Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Darbeciler, Sahi, İktidar Oyunundan El Çekmişler midir?

Ders kitablarından okuduğumuz ihtilallerin, isyanların, devrimlerin nasıl bir şey olduğunu anlayamazdık. Önümüze hemen 1789-Fransız İhtilali ve Rusya’da gerçekleşen 1917- Bolşevik/ Komünist Devrimi getirilirdi.

Fransız İhtilali hakkında konuşmakta bir tehlike yoktu.

Bolşevik Devrimi ve bolşeviklik hakkında ise..

Kapitalizm ve komünizm dünyaları arasındaki ’Soğuk Savaş’ döneminin etkisiyle, herkes toplumu kendi istediği yöne doğru yönlendirecek şekilde propagandalara ağırlık verdiğinden, konunun sağlıklı şekilde anlaşılması pek kolay olmuyordu. Sadece şehirlerin girişindeki ışıklı panolarda M. Kemale aid olduğu söylenen ’Türklük âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmeli!  lafı göze çarpıyordu.

’1956- Macaristan Ayaklanması patlak verdiğinde, henüz ortaokul birinci sınıftaydım ve Budapeşte sokaklarında, komünist rejime karşı -ilginçtir, komünist rejimin başbakanlığına getirilen İmre Nagy’nin gizli desteğinde- ’Nem- Nem! Şuha!..’(Hayır-Hayır! Asla!..) feryadları ile ayaklanan halk kitlelerinin Sovyet tankları tarafından nasıl ezildiğine dair korkunç haberleri kıt imkanlarımızla takib ediyorduk.

İmre Nagy’nin daha sonra Rusya’ya götürülüp oralarda öldürüldüğüne dair trajik haberler de körpe yüreklerimizi burkardı. (2012’de Budapeşte’ye gittiğimde, şehrin merkezindeki bir İstihbarat binasının bodrumunda, İmre Nagy’nin ve diğer siyasî suçluların kapatıldığı tek kişilik korkunç zindan hücrelerini görmüştüm. Şimdi, o zulüm mekanizmasını işleten patronların isimleri bilinmiyor bile.. Ama, İmre Nagy, halkına hizmet uğrunda, hayatını veren bir özgürlük kahramanı olarak heryerde hatırlanıyor.)

*

Ama, en sert ihtilal/ devrim hareketini Irak’da görmüştük, Temmuz 1958’de..

Irak’daki krallık rejiminin tepe noktasındaki asıl kişi olan Veliahd Abdulillah ve Irak başbakanı Nurî Said Paşanın tam da Bağdad Paktı toplantısına katılmak üzere Ankara’da beklendikleri günün sabahında, dünya korkunç kanlı bir askerî darbe haberi ile şoke oluyordu. 15 yaşındaki Kral Faysal ile amcası Veliahd ve aileleri kanlı şekilde öldürülmüştü. (40 yıllık ingiliz uşağı ve eski Osmanlı askeri olan ve) Kayıplara karışan Başvekil Nurî Said Paşa ise, üç gün sonra, kadın kılığında çarşaf içinde gizlenirken yakalanmış ve bir arabanın arkasına bağlanıp Bağdad sokaklarında canlı canlı sürüklenerek can vermişti.

O zaman ihtilalin, darbenin ne demek olduğunu, ilk kez, en korkunç çehresiyle o zaman hissetmiştim.

O ihtilal gecesi, Veliahd Abdulillah ve Başvekil Nurî Said Paşa’ya, ’Bağdad’da askerî birliklerin hareket halinde olduğu söylendiğinde, ’başlarında kim var?’  diye sorarlar;  ’General Abdulkerim Qaasım.. denilince, Kraliyet rejiminin başındakiler rahatlarlar.. Çünkü, General Qaasım, Bağdad Sarayı’nın has generallerindendir.

Bu general , o kanlı darbeyi yaptıktan 5 sene sonra, Şubat-1963 başında, bir fransız gazetecisine verdiği mülakatta, ’Ben ayağımı yere sıkı basarım..’ dedikten sadece iki gün sonra sahnelenen bir diğer askerî darbe ile devriliyor, bombalanan sarayın yıkıntıları arasından çıkarılıp, saçından sürüklenerek hemen oracıkta bir sandalyeye oturtuluyor ve güya muhakeme ediliyor ve hemen oracıkta tv. ekranları karşısında kurşuna diziliyordu.

*

17 Eylûl günü, Adnan Menderes’in öldürülüşünün  53 .yıldönümündeki yayınlara bakınca.. İlk gençlik yıllarımın içinde geçtiği o günlere döndüm yeniden..

Edhem Menderes adında, Menderes ailesinin geniş çerçevesi içinde yer alan bir isim vardı, M. Müdafaa Vekili (M. Savunma Bakanı) olarak..

Genelkurmay Başkanlığı da doğrudan Savunma Bakanı’na bağlıydı, o zaman..

Dönemin KKK. Komutanı Org. Cemal Gürsel, 3 Mayıs 1960 tarihinde yani, ihtilalden 24 gün önce bir mektub yazar Edhem Menderes’e.. Ve, siyasî buhranın yatıştırılması için Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın makamından ayrılması gerektiği görüşünü dile getirir.. O bile bir generalin işi ve yetkisinde olmayan cür’etkâr bir istektir. Ama, Gürsel, o mektubunda, memlekete hizmet etmekte Adnan Menderes’e büyük ümidler beslediğini de bildirir.

Bu mektub daha sonra, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı adıyla kurulan  düzmece mahkemede okundu.. Ama, Adnan Menderes’in övüldüğü kısımlar sansürlenerek.. ’Cemal Aga ihtilalden önce  onları uyarmıştı.. diye gazetelerde kocaman başlıklarla verildi.

Edhem Menderes’e sorulduğunda, ’Adnan Bey’in hışımlanıp, Cemal Paşa’ya kötülük yapabileceğini düşünerek o mektubu Başvekil’e vermediğini’  açıkladı.

Riyaset-i Cumhur (Cumhurbaşkanlığı) Muhafız Alayı’nın, -yani Celal Bayar’ı korumakla vazifeli birliğin- komutanı, Osman Köksal adında bir kurmay albaydı.

Sonra bu kişi, Millî Birlik Komitesi diye anılan 38 kişilik darbeci subaylar birliğinin içinde yer aldı.

Bu subayların içinde Muzaffer Özdağ, Numan Esin ve Ahmet Er gibi henüz 30 yaşın altında ve yüzbaşı rütbesinde gencecik kimseler bile vardı ve ülkenin yönetimine el koymuşlardı. Ahmet Er, İstanbul Radyosu’nu korumakla vazifeli askerî birliğin komutanıydı. (Ki, o zaman, tv. zaten yoktu, özel radyolar da yoktu; Ankara ve İstanbul Radyosu gibi iki temel radyo vardı, Ahmet Er de işte  bu İstanbul Radyosu’nu koruyan birliğin komutanı.. Haliyle de, ihtilal olduğunda, radyo daha baştan ellerindeydi.)

*

Burada, o karanlık ihtilal dönemi, bütünüyle anlatılacak değil.. Bu, mümkün de değil..

Bu tabloları, kendisini, niyetini gizleyen kişilerin neler yapabildiklerinin  gösterilmesi ve bugün ders çıkarılması açısından, ilginçliği hasebiyle hatırlamakta fayda olsa gerek..

Hatırlayalım ki, Yassıada’daki düzmece mahkemede bilinen hukuk kuralları açısından asla kabul edilemiyecek bir yöntem izlendiği dile getirildiğinde, Salim Başol isimli mahkeme başkanı, utanmadan; ’Ne yapalım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.. diyecek kadar hür ve bağımsız bir yargıç (!) rolündeydi.

Halbuki, o söz, o tarihten henüz 15 sene öncelerde, Nürnberg’de, Hitler Almanyası’nın sorumlularını ’savaş suçluları’ olarak yargılamak için, B. Amerika ve müttefiklerince kurulan ünlü düzmece mahkemede söylenmesiyle meşhurdu. Hitler rejiminin, Nazi rejiminin büyük başları ve yüksek komutanlar, bu düzmece mahkemeye, ’Evet savaştık ve yenildik. Bizi öldürebilirsiniz, ama ülkemizi korumak için savaştığımızdan dolayı suçlu diye yargılamayazsınız; böyle bir yargılama asla kabul edilemez..’ kabilinden itirazlarını bildirdiklerinde, o mahkemenin Amerika’lı başkanı, ’Ne yapalım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor! diyordu. Hukuk adına bir utanç klişesi haline gelmiş olan bu söz, Nürnberg’den 15 sene sonra da Yassıada’da tekrarlanıyordu.  Mâlum kemalist-laik kesimden olanlarca doldurulan dinleyicilerin sanıkları yuhlamalarını bile milletin tepkisi olarak değerlendiren bir uyduruk mahkeme..

O sözde yargılamalar sırasında ne korkunç sahneler sergilenmişti. Başta Adnan Menderes olmak üzere, koğuşlara doldurulan yüzlerce siyasetçiye, subayların hakaretleri, dayakları ve aileleriyle görüştürülmeyişleri ve en akıl almaz uygulamalar.. Aileleri arasındaki mektublara bile el konuluyordu. Bu mektublarda 50 kelimeden fazla yazılamıyacağı da emrediliyordu. Adnan Menderes’in mektubları, 50 Kelime adıyla yayınlanmıştır ve ibretle, acıyla okunulacak bir utanç ve ızdırab yumağıdır.

Bunlar unutuldu.. Şimdiki nesiller daha çok 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihli askerî müdahaleleri hatırlıyorlar. Her askerî darbe korkunçtur, ama, herhalde bunların hiçbirisi, 27 Mayıs’da yapılanlarla kıyaslanamaz.

Düşünülsün ki, en üst kadrodan Celal Bayar dahil, 15 kişiye ölüm cezası verilmiş ve bunlardan sadece Başvekil Adnan MenderesDışişleri Bakanı Fatin Rüşdi Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın hükümlerinin uygulanmasına karar verilmişti..

Adnan Menderes, idâm kararı ihtimaline karşı, önceden biriktirdiği uyku haplarını yutarak intihara teşebbüs etmiş, komaya girmişti. Onu iki gün kaldığı komadan çıkarmak ve idâm etmek için subaylar o kadar istekliydiler ki, yurt dışından ilaçlar getirtiyorlardı. Menderes kendisine gelebilmişti.. Kendisine gelir gelmez, ona hemen ’sağlam raporu verilmesi emrediliyordu. Sağlam olduğunu belirlemek için, o anda bile, onu küçük düşürmek üzere, prostat muayenesi yapılmasına karar veriliyordu.

Onunla da yetinilmiyordu. Adamcağız, ihtiyacını giderecek, tuvalete gitmek istiyor. İzin vermiyorlar.. Bir teneke getiriyorlar, subayların kahkaha ve alayları arasında, ’Haydi yap..’ diyorlar.. Menderes ’Utanıyorum..’ diye yalvarsa da, izin vermiyorlardı, tuvalete gitmesine.. O subaylar arasında, 28 Şubat 1997 zorbalığı günlerinin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ve ünlü generallerinden Teoman Koman’ın da bulunduğu kendi beyanlarından anlaşılıyor.

Yassıada’daki o utanç verici ve zulüm âbidesi olan yargılamalar ’Büyük Türk Milleti adına yargı yetkisini kullanan.. diye belirtilen bir mahkemece yapılıyordu; milletin ise, öyle bir yetkiden haberi bile yoktu, bir de kan ağlıyordu.

Yassıada’yı, orada m.vekili olarak yargılanan ünlü şair Faruk Nafiz Çamlıbel bir dörtlüğünde şöyle anlatmıştı:

’Bilmiyor gülmeyi sâkinlerinin binde biri..

Bir vatan derdi birikmiş, bir avuçluk karada..

Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür,

Mavi bir gözde elem katresidir, Yassıada..’

*

Niceleri sanıyor ki, ’artık geçti, o dönem..’

Hiç de o kadar emin konuşmamak gerekir..

27 Mayıs’ı, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980, 28 Şubat 1997 askerî müdahaleleri  izledi.. O müdahalelerde de ne büyük zulümler yapıldığını tekrara ne hâcet..

27 Nisan 2007’de de Genelkurmay Başkanlığı’nca bir muhtıra yayınlanarak aynı netice alınmaya çalışıldı. Ama, o zaman, karşılarında Tayyîb Erdoğan gibi sert bir kaya buldular da, geri çekilmek zorunda kaldılar.

Bir zamanlar dünyanın en gelişmiş ordularından sayılan Yeniçeri, bünyesine siyasetle meşgul olmak mikrobu girdikten sonra, Osmanlı’nın son 300 yılında ne büyük acıları yaşatmışlardı, halkımıza.. Ama, Cumhuriyet dönemi ise, taa başından beri bu Yeniçeri Hastalığının hecmeleri içinde geçmiştir. Şimdilerde biraz biraz disipline edilmiş gibi gözüküyor, durum..

Ama, hiç de fazla güven içinde olmamak gerekir.

Mısır’da, Muhammed Mursî, mevcud subaylar arasında yine de kendisine en yakın bulup güvendiği ve ordunun başına getirdiği Gen. A. Fettah es’Sisî isimli kurnaz ve hain bir darbeci tarafından indirildi, iktidardan; dünyanın alkışları arasında..

Cezayir’de müslüman halk, 130 yıllık bir fransız sömürgeciliğinden 1962’de güya kurtulduktan sonra, 30 yıl sürecek bir katı laik-sosyalist rejimin  pençesine düşmüştü.. 1992 başında ise, yapılan ilk serbest seçimlerde Abbas Medenî liderliğindeki  İslamî Selamet Cebhesinin (FİS- Le Front İslamique Salvation) yüzde 85 oyla iktidara geleceği ortaya çıkınca.. Aynı gece, generaller yönetime el koyup, seçim sonuçlarını geçersiz ilan ettiler ve yıllarca süren kanlı bir kargaşa sahnelendi.

Türkiye medyasında o zaman yapılan tartışmaları hatırlayalım.

Sağcısı- solcusu, laik’i, kemalist’i, ülkücüsü, marksisti, ’İslamcı’sı, herkes sözbirliğiyle, Cezayir’deki darbeyi lanetliyorlardı ve halkın iradesine  karşı yapılacak bir müdahale asla kabul edelimez.’ diyorlardı.

’İslamcı’ denilen nice yazarlar bu durumu çok güzel bir gelişme olarak değerlendiriyordu, tabiatiyle.. Ama, 28 Şubat 1997 Askerî Müdahalesi’nde ve hattâ, 27 Nisan 2007 gecesi yayınlanan muhtıranın ilk saatlerinde, 1992’lerde askerî darbelere karşı çıkmak üzere söz birliği yapan tatlı su özgürlükçülerinin nasıl hemen yön değiştirdikleri ve silahlı güçlerin gölgesinde kendilerine bir yer bulabilmek için nasıl çırpındıkları hatırlanmalıdır.

Geçmişteki yaşanan darbeleri, bu dikkatle de değerlendirmek, yarınlar için de faydalı olabilir.

haksöz

Bu yazı toplam 1081 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar