakma merasimlerini Tehran'da ilk kez gördüğüm zaman şaşırmıştım.. Çünkü, yüzbinler-milyonlar, caddelerde gerçekten de hüngür hüngür ağlıyorlar, 'Yâ Huseyn!..' diye sine döğüyorlardı.. O zaman, yanımdaki arkadaşa, 'Azizim, neredeyse ayrı dinlerden insanlar kadar birbirimizden uzaktayız.. Onları ağlatan, bizi hiç de öylesine etkilemiyor..' kabilinden bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum..
*
Müslüman, güçlü değil, haklı olduğuna inandığı tarafta olmalıdır!
'Sunnî veya alevî ve şiî /şia ne demektir?' denilse, halkımızın büyük bir kısmı, bunların ne mânaya geldiğini bilmez, bilmemektedir..
Sunnî, ıstılah/ terim olarak Kur'an'ın tefsirinde, İslam'ın anlaşılmasında Hz. Peygamber'in sünnetini, İslam'ı öğretirken bu yoldaki söz, davranış ve hareketlerini kendisine düstur edinen müslüman mânâsındadır..
Müslüman olup da, Hz. Peygamber'i kimse reddedemiyeceğine göre, bu mânada, her müslüman sunnîdir, kelime mânâsı itibariyle..
Alevî ise, lafzen, kelime mânâsı itibariyle, Ali'yi seven mânâsındadır..
Ama, bu lafzî yorum, alevî terimini, ıstılahını anlatmaya yetmemektedir..
İslam tarihindeki yeri itibariyle ise, Resul-i Ekrem (S)'den sonra müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilaflarda, Hz. Ali'yi sadece sevmek mânâsında değil, onun tarafında olmak, o sevgi ve bağlılık ididasına uygun olarak, bedel ödemeyi de göze almak mânâsındadır.. Eğer, sadece sözle sevmek sûretiyle alevî olunsaydı, o zaman, her müslüman, alevî sayılmalıdır.. Çünkü, Hz. Ali'yi sevmeyen bir müslüman tasavvur olunamaz..
Şiî /şia kelimesi de çokça kullanılan ve amma, mânâsı tam olarak kavranılmayan bir terim..
Şia, tarafdar demektir..
Şiî de, tarafdar olan kişi demekdir..
Bu açıdan bakıldığında, Ali Şiası demek de, Ali tarafdarı demektir..
Açıktır ki, Resul-i Ekrem (S)'in rıhletinden, dünyadan hayatına vedâ etmesinden sonra, onun ashabı arasında da, irili-ufaklı bir takım kırgınlıklar meydana geldi, ümmete kimin riyaset edeceği konusunda.. Ki, bunların başında, Benî Saide Sakifesi'nde, Ensâr (Medineli ilk müslümanlar) ile Muhacirler (Mekke'den Medine'ye hicret etmek zorunda kalmış olan ilk müslümanlar) arasında kılıçların çekilmesine neredeyse ramak kalınan şekilde ortaya çıkan derin ihtilaf en başta gelenidir..
Ki, o sırada, Hz. Ali ve bir avuç dostu, Resul-i Ekrem (S)'in defniyle meşguldürler ve onların rey ve bilgisine başvurulmadan bir belirleme yapılmıştır.. (Ki, şiî müslümanlar, Maide Sûresi'nin 67. âyetinin Hz. Peygamber'e, 'kendisinden sonra ümmetin başına Hz. Ali'yi getirmesi için yapılan bir dolaylı ihtar olduğunu'; bunun üzerine, Hz. Resul'ün, Vedâ Haccı'ndan dönüş sırasında, hacca gelenleri Ğadir-i Khum denilen bir mekanda,toparlayıp, 'Ben kimin mevlâsı/ kimin üzerinde velayet sahibi isem, Ali de onların mevlâsıdır, onlar üzerinde velayet hakkını haizdir, ve her kim Ali'ye düşman olursa, bana düşman olur..' mealindeki sözü söylediği ve ondan sonra, Mâide Sûresi'nin 3. âyetinin nâzil olduğunu ısrarla belirtirler.. Diğer müslümanlar ise, özellikle Mâide Sûresi'nin 67. âyeti konusunda böyle bir bağlantıyı hemen hemen hiç sözkonusu etmezler.)
*
Ama, Hz. Ali, hem Hz. Ebu Bekr, hem de Hz. Ömer zamanında 12 yıl boyunca, onların daima en yakınında, onların devamlı danıştığı bir bilge durumundadır.. Hz. Ömer'in öldürülmesinden sonra, riyasete Hz. Osman'ın getirilmesindeki yöntemde bazı kırgınlıklar yaşanmış olsa bile, onun 12 yıllık riyasetinin ilk 5 yılında da Hz. Ali, yine aynı durumda, Hz. Osman'ın da yanındaydı.. Ama, artık, yanlış giden işler konusunda yapılan hatırlatmalar üzerine, o yanlışların giderileceğine dair verilen sözlere rağmen, o sözler yerine getirilemeyince, Hz. Ali, kenara çekildiğini açıkça belirtmişti. (Ki, o sözlerin yerine getirilemeyişleri, bir nev'i, Khılafet Başmusteşarı konumunda olan Mervan bin Hakem'in üzerine yıkılır, onu oraya hangi iradenin getirdiği gözönüne getirilmeksizin..)
Yönetim bozukluğunun ve aile bağlarına dayalı himayelerin korkunç yolsuzluklara dönüştüğü iddiasıyla, Hz. Osman'a karşı başlayan isyan sonunda 3. Halife'nin öldürülmesini takib eden büyük karışıklık ise, daha bir tasavvur edilemez derecedeydi.. Çünkü, ortalıkta artık 'Halife öldürme'nin bir geleneğe dönüşmesi korkusu hemen herkesi sarıp, kimsenin bu işi kabullenmeye yaklaşmadığı bir sırada, halkın yalvarmaları sonunda, Hz. Ali, ümmetin riyasetini yüklenmeyi kabullenmişti.. Ki, O'nun kendisine Halife değil, (müminlerin işlerini gören mânâsında) Emîr-el'Mu'minîyn dedirtmesi ilginçtir..
Ama, bu 4,5 yıl süren bu dönemde, Hz. Aişe liderliğindeki bir muhalif gücün meşrû' hükûmetin başkanı olan Hz. Ali'ye karşı çıkmasıyla meydana gelen ve 10 binden fazla müslümanın öldüğü Cemel Vak'ası, ve onun hemen arkasından Şam Valisi Muaviye bin Ebû Sufyan komutasındaki isyancı güçlerin Hz. Ali'ye karşı verdiği Sıffîyn Savaşı, ve daha sonra da, o korkunç boğuşma sırasında mantıkî muhakeme güçlerini yitirdikleri düşünülebilecek bir güruhun, Hz. Ali ordusundan ayrılması ve onun otoritesi dışına çıkması ile, bunun için 'khevaric' (Haricîler) denilen ve, 'Müslümanların başında bir reise, başkana ihtiyacı yoktur.. Kur'an'ı okur, kendi görüşümüze göre amel ederiz..' diyen ve nihilist/ anarşist denilebilecek bir cereyana kapılan bu güçler ile, Hz. Ali güçleri arasında meydana gelen Nehrevan Cengi gibi, müslümanlararası savaşlar en büyük duygu kırılmasını yaşatmıştır müslümanlara.. Ki, bu üç savaşta, ilk müslümanların çok seçkin isimlerinin şu veya bu tarafta yer aldığı en az 100 bin insan can vermiştir..
Hicret-i Nebevî'nin 61'nci yılında, yani, Resul-i Ekrem (S)'in rıhleti üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken meydana gelen Kerbelâ Faciası ise, bütün bu kırgınlıkların üzerine daha bir onulmaz yaralar açmıştır. Ve o hançer, müslümanların kalbinde hâlâ saplıdır..
*
O zaman dilimindeki o büyük kopuş, asırlardır da devam etmektedir..
Şimdi, bu ayrılığı, bu kopmayı bir taraf önemsemezken; diğer taraf, hemen bütün sosyal, siyasî ve hattâ itiqadî yönelişlerde bu kopmayı esas almıştır.. Hattâ, her iki tarafda da, menfaat, maslahat ve iktidar kümelenmelerinde bile, bu kopmaya göre şekillenmeler sürmüştür, asırlardır..
Ama, en acı olanı, nicelerimizin Hz. Huseyn'in yanında olduğunu söylediği halde, Yezid'in yöntemlerini takib edişidir, zamâne Yezid'lerine destek verişidir..
Ünlü şair Ferezdaq'ın, Kûfe'den Şam'a doğru giderken, Kerbelâ yakınlarında rastladığı bir kervanın Hz. Huseyn'in kervanı olduğunu hissedip, O'nunla görüşmesi meşhurdur.. Hz. Huseyn, ondan Kûfe hakkında bilgi isteyince, Ferezdaq'ın, 'qulûbihim ma'ek, suyûfihim aleyk..' (onların kalbleri seninle, kılıçları sana karşı..) şeklindeki müthiş ifadesi, asırlardan beri bir kısım müslümanların tutumunu özetliyor hâlâ da..
*
Bu acı konuya niçin tekrar değinildiği tahmin olunabilir.,.
CHP listesinden Dersim (Tunceli) m.vekili olan Huseyin Aygün, 12 Temmuz günü yaptığı açıklamada, alevîliğin ayrı bir din olduğunu ve Meclis'e bir cemevi açılmasını isteyince..
Yıllarca, içinde, 'Ay Ali'dir, gün Muhammed..' sözlerinin geçtiği nefesleri dile getiren ve şimdi aynı partiden m.vekili olan Sabahat Akkiraz oldukça sert bir itiraz dile getirmiş..
Hz. Ali'yi ancak, ışığını Hz.Muhammed güneşinden gelen Ay'a benzeten o nefis nefes'in yıllarca okuyan Akkiraz, demek ki, o mânâyı da derinlemesine de özümsemiş.. Akkiraz, yaptığı açıklamada Aygün'ü provokasyon yapmakla suçlayıp, "Aleviliğe din demek, büyük bir yanlış ve provokasyondur ki; dün Alevilere kafir diyenler ile hiçbir farkınız kalmadı." demiş..
Akkiraz'ı bu hassasiyetinden dolayı tebrik etmek gerek..
Medyada yığınla tartışmalar var bu konuda..
Elbette ki, laik rejim, kimsenin diniyle ilgilenmemek ve aralarında bir taraf tutmamak zorundadır..
Ama, T.C. sisteminde ise, kemalist-laik rejimin istediği şekilde bir din anlayışı, bir devlet dini geliştirilmek istenmiştir.. Çünkü, zamâne Yezid'leri, kemalistler, dindar bir müslüman halkın kendilerine itaat etmesi ve iktidarlarını tehlike teşkil edecek bir güç odağı oluşturmaması için, tuhaf ve dünyada emsaline çok az rastlanan bir kutsal laiklik anlayışı geliştirmiştir..
Bugünkü alevî-sunnî tartışmalarını, laik rejimin tasallut ve yönlendirmesinden çıkartamadıkça, sağlıklı bir yere varamaz, müslümanlar..
'Alevîler gerçek mânâda ne kadar alevîdirler?' diye tartışmalara katılanlar, sunnî diye nitelenenlerin ne kadar gerçek mânâda ne kadar sunnî olduklarını da sorgulayabilmelidir; karşılıklı suçlamalar yerine. Herkes önce aynaya bakmalıdır.. Alevîlik adına en ateist görüşleri bile getirenler var da, sunnî aile çevresinden gelip de en ateist yorumları dile getirenler yok mu?
Bu sorgulama yapılmadan, bu mes'eleleri sağlıklı bir noktaya kavuşturmak neredeyse imkansızdır..
Asırlarca süren yanlış uygulamaların sürüklemesiyle alevî veya sûnnî olarak nitelenen insanların birbirlerine ayrı dinlerde insanlar gibi bakmalarının mânâsızlığı ortada olduğu gibi, onları öyle göstermek isteyenlerin çabalarının mânâsı da anlaşılmalıdır..
'Ben müslüman değilim..' diyene, illâ da 'Hayır, sen müslümansın..' demeye hakk ve yetkimiz de yoktur.. Ama, aynı şekilde, kendisini müslüman olarak niteleyenlerin, bazı grup ve taifelerce ortaya konulan farklı yorumlarına göre yanlış bulunmasıyla, müslüman sayılmamaları hak ve yetkisi de kimsenin elinde değildir.. Bu gibi dışlayıcı, aşağılayıcı, tekfirci anlayışlar, hiç bir müslüman taifeye asırlarca bir fayda sağlamadı, bundan sonra da sağlamıyacak..
İslam'ın, 'bütün müminler ancak kardeştir..' prensibi gereğince, 'ben müslümanım.' diyen herkesi, -hatalarını benimsemeksizin- kardeş bilip; 'ben müslümanz değilim' diyeni de, her ne olurlarsa olsunlar, kardeş bilmemek, ölçümüz olmalıdır..
haksöz