Selâhaddin Çakırgil
Birkaç günlük uzuuun bir geziden geride kalan.. Prag.. -3
(Bir geziden geride kalan izlenimleri aktarırken, ikinci yazının sonunda, Çek Cumhuriyeti'ne girişimize kısaca değinmiş ve yazının o bölümünü şöyle bağlamıştım:
Çek Cumhuriyeti'ne girdiğimiz andan itibaren, komünist sistemin çökmesi üzerinden 20 yıl geçmiş olsa bile, yine de değişik bir dünyada olduğumuzu hemen hissediyoruz.
Sosyal bünyenin Avusturya gibi zengin olmadığı, epeyce fakir olduğu, yol üzerindeki yerleşim birimlerinden, yolların yapısından ve işlenmemiş, bayır topraklardan da anlaşılabiliyor..
Ama, daha acı ve ilginç olanı, Çek Cumhuriyeti topraklarına girer girmez, yolların iki tarafında, hotel-motel, Casino vs. adı altında, yığınla eğlence mekanlarının bolluğu..
Halbuki buralarda turistik bir mekân da yok..
Buraların, ahlâkî çöküntünün korkunç derinliğini gösteren o lânetli sektörün faaliyet alanı olduğunu ise, renkli fotoğraflarla sunulan çirkinlikler anlatmaya yetiyor..
Ve iki saate yaklaşan bir yolculuk boyunca, biz, doğru dürüst dikkat çekici bir yer görememiş oluşumuzu, 'yabancılar görüp de topraklarımızın zenginliğine göz dikmesinler...' şeklindeki nüktelerle izah etmeye çalışırken, Prag'ın varoşlarının silüeti uzaktan belirmeye, yollar düzelmeye ve yerleşim birimleri de güzelleşmeye başladı..)
Şimdi, kaldığımız yerden devam edelim..
*
Geçtiğimiz yerlerde, tatil günü olmasının da etkisiyle olmalı, ortalıkta kimsecikler gözükmüyor, pek.. Halbuki, güney komşusu Avusturya şehirlerinde Pazar günü, öğle vakti, genel olarak, halkın kiliselerde Pazar âyinlerine gitmesi hasebiyle, nisbeten de olsa bir hareketlilik gözlenebiliyordu..
Burada ise, geçtiğimiz şehirlerde, yol üzerinde, -Almanya ve Avusturya'daki yol boylarında gördüğümüzün aksine- göze çarpan dikkat çekici bir mâbed görmek imkanı da olmadı.. Esasen, Çek Cumhuriyeti, (Česká Republika) Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında, Estonya'dan sonra, en büyük ateist nüfusu barındıran ülke olarak nitelenmekte ve ateistlerin, ülke nüfusunun yüzde 60'ını oluşturduğu belirtilmekte.. Bu bakımdan, kiliseler ya kapalı, ya müze veya konser, tiyatro vs. salonu filan olmuş; açık olan kiliselerde de, genelde yaşlılardan oluşan küçücük cemaatleri, kalabalık turist kitlelerin temâşâ ettiği görülmekte..
Bu durumun ortaya çıkması, 45 yıl süren komünist rejim uygulamasının sonucu mudur; yoksa, burada halk, inanç bakımından komünist dönem öncesinden beri de, zâten böyle miydi? Bu sosyolojik durumu anlayabilmek, böyle kısa bir gezi sırasında anlaşılacak kadar sâde olamazdı, tabiatiyle.. Ama, insan yine de düşünmeden edemiyor..
*
Uzaklardan Prag şehrinin 20-25 katlı toplu mesken bloklarının silueti belirdikçe.. Yolların durumu da düzelmeye, başkente yakın yerleşim birimlerinin görüntüsü de daha bir dikkat çekici olmaya başladı..
Prag için, yollardaki tabelalarda, Praag, Prague Praha gibi yazılar da bulunuyor.. Anlaşılıyor ki, bu şehre Çek dilinde Praha deniliyor..
Biz yollardaki trafik yazılarından ve özellikle de sık sık karşılaştığımız 'Pozoor!' yazılarından, bunun 'Dikkat!' mânâsına geldiğini anlıyor ve böylece çek dilindeki ilk kelimeyi öğrendiğimizi düşünüyoruz.. Daha sonra da, 'teşekkür' için 'děkuji pěkně' ve 'affedersiniz' yerine de 'promiňte!' gibi kelimeleri öğrenerek, bu dil problemimizi de hallediyoruz!
*Cumhuriyet Sarayı ve büyük katedralin bulunduğu mıntıkadan bir gece görüntüsü..
*
Çek Cumhuriyeti, kuzeyinde Polonya, bazı ve kuzeybatısında Almanya, güneyinde Avusturya ve doğusunda da, 20 sene önce kendisinden ayrılan Slovakya Cumhuriyeti ile çevrili bir Orta Avrupa ülkesi..
Ülke, Bohemia ve doğuda daha çok dağlık olan Moravia bölgelerinden oluşuyor ve daha büyük tablodan baktığımızda ise, Polonya ile Almanya hep ihtilaflı bölge olarak bilinen Silezya bölgesinin bir parçasıdır.
Bu coğrafyanın bilinen ilk halklarının Kelt'ler olduğu söyleniyor.. Bugünkü Çek'lerin ataları ise, 1500 yıl öncelerde, Karpat dağlarından kalkarak Orta Avrupa'ya göç etmiş slavlar imiş..
1300 yıl öncelerde, bölgede ilk olarak, Moravia Prensliği kurulmuş.. Ve miladî 900'lerin başında, hristiyanlığı kabul eden bir Çek Prensi, Moravia Prensliği'nden ayrılıp Bohemia'da istiklalini, bağımsızlığını ilan etmiş.. Bu Bohemia Prensliği, bugünkü Çek devletinin temeli olarak kabul ediliyor.. Ama, daha sonra, bu devlet de, asırlarca, 'Mukaddes Roma- Germen İmparatorluğu'nun bünyesi içinde erimiş..
Napolyon'un, 1806'da Ulm Savaşı'nda 'Mukaddes Roma -Germen İmparatorluğu'nun ordusunu yenip, bu bin yıllık imparatorluğa hukuken de son vermesinden ve düşmanı olan imparatoru sadece Franz-I unvanıyla Avusturya Kralı olarak yerinde bırakmasından sonra ise, Bohemia Prensliği Avusturya Krallığı içinde, ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu kurulduktan sonra da bu imparatorluğun içinde varlığını sürdürmüş..
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu I. Dünya Savaşı sonunda, tıpkı Osmanlı gibi dağılınca ise..
'Barışı yok eden barış' diye nitelenen 'Versailles Barış Andlaşması'yla, Slovakya, Bohemya, Moravya, Silezya, ve Karpat'ların Rutenya bölgeleri birleştirilerek Çekoslovakya adında yeni bir ülke oluşturulup, bu yeni ülkenin ilk liderliğine de ünlü bir 'çek' filozofu olan Masaryk getirilmiş..
Ancak, uluslararası denklem ve diplomasi oyunlarına göre oluşturulmuş bir devlet ne kadar ayakta kalabilirdi?
Nitekim, Adolf Hitler, Almanya'da iktidara geldikten sonra, Çekoslovakya'nın Sudetler bölgesi, kendilerine haksız ve muamele yapıldığını ileri sürerek, taleblerde bulunmaya başladılar ve bunu, Sudet almanlarının Almanya ile birleşme idealleri takib etti.. Hitler için ise, 'Çekoslovakya, bütünüyle, Birinci Dünya Savaşı'nın gayrimeşru çocuğu' idi..
Sonunda, Hitler, Sudetler'in Almanya'ya katılmasının dışında bir çözüm olmadığını bildirince, böyle 'önemsiz' bir konudan dolayı bir savaş çıkmasını istemeyen İngiltere, Fransa ve İtalya liderleri Munich'e gelerek, 28 Eylûl 1938'de Hitler'le bir anlaşma imzaladılar..
Başlangıçta, dönemin Çekoslovakya lideri Beneş, ülkesini Hitler'e takdim etmek mânasında gelen o analaşmayı kabul etmediğini açıkladıktan hemen sonra, aynı anlaşmanın hükümlerini içeren bir başka anlaşma tasarısı sunduysa da, ülkesinin sonunun geldiğini gördü ve 5 Ekim 1938'de istifası edip , ülkeden Londra'ya kaçtı.. Bu gelişmelerden sonra, Sudetler Almanya ile birleşmekle kalmadı, Hitler, halkın talebleri adına, onları 'kurtarmak' iddiasıyla, Çekoslovakya'nın yüzde 40'ını Almanya'ya kattığını, ilhak ettiğini açıkladı.. Geri kalan bölgeleri ise, Macaristan ve Lehistan / Polonya arasında paylaştırdı.. (Ne de olsa, o ülkeler de bütünüyle Almanya'nın eline düşecekti..)
Daha sonra ise, Çek'lerle Slovaklar arasında yükselen gerilimi bahane eden Hitler 16 Mart 1939'da Çekoslovakya'yı bütünüyle ezip geçiyor, işgal ediyordu. Hitler, bu arada, doğu cebhesini güvene almak için, Sovyet Rusya'yla da bir saldırmazlık andlaşması imzalamak için hareke geçiyor ve bu gelişmelerin herbirisine sessiz kalarak kendisini daha bir yüreklendiren Stalin'e de ödül vermek için, bir yıl sonralarda, Sovyet Dışbakanı Molotof ile Alman Dışbakanı Von Ribbentrop arasında, Doğu Avrupa'yı Sovyetler ve Almanya arasında paylaştıracak olan 25 Eylûl 1939 Andlaşması'nın psikolojik yakınlaşmasının zeminini hazırlamış oluyordu..
*Hitler'in Mart-1938 başında Prag'a girişi..
*
Ancaak, ilginç olan şu ki, Almanya, kendi topraklarına kattığı sudet bölgelerindeki başka etnisiteden olan çek, slovak vs. gibi halkların başka yerlere gidebileceklerine izin veriyordu, ama, bir şartla:Yanlarında, taşınabilir mallarını götüremiyeceklerdi. Bu durum, tabiatiyle büyük çek ve slovak halklarının büyük perişanlıklarına yol açtı.
II. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra, Slovakya bölgesi, Nazi Almanyası'yla anlaşarak Çekoslovakya'dan ayrılır.. 9 Mayıs 1945 tarihinde Almanya teslim olup, Sovyet ve Amerikan birlikleri Prag girince, Çekoslovakya -zâhiren- tekrar kavuşur birliğine, ama, bu sefer de Sovyet Rusya işgali edilir ve yönetim komünistlerin eline geçer.. Ve Stalin, Rutenia bölgesini Sovyet Rusya sınırlarına katar..
Ama, bu topraklardaki facia bitmez, ve Almanya'nın savaştan yenik ve perişan çıkmasıyla birlikte, bu kez de, Sudet almanlarına karşı korkunç bir düşmanlık sergilenir, tabiatiyle.. Verilen rakamlar doğruysa, 3 milyona yakın sudet almanı, Almanya ve Avusturya'ya doğru kovulur ve yanlarında hiçbir taşınabilir / menkul mallarını bile götürme hakları olmaksızın.. Yani, geçmişin rövanşı alınır..
Bu durum, almanlarla çek ve slovak halkları arasında hâlâ da bir sosyal soğukluk ve hattâ kopukluk olarak kalmıştır..
Çekoslovakya, 1955 yılında, -komünist Doğu Bloku'nun NATO'ya karşı oluşturduğu askerî savunma paktı olan- Varşova Paktı'na dâhil olur.
Komünist dönem, tabiatiyle, bir diktatörlüğün bütün gereklerini yerine getirir ve rejime karşı çıkan herkes, hapishane veya akıl hastahanelerine doldurulur, işkence merkezlerinde can verir veya faili mechul cinayetlere kurban gider ve izleri yok olur..
(Ki, o dönemin istihbarat merkezi olması hasebiyle, komünist diktatörlük uygulamalarının dehşetli izlerini en canlı şekilde taşıdığı söylenen ve Prag'a 30 km. kadar uzaklıkta olan tarihî Brevnov Manastırı (Brevnovsky Klaster), halk arasında, -oraya girenin bir daha çıkamadığı ve yok edildiği kanaatiyle- Kanlı Manastır olarak da anılıyormuş.. Ama, havanın çok soğuk olması yüzünden biz oraya gidemedik..)
*
Ve, 1968- Prag Baharı' (Pražské jaro)' nın 22 sene daha sürecek bir kış uykusuna döndürülmesi..
1968 başında, Alexander Dubçek'in iktidara gelmesiyle, dönemin Çekoslovakya Devlet Başkanı Ludvik Svoboda'nın da kendisine verdiği destekle, ülkede komünist ekonomi proğramlarına aykırı bir takım düzenlemelere girişilince.. Halkta müthiş bir heyecan başladı.. Sovyet Rusya bu durumdan tedirginliğini gizleyemedi. Dönemin (katı bir stalinist olan) Sovyet lideri Leonid Brejnev, Dubçek'in 'güleryüzlü sosyalizm' diye isimlendirilen uygulamalarını hışımla tenkid etmeye, eleştirmeye başladı..
Dubçek, her ne kadar 'marksizm'e sadâkatle bağlılık' sözleri ettiyse, de, Sovyet Rusya'nın ve dünya komünist hareketinin içine bir kurt düşmüştü, Dubçek'in kendilerine yalan söylediğini, kendilerine oyun oynadığını düşünüyordu.. Ama, halkın Dubçek'e olan sevgisi ve sosyal hayatta meydana gelen heyecan dalgasının, Doğu Avrupa'da, Varşova Paktı'nın şemsiyesi ve Sovyet Rusya liderliği altındaki öteki ülkelerin halklarına da bulaşabileceğinden endişe ediliyordu..
Dubçek yönetimine baskılar arttıkça, Prag, dünyanın daha bir ilgi odağı haline geliyordu.. Hele Jan Palach isimlli bir üniversite öğrencisinin, Sovyet baskısına karşı kendisini Prag'ın merkezinde, halkın dehşetli bakışları arasında yakması ve hayatını kaybetmesiyle heyecan doruğa ulaşmıştı..
Brejnev ise, Varşova Paktı ülkelerinin liderleriyle birlikte, Dubçek'i bir görüşmeye davet ediyor ve Dubçek'in kendilerine verdiği bilgilerin tatmin edici olduğunu açıklıyor ve ajanslar, 20 Ağustos 1968 akşamı, bir anlaşma imzalandığını, krizin tadlıya bağlandığını duyuruyor; Prag Baharı'nın dondurucu Mart soğuklarıyla karşılaşacağı korkusu yatıştırılıyordu..
*Alexander Dubçek ve Sovyet tanklarının Prag'ı işgalinden bir sahne..
*
Ve amma..
(O sıralarda, Diyarbakır'da idim, sabah namazı vakti, radyoyu açtığımda, Varşova Paktı birliklerinin Çekoslovakya'ya girmeye başladıklarını işittiğim anda, içimde yükselen gayz ve hıncı hâlâ da hatırlıyorum..)
Evet, 6 bin kadar tank, yüzbinlerce asker, Çekoslovakya topraklarını ezip geçiyor, yüzlerce insan katlediliyor ve Dubçek, iktidardan uzaklaştırılıyor ve daha sonra da, yumuşak bir çözüm yolu ile, Ankara'ya büyükelçi olarak gönderiliyordu.. (Dubçek, birkaç ay sonra da, geri çağrılıyor ve bir orman idaresinde memur olarak vazifelendirilecek ve Kasım-1992'de bir trafik kazasında hayatını kaybedecekti..)
Evet, Prag Baharı da, 1956'daki Macar ihtilali'nde olduğu gibi, kanlı bir şekilde ezilmişti.. Bir farkla ki, o zaman Macaristan Başbakanı olan İmre Nagi, Rusya'ya götürülüp, îdâm edilmişti.. Dubçek ise, hayatını kurtarabildi..
Bu gelişmeler, Türkiye'li komünistleri de derinden etkilemiş ve TİP Lideri M. Ali Aybar, 'sosyalizmin gül yüzü lekelendi..' diye bu işgale karşı çıkarken; İlhan Selçuk, Çetin Altan, Behice Boran, Aziz Nesin gibi çoğu marksist isimler ise, 'emperyalizmin oyunlarını etkisizleştirmek için yapılan askerî müdahalenin yerinde olduğunu', stratejik gerekçeler adına savunuyor, bir ideolojinin stratejik gerekçeleri adına, bir halkın ezilmesinin, fedâ edilmesinin cevazını bulabiliyorlardı, beyinlerinde.. Ve böylece, aralarında derin bir ideolojik ayrılık meydana geliyordu..
Ve, 'Brejnev Doktrini' denilen bir anlayış geliştiriliyordu, dünya komünistleri arasında..
Buna göre, 'sosyalist rejimler' birbirlerinin kardeşleri idi ve bir kardeş rahatsız olduğu zaman, diğer kardeşler onun rahatsızlığına seyirci kalamazlardı.. Gerçekte, bugün de Amerikan emperyalizminin, NATO şemsiyesi altındaki ülkeler hakkında beslediği düşünceleri yansıtan bir anlayışı temsil ediyordu, Brejnev Doktrini..
Şimdi ben, bir Nisan soğuğunda, sıfırın altında '4' dereceyi bulan soğukta Prag'ı gezmeye çalışırken, ruhumda ve beynimde ise, hâlâ, gençlik yıllarımda, Prag Baharı'nın nasıl bir dondurucu soğuklara dönüştürüldüğünün hâtırâsı canlanıyor, hâfızam o günlere gidiyordu, yeniden..
*
Kasım-1989'da Çekoslovakya Kadife Devrimi adı verilen kansız bir devrimle komünist rejime son verdi..
*
Prag'ın tarih boyunca yaşadığı bunca işgal, ilhak, ihtilal ve devrimleri hatırlamadan, anlaşılması herhalde son derece zor olacağından, bu bilgilerin tekrarlanması gerekti..
*
1992 Haziranında Çekoslovakya"da yapılan seçimlerden sonra ülkenin ikiye ayrılması gündeme geldi. Ve, -devletlerin bölünüşünde pek görülmeyen bir yolla, bir dış müdahale olmaksızın, bir iç andlaşma ile, barışçı bir biçimde- yapılan görüşmeler neticesinde 1 Ocak 1993 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere, ülke, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere iki ülkeye dönüştü.. (Çek ve slovak halklarının her ikisi de, slav kavimlerinden olup, aralarındaki lisan farkı, bir bakıma, türkçenin laz, kürd, Ege bölgesi veya İstanbul şivesiyle telaffuzundaki kadar bir farklılık arzetmektedir. Her iki halkın son bin yıllık geçmişi de hristiyanlık dini içinde geçmiş olup, her ikisi de, büyük çapta katolik;olarak telakki edilmektedirler.. Buna rağmen, daha başka farklılıklar ve sosyo-ekonomik dengesizlik ve ayrışmalar da var ki, bu bölünme kaçınılmaz hâle gelmiş.. Ayrıca, Slovakya daha çok dağlık bir yöredir.. )
Çek Cumhuriyeti, 1999 tarihinde NATO'ya, 2004'de de Avrupa Birliği'ne katıldı. Ama, Shengen Vizesi uygulamasına geçse de, para birliğine ve Euro'ya henüz de geçmediğinden, kendi ulusal para birimi olan kron tedavüldedir.
*Cumhuriyet Sarayı ve Prag Kalesi /Prazsky Hrad'da, Aziz George Basilikası..
Bugün, Çek Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 95'i Çek'lerden oluşmakta ve halkın yüzde 70'i şehirlerde yaşamaktadır. Nüfusun en yoğun olduğu yerler başkent Prag'dan ayrı olarak ile Pilsen, Brno ve Ostrava gibi şehirlerdir..
Prag, yaklaşık 1- 1,5 milyonluk bir şehirdir..
*
Prag, almanların 'Goldenstadt (Altınşehir)' dedikleri bir tarihî kent..
Ortasından, üzerinde nehir vapurları işletilecek kadar debisi olan ve kuzeyde ilerleyip, Almanya'ya geçip, orada Elbe nehriyle buluşarak, Hamburg'de denize kavuşan Vltava nehri geçmekte ve âdeta bu şehre bir hayat katmaktadır..
*Vltava Nehri kıyısında..
*
Bu ülkenin denizle bağlantısı olmadığından, aynı durumdaki diğer Orta Avrupa ülkeleri gibi, şiddetli bir kara iklimi hüküm sürmektedir..
Biz de o soğuktan nasibimizi alarak, şehri gezmeye çalışıyoruz.. Bereket ki, altımızda araba olduğundan, zaman zaman arabamıza binip ısınmak ve istediğimiz yere daha kolay ulaşmak imkanına sahibiz..
Bizim Prag'da olduğumuz gün, Pazar olmasına rağmen, bütün dükkanlar açık idi.
Almanya'da da sermaye çevrelerince, Pazar günleri, özellikle de dükkanların açık olması istendiğinde, Kilise, Pazar âyinlerinin yapıldığı günlerde dükkanların açık olmasının, halkın birbirleriyle olan dinî bağlarını ve aileyi zedeleyeceği görüşüyle karşı çıkmış ve o talebi geri çektirmişti..
*
Prag'da, nehrin kale tarafına Sparta, eski şehir tarafına ise, Slavya deniliyor..
Eski şehrin hemen her köşesinde, görkemli, kilisi ve sinagog gibi mâbedler, saraylar, heykeller, mimarî açısından son derece cazib büyük binalar, duvarlara nakşedilmiş kabartma heykel ve tablolar, saat kuleleri karşınıza çıkabilmektedir.. O bakımdan bazen daracık sokaklarda gezerken bile, ilginç sahneleri görmeniz mümkün olmaktadır..
Şehrin merkezi sayılan nokta, Vaclav Meydanı, eskiden At Pazarı olarak anılırmış, otomobil öncesi dönemde.. Yani 120 sene öncelerde..
Hâtırıma, Sigismund Freud'un Prag günlerine aid çocukluk hatıraları geliyor..
Freud, 14 yaşlarındadır ve bir gün, babasıyla birlikte Prag'da gezinirken, yayalar, bu baba-oğul'a, 'Yolumuzdan çekilin, pis yahudiler..' diye sataşıp, yaya kaldırımdan kovarlar.. Adamcağız da, at arabalarının yolunda yürümektedir, yaya olarak..
Fakat, bir at arabasının sürücüsü, faytonunu durdurur ve 'Pis yahudi, ne diye benim yolumdan gidiyorsun? diye, Freud'un babasının suratına esaslı bir tokat indirir.
Ve o baba, hiçbir şey yapamaz..
O zamana kadar, babasının çok güçlü olduğuna inanan Freud, babasının o çaresizliğiyle derinden yaralandığını ve onun çaresizliğinin kendi ruhunda meydana getirdiği travmaları ömrü boyunca unutmadığını anlatır..
O sahnelere, muhtemelen bu caddelerde cereyan etmiştir..
*
Aynı meydanın yakınında, Narodni Divadlo (Halk Tiyatrosu) denilen binayı görürsünüz..
Yine, bu meydanın hemen yanıbaşında büyük bir bina, Narodni Museum (Halk Müzesi) gözünüze çarpar..
Bu müzenin önünde küçük bir Haç şeklinde bir anıt bulunur.. Bu, Sovyet işgalini ve komünist sistemi protesto için 1968 Baharı'nda kendini yakarak Prag Baharı'nın fitilini tutuşturan eylemin sahibi Jan Palach isimli bir üniversite öğrencisinin can verdiği yerdir..
Onun az ilerisinde, aynı binanın cebhe duvarında bir baş kabartması var..
Bu, Alexander Dubçek'in başıdır.. Ve onun mücadelesini anlatan kısa bir mermer kitabe vardır, orada..
Komünist rejimin çöküşünün ilânı da, yine bu meydana bakan balkonlardan birinden yapılmış, 23 sene öncelerde., meydanda toplanan yüzbinlerin sevinç gözyaşları arasında..
*
Buradan yukarıda Vinohradi semti bulunuyor. Bu mıntıka, lüks villalarla dolu bir İtalyan mahallesi olarak biliniyor bugün..
23 sene öncelerde, komünist rejimi çökerken, o rejimin başında bulunanlar, bu binaları yok pahasına satışa çıkarmışlar.. Kimsenin alacak gücü olmayınca, İtalyanlar almışlar, kurnazlıkla.. Bugün ise, o bölgedeki her bir dairenin aylık kirası, 1000 doların üstünde imiş..
Meydandan aşağı doğru, geniş cadde boyunca ilerlerken, yolun ortasında, onlarca küçük satış kulübelerini görürsünüz..
*Vaclavske Namesti.. Şehrin merkezindeki Vaclavs Meydanı'ndan bir görüntü.. Soğuktan, ortalıkta kimsecikler gözükmüyor, pek..
*
Bu kulübelerde, ferdî hüner sergilemelerini, gösterilerini de temaşâ edebilirsiniz, yığınla ıvır-zıvır, ama, ilginç parçaları da, buluşları da görebilirsiniz.. Buralarda satış yapanlar genellikle, Bulgaristan'ın AB üyesi olmasından sonra vizesiz olarak buralara gelmek imkanına kavuşan insanlar.. Bir kısmı türkçe de biliyor veya Bulgaristan türklerinden.. Türkçe bilmeyenler bile, size hemen 'qomşu' diyerek yakınlık gösteriyorlar..Ancak, bunlardan müslüman ismi taşıyanlarından niceleri bile, tam-takır bırakılmış olmanın ruhî- ahlâkî perişanlığını sergiliyorlar..
Buralarda, evet, kron tedavülde, ama, her satıcı, aynı zamanda Euro ile de alışveriş yapmakta.. Bir euro karşılığında, ortalama 23-24 kron veriyorlar..
*
Bu kulübelerin dışındaki dükkanlarda ise, satıcılar arasında bol mikdarda Vietnam'lıları görüyorsunuz.. Bunlar, sosyalist yoldaşlığın pekiştirilmesi ve sosyalist halklar arası dayanışma adına, Vietnam'dan getirilen ve komünist rejimi çökerten Kadife Devrim olunca da, burada kalmış kimseler..
*
Tekrarlıyalım ki, dinî hayat ve heyecan belirtileri pek hissedilmiyor Prag'da..
Ama, Opera'daki proğrama yetişmek için, kibar sosyeteden oldukları anlaşılan,
*Prag Operası
genç-yaşlı, kadın-erkek nicelerini öyle bir heyecanla koşuşurken görmek, hayret verecek derecedeydi.. Hattâ o kadar ki, kırmızı trafik lambalarına bile aldırmaksızın, arabalarından arasından hızla geçip koşuşan bu insanlar, mescidlerde cemaat namazlarına yetişmek için acele eden müminlerdeki heyecanı hatırlatıyorlardı, âdetâ..
Bu, bir san'at aşkı mıydı, yoksa giderek ateistleşen bir toplumda ruhları bomboş kalmış insanlarının bir şeyleri kutsama ihtiyaçlarını mı yansıtıyordu, ayrı bir konu..
*
Prag'da, çingenelerin fazlalığı da dikkati çekiyor.. Hattâ, birkaç ay önce, Bohemya şehirlerinde, üzerinde, 'Neredesin Hitler, geri dönsen de bizi şu çingenelerden kurtarsan..' şeklindeki ırkçı yazılar bulunan tişörtlerle gösteriler yapıldığının haberi, dünya medyasına yansımıştı..
Hava, gün ortasına doğru biraz ısınıp, soğuk biraz kırılır gibi olunca, turist kafilelerinin sokaklara döküldüğünü görüyor ve Vaclav Meydanı'ndan aşağıya doğru dar sokaklardan, kalabalık kitlelerle birlikte ilerliyoruz..
Hele de her sokakta, her meydanda, 50-100 kişilik gruplar halinde Çinli'lerden oluşan pekçok turist grupları, hemen her tarafı dolduruyorlar..
Görülen- bakılan şeyler gerçekte, pek de o kadar da ilginç değil.. Hemen heryerde görülebilecek cinsten..
Ne var ki, turizm cenneti diye bir yaldızlama ile buralara gelenler, belki de başka yerleri görmediklerinden, etrafı hayran hayran seyretmekten kendilerini alamıyorlar..
*Saat Kulesi'nin girişindeki tarihî figürler ve Ortaçağ'da Kilise'ye karşı verilen mücadeleyi yansıtan bir heykel..
*
İşte şurada, 'Staromestske Namesti' (Eskişehir Meydanı) denilen ve astronomik bir merkez olduğu ileri sürülen Saat Kulesi binası..
Hemen bitişiğinde, bir sinagog..
Kulenin tepesinde, arada bir, bir hahamın çaldığı boru ve sonra da, kırmızı bir şal sallayarak, yahudileri ibadete çağırdığı sahneler insanı, bir anda Ortaçağ Pragı'na götürebiliyor..
Evet, tarihî olmayı, tarihî.. Amma, başka yerde görülemiyecek cinsten değil..
Saat Kulesi'nin yanıbaşında, filanca meridyenin tam da buradan geçtiğine dair iddialar var, ama, gerçeğini bilmiyoruz.. Ne var ki, turistler yığışmışlar, bilet alıp yukarıya çıkmak için, uzun kuyruklar oluşturmuşlar..
Zâten burada, görmek istediğiniz her yerin girişinde, bir bilet turnikesi, sizi yolmak için pusuda bekliyor..
Neler göreceğinizi ise, parayı ödeyip, içeriye girdikten sonra, 'Aaa, bir şey yokmuş!.' diye anlarsınız..
Etrafta ilginç kukla gösterileri sergileniyor..
*
Karşıda ise, Sinbad çizgi filmlerindeki Haramîler Şatosu'nun veya Disneyland denilen çizgi filmlerindeki kuleleri hatırlatan kuleleriyle Tyn Kilisesi..
*Eskişehir Meydanı'nda, Saat Kulesi ve karşıda Tyn Kilisesi..
*
Burası aynı zamanda 'yahudi mahallesi' olarak da biliniyor.. Ve bu semte, Josefov deniliyor..
Tyn Kilisesi'ne bakan meydanda, komünist rejim döneminde, görkemli bir Stalin heykeli varmış.. Şimdi, yeller esiyor yerinde..
Darısı, kendisini putlaştırmış ve takibçilerince putlaştırılmış olan diğer bütün diktatörlerin ve heykellerinin başına..
*
Karşıda bir köşede, Franz Kafka Müsesi yazılı bir tabelâ var..
Elbette giriş, yine parayla.. Franz Kafka'ya halk, genel olarak pek itibar etmiyormuş.. Bunun sebebi olarak onun eserlerini almanca yazması gösteriliyor, ama, yahudilere karşı halk kültüründe asırlar içinde oluşmuş peşin hükümlerin de etkisi varmış..
Biraz daha beri tarafta, 'Ben dünyanın en büyük delisiyim7' diyen ve gerçekten de insan idrakini zorlayan sürrealist resimleriyle meşhur Salvador Dali"nin eserlerinin sergilendiği bir san'at galerisi vardı.. San'ata biraz ilginiz varsa ve soğuk havada da, ısınmak için, gezmek iyi gelebilir.
*Prag'ı, ikiye bölen Vltava Nehri kenarından, bir akşam üstü görüntüsü..
*
Prag'da, müslümanlar açısından iki temele zorluktan birisi ibadet edecek bir yerin, diğeri de, yemek yiyecek bir yerin olmaması.. Diğer Avrupa başkentlerinde, hemen her yerde karşınıza çıkan 'Döner Kebab' büfelerinin burada pek göremezsiniz..
Çek mutfağı, domuz eti olmaksızın olmazmış...
Bunu, zâten restoranların önünden geçerken etrafa yayılan ağır kokudan da anlayabilirsiniz..
Önce yemek yiyecek bir bulalım, sonra belki bir mescid de bulabiliriz düşünürken, Vaclav Meydanı'dan aşağı doğru sağ kolda, iki-üç sokak içerde, bu ana caddeye paralel şekilde, 'İstanbul Kebab' tabelası bulunan bir restoran görüyoruz.
Ama, bu ismi taşıması yetmiyor ki..
İçeriye girdik.. Oradaki ustabaşına kibarca, 'yemeklerinizde helallik ölçülerine riayet ediliyor mu?' diye soruyoruz..
O da bize, 'Bize itimad edebilirsiniz..' diye karşılık veriyor..
Başkaca çaremiz olmadığına göre, o sözü sened kabul ediyor ve bir kenara masaya oturuyoruz..
Pazar günü olmasına rağmen, müşteri oldukça yoğun.. Ve bu müşterilerin hemen hepsinin de, kendi aralarındaki konuşmalarından işitilen, 'Bismillah, elhamdulillah, inşaallah,.' gibi ortak İslamî terimlerden müslümanlardan oluştuğu anlaşılıyor..
Bosna, Kosova, Cezayir, arab diyarları, Pakistan-Hindistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya, Kırım ve Azerbaycan'dan değişik tipler. İçimiz biraz daha rahatlıyor..
Yemekler genel olarak güzel ve bolkepçe usûlü..
Bu kadar bol, nasıl oluyor böyle diye soruyoruz..
'Bizim buraya gelen, tok ve memnun olarak gitmeli..' diyor.. Ben, ıspanak yemeği alıyorum, bayağı güzel hazırlanmıştı, doğrusu..
Bir de Ceylon çayı yerine, Rize Çayı gibi kimyevî kokuları olmayan bir tür kullanılsaydı..
Yemekten sonra, ustabaşına, 'Burada namaz kılacak bir yerin olup olmadığını' soruyoruz..
'Size, en iyisi, mescidin yerini göstereyim..' diyor.. Dışarı çıkıyoruz, karşımızdaki bir işhanı'nı gösteriyor.. 'Pazar olsa da, kapısı açıktır, girip ikinci kata çıkınız, orada mescid var..' diyor..
Gidiyoruz..
Ohh... Elhamdulillah..
Bosna'lı kardeşler, 'İslamî Bilgilendirme Bürosu' adı altında bir mekan tutmuşlar, bir kaç odası, bu gibi bilgilendirme işleri için ayrılmış.. Ama, genişçe bir bölümü, mescid olarak kullanılıyor..
Tertemiz..
Ve, dünyanın her bir tarafından, her ırk ve renkten kardeşler..
Restoranda yemek yerken gördüğümüz Kosovalı arnavud müslümanları da orada; Prag'da, üniversitede okuduklarını söyleyen Azerbaycan'lı iki öğrenci de orada.. Elbette seviniyoruz.. Çünkü, islamî uyanış ve temayül,Azerbaycan Cumhuriyeti'nde maalesef, çok güçlü hissedilmiyordu..
Ayrıca, dört-beş kişilik bir kırgız grubu vardı.. Başlarında olan Abdurrahîm Efendi, İstanbul'da da epeyce kalmış, dili rahat anlaşılabiliyor..
Biraz sohbet ediyoruz.. Avrupa ülkelerinde, -bugünlerde, Fransa'da Sarkozy'nin bile, devamlı şikayetçi olduğu- 'Helâl Gıda' sertifikalarını veren ve kontrol eden bir merkezde çalışıyormuş..
Namazlarımızı edâ ettikten sonra, tekrar çıkıyoruz, şehre..
Yatsı vaktinde tekrar döndüğümüzde, bu mescidin daha da kalabalık olduğunu görüyoruz.. Ancaak, Türkiye'den pek kimse yoktu..
*
Gecenin 01.30 sularında, 14-15 saatlik bir süre içinde gezebildiğimiz kadarıyla Prag'ı anlamaya çalıştıktan sonra, 160 km. kuzeydeki Almanya şehri Dresden'e doğru yola çıkıyoruz..
*
Genel bilgiler itibarıyle, optik, kimya, kristal, silah sanayiinde ve kezâ, (Plzen'deki) bira sanayiiyle dünya çapında ün yapan Çek Cumhuriyeti'ne elvedâ derken..
Bu küçücük ülkenin tarih boyunca ne büyük bâdireler atlattığını da tekrar hatırlamış olduk..
Ve, DRESDEN..
*Dresden'de restore edilmiş tarihî binalardan birisi..
Önümüzde ise, eski Doğu Almanya'nın önemli şehirlerinden Dresden vardı..
O Dresden ki, Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nın ağır yenilgisinden sonra ikiye ayrılan Federal Almanya ve Demokratik Alman Cumhuriyeti'nden bu ikincisinin sınırları içinde kalmış ve, bu iki ayrı devletin, 3 Ekim 1990'da gerçekleşen birliğine rağmen, kendisine hâlâ da gelememiş gibiydi, Leipzig'le birlikte..
Halbuki bu büyük şehirler geçmişte, Almanya'nın en parlak merkezlerindendi, ama, şimdi, hâlâ da başka bir ülkeye aid imiş gibi, alman sosyo-politik bünyesinde etkisiz durumda imiş gibi, kenardalar.. Ve de Dresden halkı da genelde eski Federal / Batı Almanya'dan kopuk imiş gibi bir temkinli ruh hali içindeler..
Ülkenin diğer kesimleri de buralara pek yakın durmuyor gibi, sanki.. Bunda, bu şehirlerin, 45 yıllık komünist diktatörlük döneminde, tam bir kışla disiplini içinde yaşamış olmalarının toplumda oluşturduğu donukluğun ve şaşkınlığın da payının olduğu ileri sürülmekte, bazı sosyal araştırmacılarca..
Bizim açımızdan ise, Dresden'in içe kapanıklığının sebebi, İkinci Dünya Savaşı'nın son günlerinde, korkunç şekilde bombardıman edilmesinin Almanya'da bile hatırlanmak istenmemesi gibi gözüküyor..
Çünkü, o zamanlar 200 binlik bir şehir olan Dresden, 48 saat süren ağır bir Amerikan bombardımanda, bütünüyle yanıp kavrulmuştu.. Hattâ öylesine ki, Dresden üzerindeki atmosferin hava sıcaklığının 1 200 dereceyi bulduğu ve binaların demir kolonlarının bile eridiği biliniyor..
O yangın yerinden, kaçabilenlerin ne kadarının kurtulduğu kesin olarak belirlenememiştir.. Sadece, şehrin külleri arasından 35 bin kadar insanın kafataslarına ulaşılabilmişti..
Her yıl, Japonya-Hiroşima'ya atılan atom bombasının kurbanları anılır, ama, Dresden halkı, üzerlerine yağan o korkunç ölüm yağmurunun ve ateeş dalgalarının kurbanlarını, yakınlarını anmak imkanından bile korkmaktadırlar, bir suçluluk psikolojisi içinde..
*
Gecenin 03.30 civarında Dresden'e vardığımızda ortalıkta kimsecikler yoktu, tabiatiyle.. Sıcak bir kahve -çay içecek bir yer de yoktu.. Havanın müthiş soğukluğu karşısında, şehrin merkezinde arabamızla bir süre dolaştıktan sonra, yola çıkmaktan başka çaremiz olmadığını gördük..
Başta Doğu Berlin olmak üzere, eski Doğu Almanya'nın hemen bütün şehirleri, eski planlarına göre restore edildiği gibi, Dresden de yeni baştan yapılmıştı.. Son derece modern bir şehir görüntüsü veriyordu.. Prag'daki Vltava'nın devamı olan Elbe Nehri üzerinde kurulmuş bir güzel şehir, Dresden..
Ve Dresden'in, ünlü kiliselerinden Kadınlar Kilisesi (Frauen Kirche) bile yerle bir olmuştu ve onun eski planlarına göre ve aynı şekilde yeniden dikilmesi, birkaç sene önce, yeni tamamlanmıştı.. Bu kilisenin eski bölümünün yapısından kalan tek bir duvar parçası ise olduğu gibi korunmuştu..
*2. Dünya Savaşı'nda yerle bir olan Frauen Kirche'nin eski haliyle yeniden yapılmış halinden bir görünüş..
*
Ve, 4 günde Orta-Batı Almanya'dan başlayıp Güney Almanya'yı ve Avusturya'nın batısını ve Çek Cumhuriyeti'ni ve sonra da kuzeydoğu Almanya'yı içine alan 2500 km.'lik uzuuun bir yolculuğu tamamlamak üzere Dresden'den kalkış noktamız olan Köln'e doğru yöneliş..
haksöz