Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Asıl Savaş Propaganda Alanında Sürerken; Mazlumların Ahı..

Önce bir acı hatırlayış:

22 Eylûl tarihi, 1980 tarihinde Saddam Irakı’nın, Baaş rejimi güçlerinin gün ortasında, bir anda, İran üzerine saldırdığı ve başta Abadan’daki dev petrol  rafinerisi, ırak sınırındaki şirin bir şehir olan Hurremşehr’in yerle edilmesi ve başkent Tahran’ın havaalanı Mehrabad’ın yakılıp yıkılması olmak üzere, her tarafın korkunç şekilde bombardıman edilmesiyle başlayıp, 8 yıl süren ve iki taraftaki müslüman halktan sivil - asker, 1 milyonu bulan insanların hayatına ve korkunç maddî kayıplara yol açan savaşın 34. yıldönümü..

O savaşın 40 gün kadar sonrasında, nice kimselerin İran’dan Türkiye’ye kaçmaya çalıştığı o günlerde, bir müslüman da, o savaşın başlamasından 10 gün önce 12 Eylûl günü Türkiye’de meydana gelen askerî darbenin pençesine düşmemek ve başını diktatörlerin, zâlim darbecilerin eline kendiliğinden uzatmamak ve Allah’ın yeryüzünde, daha hür nefes alabileceği bir yer bulmak ümidiyle  Yüksekova- Esendere üzerinden, 29 Ekim gecesinin karanlığında ve ilaç kaçakçılığı yapan birisi görünümünde İran’a geçiyor ve o kan ve ateş içinde geçen savaşın cebhe gerisinde üzerine düşen rolleri üstlenmeye çalışıyordu, karınca kararınca..

Saddam’ın ve arkasındaki bütün demokrat ve emperyalist güçlerin hesabı, dağılmış bir Şah ordusunun ardından savaşma gücü kalmadığı umulan bir İran’da, yeni yeni gelişmekte olan İslam İnkılabı Hareketi’nin uyanış dalgalarının diğer müslüman toplumlara ulaşmasını engellemek için, ruşeym- cenin halindeyken boğmaya çalışmak ve bu hareketi ya mezhebçi veya İran coğrafyasına mahsus jeo-politik İranî bir hareket halinde olarak kalmasını sağlıyacak bir şekilde ezmek ve diğer inkılabçı müslümanlara gözdağı vermek, müslüman toplumları korkutmaktı.

O hedeflerde kim hangi noktalarda mesafe aldı, nerelere varıldı, o ayrı.. 25-26 sene öncelere kadar korkunç şekilde boğuş(turul)an iki ülkenin münasebetlerinin bugün hangi zeminde oturduğunu hatırlamak ve acı acı tebessüm etmek de gerekebilir.

Ama, herşeyden önce.. O korkunç savaş, tek başına üzerinde müslümanların derinlemesine durması gereken bir büyük faciaydı..

*

Bu vesileyle, Ürdün-Amman’daki bir dost geçtiğimiz günlerde gönderdiği‚ bir ’e-mail’ notunda şöyle diyordu: 'Selamunaleykum, Abi;  inşallah iyisinizdir. Burada (Ürdün) 2. doktorasını yapan Iraklı bir kardeşimiz var. Savaşı başlatan, İran idi, ’hem de sivilleri öldürdüler, üniversiteleri bombaladılar’ dedi.

"Ajanlar olmasın, ben Saddam saldırdı diye biliyordum." dedim. Humeyni saldırıları yalanlamadı dedi. Saddam'dan da -baskılar hariç- iyi söz ediyor.

Ne dersiniz?’

Cevaben hemen yazılanları da buraya aktarmalıyım:

’Selamunaleykum ... kardeşim..

22 Eylûl 1980 günü, gün ortasında savaşı başlatan, Saddam'dı.

O arkadaş, sınırlardaki ufak- tefek çatışmalardan söz ediyorsa,  o gibi sürtüşmeler, her ülke sınırında ve  zaman zaman olabilir.

Ama, Saddam, açıkça, taa Tahran - Mehrabad havalanının bombalanmasına varıncaya kadar alenen başlattığı savaşın hemen öncesinde, yaptığı basın toplantısında, Şah'la 1975 yılında Cezayir'de, iki ülke arasındaki ihtilafların sona erdirilmesine dair 1975-Cezayir Andlaşması'nı, o günkü zor şartlarda mecburiyetten dolayı imzaladığını söyleyip geçersiz saymış ve o metni tv. kameraları önünde yırtmıştı. O kişi, bunları ya bilmiyor, ya bilmezlikten geliyor..

Kaldı ki, o zaman, Fransa Başbakanı, sonra Fransa devlet başkanı olan Jacques Chirac, savaşın 7. yılında yaptığı açıklamada, '1980 Eylûlü'nde, Bağdad'a başbakan olarak gittiğinde, Saddam'ın kendisine, 'İran'a saldıracağını ve yıldırım savaşı yapacağını ve İran’ın işini 7 günde biteceğini' söylediğini belirtmiş ve '7 günlük savaş 7 yılda bile bitmedi' demişti.. Chirac'dan önce Fr. Başkanı F. Mitterand ise, 'Irak'ın zaferi, demokrasi dünyasının zaferi olacaktır..' diye açık desteğini belirtmişti.. 

Ayrıca, savaş başlamadan iki hafta kadar önce de, 05 Eylûl 1980 günü, İngiltere,  Tahran'daki sefaretini hiç bir gerekçe göstermeden kapatıvermiş ve personelini geri çekmişti. Çünkü, savaşın başlatılacağını elbette biliyordu..

Ve 12 Eylûl günü de, Türkiye'de ihtilal yapılmıştı. O zaman, Kerkük'deki 17 türkmen liderini idam ettirdiği için Saddam'a kızgın olan Demirel Hükümeti devrilmişti. Çünkü, o hükûmete ortak olan Türkeş de Saddam'a çok kızgındı. öyle bir durum da, uluslararası oyunu olumsuz etkileyebilirdi.  (Gerçi, o sırada Demirel Hükumeti’nin dışardan destekçisi olan Erbakan, 'Kerkük'de idam edilenlerin türkmen liderleri değil, eşqıya ve katiller olduğunu' söylemişti, ama, Türkiye kamuoyu Saddam'a kızgındı.. Zaten, huzursuzluğun, anarşi ve terör sarmalının had safhada olduğu Türkiye'de o darbenin bu savaş için daha bir öne alındığı da düşünülebilir.)

Savaşı İran başlatsaydı, o kadar hazırlıksız yakalanır mıydı?

Ve bütün Batı dünyası da, Sovyet Rusya da Saddam'ın yanındaydılar, Suriye dışındaki  bütün arab rejimleri de;  vargüçleriyle 100 milyarlarca dolarlık para ve silah yardımıyla.. 

(Suriye lideri Hafız Esed ise, Baas ideolojisinin ve partilerinin arab dünyasındaki liderliği konusundan dolayı Saddam'la zıd düşüp düşman olduğundan, İran'a destek veriyordu..)

Kısa zamanda Hurremşehir gitti, Abadan'ın dünyaca meşhur dev rafinerileri ateşe verildi, şehir kuşatmaya alındı;, Qasr-ı Şirin işgale uğradı, Huveyze, Bustan, Dezful, Susengerd şehirleri yerle bir oldu.. Ama sonra, İran kendisini toparlayabildi ve ’yıldırım savaşı’nı 'yıpratma savaşı'na dönüştürmeyi başardı,   Saddam'ın nefesi kesildi, rüyası gerçekleşmedi..

Kaldı ki, daha sonra, ( o dönemin) BM. Gen. Sekreteri Perez de Cuellar başkanlığında oluşturulan bir BM heyeti bile, savaşı başlatanın Saddam olduğunu ilan etmek zorunda kalmıştı, 1990'larda, yani savaş bittikten 2, başlayışından 10 sene sonra..

Bu konuda o kişi, tarihi ters yüz ediyor.

Ama, arab dünyasındaki İran düşmanlığı çok farklı temellere de dayandığından, o gibi kimselerin böyle gerekçeleri ve delilleri kabul etmeleri pek mümkün değildir.
Selamlarımla..’

*

Bu hatırlayışlardan sonra..

Gelelim diğer konulara..

*

(Açılımı hem gerçeği yansıtmayan, hem de çok iddialı olan) IŞİD denilen örgütün 10 Haziran’da, güneybatı Irak üzerinden 1,5-2 milyonluk Musul şehrine doğru beklenmiyen bir sür’atle ilerleyip, bu şehir halkının genelinin mezhebinden olmayan asker ve polislerinden oluşan Mâlikî Hükûmeti silahlı güçlerinin, üniformalarını bile çıkarıp, halkın arasına karışarak kaçması ve bütün silahların ve Musul şehrinin bir kaç saat içinde IŞİD örgütünün eline geçmesi sırasında, Musul’daki tek diplomatik merkez olan Türkiye’nin Musul Konsolosluğu da işgal edilip, 49 personel  rehine alınmıştı.

Türkiye’nin diplomatik personeli ve aile efradından oluşan 49 kişilik rehine grubunun 20 Eylûl sabahı kurtarılıp, kimsenin burnu bile kanamadan ülkeye getirilmeleri ve bunun, öylesine karışık bir coğrafyada, başka ülkelerin istihbarat birimlerinden yardım alınmaksızın MİT planlamasıyla yapılmış olması, gerçekten de alkışlanacak bir durum..

Bazıları, her şeyin ancak başkalarının yardımıyla yapılabileceğine o kadar şartlandırmış ki kendisini, illâ da yabancıların yardımının olabileceği bu ihtimalini ön plana çıkarmaktan kendilerini bir türlü kurtaramıyorlar. Ya da bir takım maddî bedellerin ödendiği ve bir takım takasların yapılmış olabileceğini ileri sürüyorlar; öküz altında buzağı ararcasına.. Halbuki, o çevreler, başka kurtarma operasyonlarında, özellikle sionist İsrail rejiminin kurtarma eylemlerine günlerce, haftalarca nasıl da övgü düzmüşlerdir, geçmişte.. Hatırlayalım ki, 1976-77’lerde, Filistinli eylemcilerce kaçırılan uçaklardaki yolcuların kurtarılması için, Uganda’nın Entebbe ve Somali’nin Mogadişu havaalanlarında sionist İsrail rejimin gizli servislerince yapılan baskınlar ve gerçekleştirilen rehine kurtarması eylemleri, öylesine abartılı bir propagandaya dönüştürülmüştü ki, hattâ bu konuda dünya çapında filmler bile çekilmişti.

Bu konuda Türkiye medyası da o konuları haftalarca gündemde tutmuştu.. Şimdi ise, aynı medya, Musul’daki kurtarmayı küçültmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor; ’acaba birileri mi yardım etti, haraç mı ödendi..’ gibi.. Hele IŞİD’le danışıklı döğüş yapıldığı gibi tahminler..

Kaldı ki, -bazı kapalı konular gündeme geldiğinde, aleyhine bile olacak olsa, doğru bilgiyi açıklamaktan çekinmemesiyle bilinen-  Tayyîb Erdoğan, bu gibi maddî bedel ödenmesi ihtimallerini kesinlikle reddediyor ve siyasî- diplomatik bir takım görüşmelere yapıldığını ise gaayet net olarak söylüyor.

*

Bu gibi kurtarma eylemlerinin ne kadar tehlikeli olduğunun hatırlanmasında fayda olsa gerek..

1972- Munih Olimpiyadlarında var.. Sionist İsrail rejiminin oyuncuları Filistinli eylemciler tarafından kaçırılmış ve rehine alınmıştı.. Dünya günlerce diken üstündeydi..

Sonunda, İsrail rejimi komandoları, Alman ve Amerikan güvenlik birimleri ortaklaşa bir hassas plan uygulamışlardı.

Dönemin İsrail rejimi başbakanı Golda Meir, akşam saat 09.00 civarında tv.’den yaptığı açıklamada bütün sporcuların kurtarıldığını ilan ettiğinde, halkı, sokaklara dökülmüş, sevinç gösterileri yapmaktaydı.. Ama, aradan 5 saat kadar geçince, anlaşıldı ki, bütün sporcular kurtarma operasyonu sırasında hayatlarını kaybetmiş ve böylece büyük bir sosyal travma yaşanmıştı..*

Aynı şekilde..

İran’da İslam İnkılabı Hareketi, 1979 Şubatı’nda Şah düzenini al-aşağı ettikten 9 ay sonra, müslüman üni. öğrencileri, Tahran’daki Amerikan B. Elçiliği’ni 3 Kasım 1979 günü âni bir baskınla ele geçirmiş, işgal etmiş ve Amerika’lı 52 diplomatı rehine alarak, ülkenin muhtelif kesimlerinde gizlemişlerdi. Öğrenciler o mekanın bir casusluk yuvası olduğunu belirtiyorlardı. Nitekim, o işgal sırasında, her bölümdeki doğrama makineleri belgeleri doğradıysa da, o parçalar yapıştırılarak bütünlüğü sağlanan belgelerle bir çok amerikan ehtrikaları su yüzüne çıkarılmış ve o belgelerden 250’den fazla kitab oluşturulmuştu. 

Ve Amerikan emperyalizmi, birkaç kurtarma teşebbüsüne girişmişse de netice elde edememiş ve nihayet, 24 Nisan 1980 tarihinde bir büyük kurtarma operasyonu düzenlemiş ve Hind Okyanusu’ndaki  Diego Garcia Üssü’nden geceleyin kalkan uçaklar Doğu İran’da, Tabes Çölü’ne doğru yola çıkmışlardı. Hedef, buraya indirilen komandalor ve casuslar eliyle, başta İmam Rûhullah Khomeynî ve diğer üst derece mes’ullerin kaçırılıp, böylece rehinelerin  kurtarılmasıydı.

Ama,savaş uçakları Tabes Çölü’ne inerken, birbirine çarpmış, pilotlar ve bütün içindekiler ölmüş ve tam bir fiyasko yaşanmıştı. Dönemin Amerikan Başkanı Jimmy Carter, fiyaskoyu tv. ekranlarından ağlayarak açıklayıp sorumluluğu üstlenmiş ve dünya kamuoyu da âdeta şoke olmuştu. İmam Khomeynî ise, ’Biz o hadiseyi Carter’ın gözyaşlarından öğrendik; uykudaydık, ama, uyumayan biri vardı..’ diye izah ediyordu, Fîl Sûresi’ni okuyarak..

*

10 Yıl önce de, Rusya’da, Kafkaslardaki Osetya federe cumhuriyetinin başkenti Beslan’da, bir okulda yüzlerce öğrenciyi rehine alan Çeçen eylemcileri, Rusya lideri Putin’e şartlarını belirtiyorlar ve rehineleri kurtarmaya kalkışmamalarını, her tarafa patlayıcıların yerleştirildiğini açıklıyorlardı.

Ancak, Putin,  eylemcilere başeğmemek ve onlarla müzakere masasına oturmamak kararlılığı adına güvenlik güçlerini harekete geçirince, 400’den fazla çocuk hayatlarını kaybetmiş ve dünya bir büyük şok daha yaşamıştı.

Rehine kurtarma eylemlerinin böyle bir riski daima vardır.

Son Musul Rehineleri konusu da böyle bir fiyaskoyla neticelenebilirdi.

Kaldı ki, IŞİD örgütünün nasıl gözükara eylemlere imza attığı ortada.. Türkiye’yi dize getirmek için, birkaç gün arayla, iki-üç çocuğu veya diplomatı kesselerdi, Türkiye’nin Musul’a saldırmaktan başka çaresi kalmayabilir, ya da, aksi halde Hükûmet’in düşmesi gibi bir durum ortaya çıkabilirdi.

’Bir şey olmazdı..’ deme kolaydır, ama, bunlar denemeye gelmez.. Bir yere bomba konulduğu bildirildiğinde, bomba patlamazsa, hadise üzerinde çok rahat konuşulabilir, ama, bombanın patlamasından sonra konuşulacak bir şey kalmaz.

Bu bakımdan, Türkiye bir karanlık ve mechul geleceğe sürüklenmekten kurtulmuştur.

*

Ama, şimdi, o âna kadar, IŞİD ve Irak konusunda sessiz kalan Türkiye şimdi, B.Amerika tarafından, ’Artık bahanen kalmadı, IŞİD’e karşı oluşturulmakta olan uluslararası koalisyon içinde etkili şekilde yerini al..’ demeye başlamıştır, USA Dışbakanı J. Kerry’nin ağzından, açıkça..  (Kerry, ingilizcede bir özel mânâya geliyor mu bilmiyorum ama; kürdcede ker, eşek mânâsına geldiğinden, kerri de eşekçi mânâsına geliyor.. Bu açıdan, Kerry’nin bu laflarını da, ’Kerri dediysek de ker değil..’ diye nükte konusu yapanlar haksız sayılmazlar.)   

*

’Ankara ortak olmak zorunda..’ dayatmasına teslim olunacak mı?

Musul’daki ’rehine krizi’nin çözülmesinin ardından, IŞİD aleyhinde, Amerika liderliğinde oluşturulmaya çalışılan uluslararası koalisyona Türkiye’nin ne ölçüde katkı sağlayacağı merak edilirken, Pentagon Sözcüsü Tuğamiral Kirby, “Sırf coğrafya nedeniyle bile Türkiye bu çabada bir ortaktır, ortak olacak ve ortak olmak zorundadır. (....) Her gün 1 milyonun üzerinde mülteci ile uğraşıyorlar. Sınırlarında ve Türkiye’nin içinde endişelendikleri yabancı savaşçılar var. Türkiye’den çok şey öğrenebiliriz. Ve Türkiye’nin katkı sağlayacağını kesinlikle bekliyoruz. Öyle ya da böyle..’ diyordu, 21 Eylûl akşamı.. Bilindiği gibi, Barack Obama, ’Amerikan askerini silahlı çatışmalarda kullanmıyacağız, uluslararası güçleri yöneteceğiz..’ diyerek, kendisine fedaî istediklerini net olarak ortaya koymuştu.

Bu sözün söyleniş tarzı, tam da NATO silahını elinde tutan bir emperyalist gücün âmirâne fermanı gibiydi.. Bu Sözcü, IŞİD karşıtı koalisyona yapabileceği katkılar konusunda, Ankara’nın önerilerini ilettiğini de söylüyor ve ama, bunların neler olduğunu açıklamıyor ve  Ankara’nın Suriye’de kurulmasını istediği tampon bölge konusunda de, bir destek açıklamasında bulunmuyordu.

*

Bu arada, emperyalist odakların, IŞİD Krizi dolayısiyle Irak Kürdistanı’ndaki Barzanî Yönetimi’ne de, PKK’ya da, IŞİD’e karşı savaşabilmesi için silah yağdırdığı biliniyor. Ancak, bu silahların, yarınlarda başka taraflara yöneleceği endişesi de tamamen yersiz sayılmamalıdır.

Nitekim, Suriye’nin kuzeyinde Rojava denilen ve sayıları 2 milyonu geçen müslüman kürd halkının yaşadığı ve onyıllar boyunca Suriye rejimi tarafından kendilerine kimlik bile verilmeyen kitle adına o yörede otonom- özerk bir yönetim oluşturduklarını söyleyen ve daha birkaç hafta öncesine kadar Esed rejimiyle işbirliği yapan PYD  ve diğer mahallî güçler, IŞİD savaşçıları karşısında tutunmakta zorlanmaya başlayınca, özellikle Kobani civarındaki kürd halkından büyük kitleler can derdine düşüp, 20 Eylûl’den itibaren 130-140 bin insan, en perişan şartlarda, yalınayak, onbinlerce çocuk, genç ve yaşlı kadın, doğru dürst giyeceklerini bile giyemeden yollara düşmüş ve Türkiye’ye sığınmış bulunuyorlar. Türkiye, bütün onlara sınırlarını açmakla çok insanî bir tavır takınmış oldu.

Başbakan Yard. Nu’man Kurtulmuş’un dediği gibi, nice zengin Avrupa ülkeleri 5 bin kadar bir mülteci karşısında bile feryad ederken, Türkiye’nin iki gün içinde 130 binden fazla insanı  din, dil, ırk, renk, cins vs. gibi herhangi bir ayırım gözetmeden kabul etmesi ve Suriye’den topyekûn 1 milyon 200 binden fazla insanı barındırması çetin bir mes’ele olduğu kadar, bir o kadar da şerefli ve insanca bir tavırdır ve maddî zenginliklerle değil, ancak gönül zenginliğiyle karşılanabilecek bir durumdur.

*

Ahh, bu kahredici mezhebçi mantıktan;kimden gelirse gelsin..

Bu gelişmeler içinde, Kobani’den Türkiyeye sığınanlardan nicelerinin, ’IŞİD’in, İran ve Suriye’nin oluşturduğu kanlı bir örgüt olduğu..’ gibi iddiaların tv. ekranlarından yayınlanmasını anlamak da zor.. Çünkü, bu iddia, IŞİD’ın Türkiye tarafından desteklendiği şeklinde İran medyasında stratejik yorum yapan sitelerde yazılanlar kadar tutarsız bir varsayım  ve sanı olsa gerek.. Ki, (tabnak.ir, 19 Eylûl tarihli ve 435 577 kod sayılı ve ’Türkiye, terörist  IŞİD’i niçin himaye ediyor?’  başlıklı  haber-yorumda ileri sürüldüğü  üzere) Türkiye, IŞİD’i, ’PKK’yı etkisiz hale getirdiği için ve ayrıca, İran- Irak- Suriye ve Lübnan şiîleri arasındaki coğrafî bağı koparmaya yardım edeceği vs. gibi gerekçeler’ sebebiyle destekliyormuş..

Konulara böylesine dar ve mezhebçi anlayışlarla kim bakarsa baksın, kahredici..

Bu vesileyle belirtilmeli ki, yine 21 Eylûl tarihli İran medyasında, Lübnan Hizbullahı’nın  İHA’larının (insansız hava araçlarının) ’en’Nusra Cebhesi’nin mevzilerine saldırdığı ve ’onlardan pek çoğunun’ ya da ’tekfirci’ diye nitelenerek katledilmeleri caiz görülen  IŞİD’çi savaşçılardan yüzlercesinin ’tepelendiği’ne dair haberlerin zevkle duyurulması, silahlı grupların birbirleriyle savaşında, IŞİD savaşçılarına nisbet olunan hunharlıktan geri kalmadıklarını ortaya koyuyor.

Keza, Suriye’deki Esed’in Baascı kanlı diktatörlük rejimine karşı silahlı mücadele verenlerin hepsinin terörist ve tekfirci’ olarak nitelenirken, aynı medyanın yine 21 Eylûl günü, Yemen’de ’şiî oldukları’ özellikle vurgulanan Husî aşiretinin silahlı eylemcilerinin, başkent San’ada, Savunma Bakanlığı ve diğer önemli merkezleri ele geçirdiklerini, büyük bir zafer havası içinde vermesi de, ilginç bir çifte standartlılık tavrıdır.

Bu gibi yaklaşımlarla Müslümanların birliği ideali bir ütopyaya dönüştürülmekten başka bir yere varılamıyacağı açıktır.

haksöz

Bu yazı toplam 1120 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar