Selâhaddin Çakırgil
Bir Dokun, Bin ‘Ahh’ Dinle, ‘Kâse-i Fağfûr’dan..
1- Bu da, bir ırkçılık ve kavmiyetçilik taassubu değil mi?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, T.C. rejiminin en tepe noktasındaki isim olarak ve diğer sorumlular da ondan geri kalmıyacak şekilde, Irak’daki son karışıklıklar üzerine, özellikletürkmenlerin yalnız bırakılmayacaklarına ve onların yardımına koşulacağına dair sözler söylüyorlar.
Kaldı ki, bu sözlerin hele de diplomatik açıdan kolayca yerine getirilemiyeceği anlaşılmalıdır. Osmanlı’nın çöküşünden sonra ingilizlerin ve daha sonra da emperyalist güç odaklarının kuklalarının eline geçen Irak ülkesi, kendi iç siyasetine uygun olmayan her durum karşısında komşularına, ‘İçişlerimize karışma!.’ ikazını yapmaktaydı. Bu durum yine tekrarlanabilir.
Hatırlayalım ki, geçmiş 80 yıl boyunca hatırlanmayan türkmenler, Saddam’ın 35 yıllık Baasçı diktatörlük sisteminin yıkılması, iç düzen ve otoritenin bozulmasından sonra, âdetâ, ‘selden kütük kapmak’ hevesi sergilenircesine, hatırlanmış ve sayıları hattâ 3,5 milyon olarak bile telaffuz edilmeye başlanmıştı, bazı türkçü kişi ve çevrelerce..
Irak türkmenleri ise, ‘Bizi 80 yıl hatırlamamışken, bu aşkınız nereden depreşti böyle?’ diye hayret etmekten kendilerini alamadılar.
Açıktır ki, bu yaklaşım, ‘Bütün müslümanlar kardeştir!’ dedikten sonra, ‘türk / türkmen olanlar daha bir kardeştir..’ mânâsı içermesi açısından, ancak, ‘Başka etnik kökenliler de kendi kavimlerine sahib çıksınlar!’ demek gibi bir kavmiyetçi fitne ateşinin alevlenmesine hizmet eder. Ki, bu fitne ateşi, müslüman toplumların hele son 150 yıldır maruz kaldığı en büyükbulaşıcı hastalık ve başkalarının da arabcılık, kürdçülük, farsçılık vs. yapmasına bir çağrı mahiyetindedir.
Başkalarının yanlış yapması, mukabil yanlışlar yapılmasını gerektirmez ve meşrû’ kılmaz.
İslam’a cihanşumûl bir ideal insaniyet projesi olarak bağlı olanlar, herhangi bir etnik ayırım yapmadan, bütün müslüman ve mustez’afları içine alan bir cihanşumûl insanî- İslamî anlayışın bayrakdarlığını yapmak zorundadır.
Aksi halde, ‘Bu ne perhiz, bu ne turşu..’ dedirttirecek bir duruma düşülür.
Hele de kendi ülkenizde de değişik etnik unsurlardan bir halk yaşıyorsa, siz sadece türkmenler sözkonusu olunca, onlar üzerine daha bir titrerseniz; birileri de sizin iç bünyenizdeki kavmî-etnik farklılıkları kaşımaya-kanatmaya yeniden kalkışmak için eline bir fırsat ve dayanak elde etmiş olur.
Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan’ın, ‘türk, kürd, arab, laz, çerkez, gürcü, boşnak, arnavud, pomak, tatar, roman, abaza vs..’ etnik unsurlardan oluşan bir sosyolojik üniteyi, ‘aynı inanç potasında kaynaşmış tek bir millet..’ olarak anladığını anlatmaya çalışmasına rağmen, bizzat bazı Bakan’ların bile ‘millet’ terimini, etnik mânâda bir sosyolojik kavram olarak anladıklarını gösterecek şekilde, alışkanlıklarını terketmemeleri, hattâ bir takım ‘bakan’ların ve diğer üst kademe devlet ricalinin, ‘millet’ terimini tek bir kavim için ve yüceltici bir vurgulamayla kullanmaları esef edilecek bir durumdur.
*
-18 Haziran günü, TRT Gen. Md. İbrahim Şahin, Belçika’dan Türkiye’ye gelen bir medya grubuna, TRT’nin çalışmaları hakkında bilgi verirken özetle şöyle diyordu: ‘Biz Türkiye’de kürdlere hitabeden bir (TRT-6 /şeş)’i kurduk.
Belçika da türkçe yayın yapan radyo-tv. kanalları oluşturmalıdır..’
Şaşırtıcı bir mukayese idi.
Belçika’da veya diğer ülkelerde daha çok da göçmen işçi statüsünde yaşayan Türkiye kökenli insanlar ile, Anadolu’nun en yerli insanlarının kavmi olan ve müslüman halklarının en başında gelen kürdler arasında bir kıyaslama ve benzerlik kurulması ne kadar mantıklıdır, Allah aşkına?
Belçika’daki Anadolu kökenlilerle, Türkiye’deki kürdleri ve asırlardır iç içe birlikte ve sulh içinde yaşayan etnik kökenleri farklı diğer müslümanları, Belçika’daki Anadolu kökenli ve azlık göçmen unsurlarla kıyaslamak, evet, ne kadar sağlıklıdır?
Bu gibi yaklaşımlar ilk planda, ‘maksadı ve mânâsı açıktır, önemli üzerinde durulmamalı..’diye geçiştirilebilir, ama, hele de genç nesillerin duygu ve düşüncelerinde, ‘dışlandıkları, aşağılandıkları ve ikinci sınıf vatandaş gibi telakki edildikleri, kendilerine haklarının verilmesi yerine lûtfedildiği şeklinde yaklaşıldığı’ gibi olumsuz ve zehirli etkileri olan yıpratıcı izler bırakacağı unutulmamalıdır.
Birilerinden evlerinin önünü süpürmelerini istememiz için, önce kendi evimizin önünü süpürmemiz gerekir.
*
2- Yüksek etki meydana getirmek için, büyük laflar mı etmeli?
Kadîm dostumuz Ali Bulaç, 19 Haziran tarihli yazısında, 'Eskiden değer verdiğim insanlar vardı, bakıyorum iktidar sarhoşluğu vicdanlarını karartmış, her fırsatta beni dillerine doluyorlar. Onlarla kaybedecek vaktim yok. Sadece Allah onları ıslah etsin, diyorum.’ diyordu. Bulaç’ın dediğine göre, ’İktidara toz kondurmayanlar her eleştiriyi yıkıcı saldırı kabul ediyorlar’ ve kendisinin ele aldığı ’Konunun özüne değinmeden a) Sen zaten şöyle böyle adamsın, b) Bizi kıskanıyorsun, c) Filan taraftasın, d) İyi niyetli değilsin, kast-ı mahsusan var, e) Geçmişte ne yaptığını biliyoruz, önce oradan haber ver, f) Sen şu grupta yazıyorsun, g) Bundan kaç sene önce neler neler yazmıştın vs. diye konuyla ilgisi olmayan bir dizi gerekçe’ üretiyorlar, eleştiriye somut cevap vermeyip, tartışmaya, analiz etmeye yanaşmıyorlarmış..
Bulaç’a göre, kendisinin yaptığı eleştirilere bu gibi konu dışı saldırılarla karşılık veren ’tempocu yazarlar’, gerçekte,’AK Parti iktidarına, bu partinin hakikaten her biri değerli siyasetçilerineen büyük zararı veriyorlar’mış.. (Şahsen, -AK Parti’dekilerin- herbirisinin değerli siyasetçiler olduklarını düşünmediğim için, altını çizdim, bu ifadenin..) Nitekim, Bulaç 15 Haziran günü bir gazeteye verdiği mülâkatta, bu değerlendirmesinin tersini söylüyor ve birileri için, ’Sistemli bir biçimde AK Parti’ye sızdılar. Partinin dış politikasını ele geçirdiler. Tıpkı Enver Paşa gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurmanın şehvetine kapıldılar.’ diyor ve bu siyasetçilerin içinde Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu’nu da sayıyor ve onun ‘2012 yılının başında Kayseri’de yaptığı’nı iddia ettiği bir konuşma metninden söz ediyor ve Davudoğlu’nun söylemiş olabileceği “1911 öncesi sınırlara döneceğiz..’ şeklindeki bir sözüne sanırım yapılmış olan bazı eklemeleri aktarıyordu.
Bulaç’a göre, Tayyîb Erdoğan, -o eleştirdiği ve herbirisinin çok değerli olduğunu belirttiği- birileri tarafından, ’Sen, İslam âleminin lideri olacaksın. Balkanlardan Kafkaslara, Orta Afrika’ya kadar yeniden Osmanlı’yı kuruyoruz. Ya Allah!” diye ikna’ edilmiş.. Halbuki,’Özal, “21. asır, Türk asrı olacak. Biz, Osmanlı bakıyesiyiz” diye, Türkiye’nin başına bir belâ’ açmış.. Bu değerlendirmelerin lehinde veya aleyhinde de bir takım görüşler elbette dile getirilebilir.
Bulaç değerlendirmelerinde, elbette kimseden icâzet alacak değildir, almamalıdır, ama, birilerinin de kendisini eleştirirken, aynı durumda olduklarını düşünmesi gerekir. Ama, onun bu eleştirilerden çok rahatsız olduğu anlaşılıyor.
Çünkü, bir tarafa saplantı halinde bir tarafgirlikle bağlananların, kendilerinin beklemedikleri bir yazıyla, görüşle karşılaştıklarında, -maalesef, eleştiri anlayışımız ve kültürümüz çok gelişmediği için- acımasız ve hattâ bazan hakarete varan ifadelerle saldırıya geçtiklerini bu satırların sahibi de yakînen biliyor. Sizden beklendiği gibi bir yazı göremiyenler, hele de tarafdar olduklarına biraz serzeniş, biraz eleştiri getirdiniz mi, ’Siz kim oluyorsunuz, koskoca âlime, koskoca filan makam sahibine laf etmeye?’ diye başlıyorlar hakarete.. Hattâ, ulûfe’nin, yem’in az veya fazla geldiğinden bile bahsetmeye varıncaya kadar.. Konulara sadece bu pencereden bakanlara,’Sizin eleştirileriniz veya hakaretlerinizin sebibi hangisi?’ diye sorulsa, kalakalırlar..
Halbuki, müslüman isek, müslümanlık temelinde birleşiyorsak, yanlışlarımızı, adam gibi, müslümanca dile getirmeli değil miyiz?
Ancak, bu eski dostumuz, 15 Haziran günü, bir gazeteye verdiği mülâkatta, AK Parti'yi eleştirirken ilginç ve sanıyorum, sağlıksız kıyaslamalarda bulunmuş; o değerlendirmelerindeki mantıkî bağı yakalamakta zorlandım, bağışlasın..
Diyor ki, ’Çanakkale Savaşı’nda 50 bin İslamcı öldü. Medresedeki kitaplarını bırakıp, cephede şehit oldular. Stok bitti.
AK Parti de Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket.Entelektüellerin hepsini devletleştirdi. Zihinlerini uyuşturdu. Bunlar Ebu Hanife çizgisinde, sivil olarak mücadelelerine devam etmeleri gerekirken, devletin ideolojisini üreterek post-kemalizm’i var ettiler.’
*
Bir kimse elbette AK Parti’yi de eleştirebilir, Tayyîb Erdoğan’ı da..
Erdoğan, yanına yaklaşılmaz, eleştirilemez ve de bağlılarına, ’Ben Peygamberle, büyük zatlarla konuştum, rüyada şunu gördüm, bunu gördüm.. Bana şöyle bildirildi..’ deyince, kimsenin itiraz edemediği ve eleştirildiği ya da istediği şekilde davranılmadığı zaman, kuraklık, soğukluk, vs., gibi semavî ve arzî musibetlerin geleceği tehdidiyle kitlelerin ruhunu uyuşturan bir çağdaşHassan Sabah değil ki..
Ancaak, Bulaç’ın AK Parti için, ‘Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket..’ şeklindeki kıyaslaması çok ölçüsüz değil mi? Eğer, iddia edildiği üzere, Bulaç’ın ‘İslamcı’ dediği müslüman kadrolar stoku bittiyse, bu bitişi, Çanakkale Savaşı’nda değil, 1923 sonrasında tezgahlanan korkunç kültürel ve insanî kıyımda aramak lâzımdır. Kaldı ki, 1930’ların zorbaları bugün uyansalar, gördükleri tablodan dolayı kahrolurlardı.
Bulaç bunları bilmeyen birisi değilken, sözünün tesirinin daha etkili olmasını istercesine, ‘Çanakkale Savaşı’nda yaşanan felaketle, AK Parti’nin bu ülkeye getirdiği felaketi’ (!)kıyaslaması ve hattâ ondan da büyük görmesi, -bağışlasın-, eleştirmeye bile gelmiyecek kadar talihsiz bir değerlendirme olsa gerek..
Bulaç’ın, inançlarına göre bir dünya kurmak idealini benimseyen müslümanlardan Ebu Hanifegibi olmalarını istemesinin mahiyeti izahsız bırakıldığı için çok yönlü yorumlamalara müsaid.. Bu yüzden geçelim; ama, Bulaç’ın post-kemalist bir devlet ideolojisi’nin kurulmasından yakınıyor gözükmesini anlamak zor..
Evet, TC.’nin bugün kısmen, post-kemalist bir çizgi üzerinde bulunduğundan sözedilebilir. Post-kemalizm, kemalizm sonrası demek.. Anayasasıyla, temel kurumlarıyla, kanunsuz tahakkümleriyle, laik-sosyetik ve uluslararası mahalle baskılarıyla kemalizm, henüz de ensemizde boza pişiriyor..
Bu günkü uygulamayla ise, bütünüyle bertaraf edilememiş olsa bile, -birkaç sene öncesine kadar tasavvur ve tahmin bile edilemiyecek nice alanlarda, kemalizmin bazı katılıkları törpülenmeye çalışılıyor.
Müslüman halkın, kemalist-laik rejim tarafından ezilmesine az da olsa bir frenleme getirilmişse ve bu durum, bugünkü ıslahatçı metod içinde geliştirilebilmişse, eleştirilecek nesi vardır? Herhalde, müslüman halkın son 100 yıla yakın zamandır olduğu gibi ezilmesi isteniyor değil..
*
3- Karabekir hakkında söylenen çok ölçüsüz değil mi?
BDP Muş m.vekili iken, 1 Haziran günü tekrarlanan Ağrı Belediye Başkanlığı’nı kazanan Sırrı Sakık, mazbatasını alır almaz, verdiği ilk beyanlarından birinde, Kâzım Karabekir isminin de caddelerden kaldırılacağını açıkladı. Bu konu üzerine aldığı eleştiriler üzerine ise, 5 Haziran günü,CNN Türk'te, resmî tarihte söylenenlere itibar etmediğini söyleyerek, ’Onların anlattığı tarih beni ilgilendirmiyor. Ben gerçek tarihin ne olduğunu, ne söylediğimi bilen birisiyim.. Benim asıl amacım, militarizmi çağrıştıracak caddelere verilen adları kaldırmak lâzım..’ diyor ve ‘1915'lerdeki o tehcir olaylarında (Karabekir’in) neler yaptığını hepimiz biliyoruz. Bakın Mustafa Kemal'in bile kendisiyle ilgili, "Sizler Ermeni olaylarında alçaklık yaptınız!" dediğini ileri sürüyor ve ‘Ağrı halkı bu konuda karar verirse, buna mecbur da değil, mahkûm da değil.. Hiç kimsenin getirilen bir ismi orada tutmaya hakkı yok. Hiç kimsenin dayatmaya hakkı hukuku yoktur..’ diyordu.
Açıktır ki, birçok şehirde olduğu gibi, Ağrı’da da mutlaka M. Kemal’in isim ve sıfatlarının muhtelif versiyonlarına göre birçok caddeye verilmiş isimler vardır; ‘Atatürk, Gazi, Mustafa Kemal Paşa’gibi isimlerini taşıyan caddeler..
Kişilerin isimleri bir takım yerlere niçin verilir?
Bazı kişilerin hizmetlerinin unutulmaması ve örnek alınması, sahib olduğu değerlerin paylaşılması ümidiyle..
Ama, kemalist rejim, sadece bazı isimleri dayattı, hattâ bazı hainleri bile kahraman gibi kabul ettirdi..
Bizzat M. Kemal’inkiler bile dayatmayladır, zorlamayladır ve birileri teklif edince, karşı çıkılması imkansız gibi bir şeydir.
Ama, Kâzım Karabekir’in ismi?
O Karabekir ki, Anadolu’nun hele de doğusunda 50 yıl öncelere kadar, 1920’lerin ileri gelen komutanları arasında bir seçim yapılsa, ‘Şarq / Doğu Cebhesi Komutanı’ olarak, halkın birinci derecede baştâcı edeceği bir isimdi.
Ama, 1923’de, Ankara’da yeni bir sultanlık kurulurken, M. Kemal’e karşı çıktığı için, İzmir Suikasdi’yle idâm talebiyle yargılanmış ve sonra da M. Kemal’in ölümüne kadar 13 seneye yakın bir süre, ağır baskılar ve yoksulluk şartları içinde gözhapsinde tutulmuş ve tarihin yeni baştan değerlendirilmesine yol açabilecek tarihî belgeleri evinden zorla alınıp, müsadere edilmiş bir isimdi.
Eğer Sakık’ın dediği gibi, M. Kemal’in Karabekir hakkında ağır bir suçlama cümlesi varsa, o, artık Karabekir’i ve karşısında başeğmeyen diğer bütün paşaları bertaraf ettikten sonra yaptığıNUTUK isimli hitabesinde dile getirmiş olabilir.
Evet, Karabekir de nihayetinde, tıpkı M. Kemal gibi, bir İttihadçı zâbit idi. 600 küsur yıllık Osmanlı’nın kabrini kazan İttihad-Terakkî Cemiyeti’nin ideolojisinden mutlaka şu veya bu derecede etkilenmişti.
Ama, M. Kemal ve Fethî (Okyar) Bey, hristiyan dünyanın saldırılarından korunabilmek içinhalkı hristiyanlaştırmaktan başka yol olmadığını tartışırken, Karabekir Paşa, onlara karşı çıkan en etkili isimlerden birisiydi.
Osmanlı çökerken, özellikle de hristiyan ermenilerle müslümanların asırlarca birlikte, içiçe yaşadıkları Şarq’da, Doğu Anadolu’da, Daşnak, Hinçak gibi ermenici milis güçleriyle müslüman halk kesimleri arasında meydana gelen muqatele / karşılıklı öldürüşme faciası sırasında, Erzincan, Erzurum, Kars, Iğdır ve Artvin’i kurtarmış ve ermeni milislerini taa Baku’ya kadar kovalayan askerî harekâtın planlarını çizen kumandandır.
O boğuşmalar sırasında müslüman halktan onbinlerce masûm öldüğü gibi, ermeni halktan da birçokları elbette ölmüş olabilir. Ama, Karabekir o zaman, özellikle sahibsiz, ana-babasız kalan ermeni çocuklarından binlercesini bölgenin müslüman ailelerine veren ve onların korunmasını da bir baba hassasiyetiyle sağlıyan bir kumandandı. Nitekim, o, savaş alanlarında sivil insanları kurtarabilmesinin, savaştaki kazandığı zaferlerden daha zevkli bir iş olduğunu yazmış bir yürek sahibidir.
Şimdi, kanunla korunanların gölgesine sığınarak, Karabekir’e vurmak birilerine yakışabilirdi, belki, ama, müslüman kürd halkının kadirşinaslığına aykırı bir tavırdır Sakık’ın sözleri..
*
Ama, Sakık herhalde kadirşinas Ağrı’lılardan da tepki almış olmalı ki,
sözlerinin çarpıtıldığını iddia etti, Nitekim, aynı Sakık, Karabekir hakkında bir de övücü sözler söylüyor ve bu kez de, ‘Kâzım Karabekir, kemalist rejimin Şeyh Said İsyanı’ndaki kıyıma karşı çıkmış önemli bir isim. Benim sözlerim yanlış anlaşıldı." diyordu, 11 Haziran günü..
Sakık, tartışmanın şöyle diyordu:
"Ben, miting meydanında Ağrı'da 1930'da yapılan askerî anıtın kaldırılması gerektiğini söyledim. Tıpkı Mustafa Muğlalı ismi gibi... Bunun üzerine bir gazeteci 'Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir isimleri caddelere verilmiş, onları da kaldıracak mısınız?' diye sorunca; 'Militarizmi hatırlatan şeyleri halkımızla konuşup değerlendireceğiz' dedim. Doğrusu yetkimiz var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Ardından ısrar gelince, Mustafa Kemal'in Ermeni meselesiyle ilgili Karabekir hakkında söylediklerini hatırlattım. Hiç istemediğim bir tartışmaya sürüklendim."
Sakık gibi tecrübeli bir siyasetçinin, hiç değilse bundan sonra böyle kıvırma ihtiyaçları duymaması dileğiyle..
*
Ve, ‘90 yıldır, Atatürk tapıcılığına son veremedik..’ diyen bir ses..
Cannes'da, Altın Palmiye ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan imzalı 'Kış Uykusu' filminde ‘türk aydını’ kibrinin arkasına saklanan Aydın isimli bir tipi canlandıran Hâluk Bilginer, 15 Haz. 2014 tarihli Hürr’de şöyle diyordu, özetle:
*Siz de‚ ’aydın’da kendinizden bir parça buldunuz mu?
- Kendimden olmasa da yakınlarımdan, tanıdığım insanlardan çok buldum.
*Özellikle ’aydın’ın imam’la olan ilişkisi çok ilginç.. Arkada ister istemez böyle bir Türkiye, böyle bir siyasi ve sosyal fon..
- Türkiye’de ve benzeri ülkelerde yaşayan aydınların ortak sorunudur zaten bu. Çünkü aradaki mesafe çok açıktır. (…)
*Fransız seyircisi ‘Kış Uykusu’nu başka duygularla mı izlemiştir?
Filmdeki ’aydın’ da masum. Sürekli bir şeyler yapma isteği içinde ama onu engelleyen o kadar çok şey var ki. Aydın yetersiz. Geri kalmış ülkenin aydını niye ileri gitmiş olsun ki? Aydın’ın da yeteneği o kadar. Aydın kötü bir oyuncu. “Ben 25 yıldır tiyatro yaptım” diyor, ama yalan-dolan. Bunun yalan olduğunu kendi de biliyor. Aydın’ın oyunculuğu da yetmemiş, kültürü, birikimi de yetmemiş bazı şeyleri yapmaya. Karısıyla ilişkisine de yetmemiş. Gözünün önünde sıkıntıdan patlayan, bunalan genç bir kadın. Aydın’ın kadının yaptığı yardım faaliyetleriyle tek ilgilendiği an, onu methettikleri mektup. Aydın, 45 derecelik bir açıyla bakıyor dünyaya.
*Filmden çıktıktan sonra insanlar saatlerce “Kim haklı kim haksız ya da illa biri haklı mı olmalı” gibi konuları tartışıyor.. (…) Türkiye toplumunda yaşayıp, bütün olayları ‘haklılık-haksızlık’ paradigması üzerinden tanımlamaya alışık olan bizler, bir noktada kendi haksızlıklarımızı da görebilecek miyiz? Bu yönde bir umudunuz var mı?
-Çok yok. Belki bazıları görebilecek. Bu film ya da benzeri şeyler yardımcı olursa ne mutlu. Biz ezberci bir toplumuz, ezberimizi bozmak bizim çok işimize gelmez. Darmadağın oluruz. Ezberin dışında herhangi bir şey sizi allak-bullak eder.
Nerede olduğunuzu şaşırırsınız ve adapte olmanız çok zaman alır. Padişahlıktan Cumhuriyet’e geçişte adapte olmanın çok zor olduğu gibi. 91 yıldır adapte olamamışız. 91 yıldır güce tapıyoruz.Biz gücü çok severiz. Kendini güçlü gösteren herkese tapınırız. Bizim babalarımız da öyledir çünkü. Evde bir güç isteriz hep. Baba sendromudur o. Bir laf vardır çok severim: Erkekler, babaları öldükten sonra büyür.
*Güçlüyü sevme durumu filmde aslında ’aydın-imam’ ilişkisinde de var. İmam içinden Aydın’a çok öfkelenmesine rağmen karşı karşıya geldikleri anda ‘Siz güçlüsünüz’ teslimiyeti içinde bir tavırda..
-Tabii. Aydın’la olan sahneleri boyunca bence dilenerek de değil... Tam tersi o gücün karşısındaki ezikliği ve çaresizliği... İaşe istemek de değil o. Adam perişan, sokakta kalacak yahu, daha ne yapsın. “Allah rızası için bize para ver” demiyor, “Borcu halledeceğiz biraz sabır” diyor. Beş kişi bir imam maaşıyla geçiniyor. Ne yapsın bu adam? Bu adam bu güce mecbur. O gücü kabul ederek davranmaya mecbur.
Sağlam bir duruşa ya da ideolojiye bağlı olarak reddetmiyor ama.. Hayatı kopardığı ve kendini alkole verdiği için reddediyor. “O imam maaşıyla beş kişi geçindirmeye çalışırken, sen imam maaşıyla içiyorsun değil mi bu içkiyi” diye sorarlar adama. Sadece kafası iyi olduğu için o tavırda olmak hoşuna gidiyor onun. O gerçeklikle baş edebilmek için sürekli içiyor. Esrik dolaşıyor. Sağlam kafada olsaydı, başka şeyler konuşuyor olabilirdik. (...)
*Türkiye’de kültür-sanatla nasıl bir ilişkimiz var bizim?
- Bizim kültürle olan ilişkimiz nesne ilişkisi. (...) Yarın çöpe atılacak, ondan eminim. İlişki bu. Eğlence. Bizim kültür sanat diye tarif ettiğimiz şeylerin yüzde 99’u eğlence endüstrisi. Hâlâ ergeniz biz. Çünkü neden? Bizim babamız ölmedi hâlâ da ondan. Hâlâ yaşıyor. İçimizde!
91 yıldır adapte olamamışız. 91 yıldır güce tapıyoruz. Biz gücü çok severiz. Kendini güçlü gösteren herkese tapınırız. Bizim babalarımız da öyledir çünkü de ondan. Evde bir güç isteriz hep. Baba sendromudur o. Bir laf vardır çok severim; erkekler babaları öldükten sonra büyür.
*Kim o baba?
- Ooooh ohoho... Oto-sansürlettirmeyin beni. Türkiye’nin babası.. 90 yıldır bir tane.
*Yani, içimizdeki Atatürk’ü mü öldürmemiz lazım?
- Atatürk’ü öldürmeyeceğiz. Atatürk’ü olduğu gibi anlamaya çalıştığımız zaman onu daha iyi analiz edebileceğiz. Atatürk’ü insan olarak anlayabileceğiz. İkon olmaktan çıkarıp, insan olarak anlamak gerekiyor. 90 yıldır sadece tapınmakla meşgulüz.
*AK Parti döneminde de böyle mi devam etti sizce?
-E etmek zorunda çünkü aykırı olur tersi. Statükoyu bozarsanız iktidara da gelemezsiniz. Status quo! Bunu sadece Atatürk diye de geçiştiremeyiz. Bu, tamamıyla bir algı ve yaşama hali. Yaşama tutunma hali. Başka türlü tutunamıyoruz, bize hep bir baba lazım. Babasız olmuyor. Biz babalarımızı öldüremedik.
Evet, Hâluk Bilginer’in bu sözleri böyle..
Bu sözleri kabullenemiyen bir Hürr. yazarı, Bilginer’e, hemen, ’Eğer o olmasaydı, baban kim olurdu?’ mânâsını çağrıştıran çirkin sualler soruyordu, 17 Haziran günü..
Halbuki, Allah’a veya bir tanrı’ya inananlar bilirler ki, yaratılış, sadece ilahî takdirin neticesidir; Allah’a inananlar varedilişlerini sadece o Yaratıcı’nın iradesinin eseri olarak bilirler, başka bir şeyin değil.. Ateist (tanrıtanımaz) olanlar da neyin neticesi olduğunu kestiremeyip, tesadüfle izah ederler, yaratılışlarını.. Ama, aklı başında kimse, kendi biolojik anne-babasından gayri herhangi bir insanı, kendi yaradılışının etkeni olarak niteleyemez, nitelerse, bu akıllıca bir laf sayılmaz. T.C.’deki kemalist-laikler, böyle bir akıl tutulmasının çarpılmışlığı içindedirler ve herkesin de kendileri gibi olmasını isterler.. Ama, artık tahakkümlerine pek o kadar aldıran ve o kadar korkular içinde teslim olan kitleler de geçmişteki kadar yok..
haksöz