Selâhaddin Çakırgil
Cumhuriyet, gerçek mânâsına yeni yeni kavuşurken..
Günlük yazıya başladığım ilk gazete olan ve rahmetli Necîb Fâzıl’ın da ‘Adıdeğmez’imzasıyla, başyazılar yazdığı Bâb-Âli’de Sabah’ta 1973 yılında yazdığım ‘Meşveret Cumhûriyeti’ başlıklı bir yazıyı kesip kitaplarının arasında muhafaza eden bir dost geçenlerde getirdi..
Geçenlerde Çengelköy’e gittiğimde, orada da şimdi artık saçını-sakalını beyaza boyamışolanlardan bir âşinâ simâ da, ‘Akıncılar Teşkilatı’nın Beykoz Şubesinin açılışında seni getirmiştik ağabey, hatırlıyor musun.. O zaman, gerçekleşeceğini hayâl bile edemediğimiz ideallerimiz vardı; bugün ülke, genel çizgileriyle o idealleri paylaşanların elinde.. Elbette, siperlerini terketmemeleri Hz. Peygamber (S) tarafından emrolunan Uhud Okçuları’ndan bazılarının ganimet kaygusuyla yerlerini terketmeleri üzerine yediğimiz darbeyi unutanlarımız oluyor. Ama, çoğumuz hamdolsun, bir çizgi sapmasına uğramadık..’ dedi.
***
Başka hâtırâlar da canlandı..
12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nin travmaları henüz devam ediyordu. Müslüman halk kitleleri suskun, ama, derinden dertli idiler..
(Merhûm) Abdurrahîm Karakoç’un bir şiirini, bir inkılab marşı gibi ve hançerelerimizin var gücüyle ‘Hür dünyanınnn göbeğineeee.. Hak yoool İslam yazaaacağızzz…’ diye okuyorduk toplantı ve gösterilerimizde; gözyaşlarımız boğazlarımızda düğümlenerek..
Anadolu’da, hattâ köylerde bile, ‘Cumhûriyet neler getirdi?’ gibi konular tartışılabiliyordu, özellikle (merhûm) Erbakan’ın Millî Selâmet Partisi’nin tutuşturduğu bir meş’alenin ışığında.. Ve eskiden konuşulamayan ve ‘laik tabu’lara yönelik, kıyısından-köşesinden eleştiriler getirildiğinde, ceketinin yan cebine başlığı okunacak şekilde koyduğu ve rejimin adını taşıyan gazeteyle, kendisinde devlet gücünün var olduğunu hissettirmeye çalışan tipler, ‘Sizin, Cumhûriyet kanunlarından haberiniz yok galiba..’ diye gizli tehditli bakışlarla homurdanırlar; yaşlı nesilden olanlar genel olarak, ‘… dalaşacağına çalıyı dolaş..’ mantığıyla susmayı tercih ederlerdi. Çünkü, onlar veya babaları, o Cumhûriyet kanunları adına nasıl ısırıldıklarının, jandarma dipçiklerinin acıları ve hâtıralarıyla büyümüşlerdi.
***
Bir tarafdan da, Soğuk Savaş dönemi vardı. Komunizm tehlikesine karşı kapitalist emperyalizmin psikolojik savaş taktikleriyle şartlandırılmış bir topluma karşı, komunizan ideallerle yetiştirilen ve idealleri uğrunda silahlı mücadeleyi, öldürmeyi ve öldürülmeyi göze alan ve amma halkın temel değerlerinden kopuk ve Sovyet Rusya’dan esen rüzgârlarla yönlendirilen bir solcu gençlik kesimi ise, daha bir fikrî karmaşa içinde idiler. Sayıları bir düzineyi aşan marksist rejimlerin, kendilerini ‘demokratik halk cumhuriyeti’olarak isimlendirmesini bile izah edemiyorlardı. ‘Klasik cumhuriyetten farklı..’ diyorlardı, sadece..
‘Cumhuriyet’in bizdeki uygulamasının, ‘cumhursuz ve cumhur’a karşı bir diktatörlük ve askerî vesayet sistemi’ olduğunu, tadından yenilemeyen bir şey olduğunu yaşayarak görüyorduk.
İşte o zaman yazmışım, ‘Bizim cumhûriyetimizin, cumhûr’un ekseriyetinin inancının aslî çerçevesi içinde ve meşveret usûlüyle olması gerektiği’ne dair yazıyı..
***
Düşündüm.. ‘Neleri tartışmışız’ Ve, niçin?
Cumhûriyet denilen rejimin 50’nci yıldönümündeydik, o zaman..
Şimdiyse, 94’ncü yılındayız.. Hani, ‘Az gittik, uz gittik; bir de baktık ki, bir arpa boyu yol almışız..’ şeklinde bir tekerleme vardır ya; yine mi öyle?
Hayır, hayır!..
Elbette ideallerimizle realite arasında çok derin bir uçurum, bugün de var.. Ve bizler ise, gökyüzünde bir parlak yıldız gibi duran inanç sistemimizi yeryüzüne indirmeyi hayal ediyorduk; ama, yolumuz üzerinde yığınla engeller, bataklıklar, canavarlar vardı. Bugün de var.
Ama, ümidimizi yitirmemiştik ve bugün de yitirmiyoruz.
Bugün de nice zorluklara rağmen, -bir çok yanlışlara ve yapılamıyanlara rağmen- ülkeyi geçmiştekilerin yapamadığı şekilde güzel idare eden kadroların başında bizim inanç dünyamızın içinde yetişen birisi var.
Evet, Cumhûriyet’i resmî ve özel medya kurumlarında anlatan eski kafaların anlattıklarının tersine, bizim kervanımız ilerliyor.
stargazete