Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Diplomasi sürprizlerle şekillense de, "panik yok!"

Dünyanın bir çok büyük şehrinin en merkezî yerlerinde, çeşitli vesilelerle, hattâ bazan reklamlarda bile görülen bir hatırlatma cümlesi göze çarpar: "Don"t Panic!"

Yani, "Panik Yok!" Ya da, paniklemeyiniz!

Bunu kendimize de söyleyebiliriz:

Paniklemeyelim!

2 seneye yakın zamandır arab beldelerini kasıp kavuran‚ "halk patlamaları"nı hâlâ ve ısrarla, sadece emperyalistlerin dizanyn etmiş, tertiblemiş olabileceğini söyleyenlere, o takıntıdan kurtulamayanlara, -bu arada bazı dostlara bile- söyleyecek bir söz yok.. Çünkü, herşeyin sadece emperyalistler tarafından tanzim edildiğini düşünenler, o kadar kesin konuşuyorlar ki, hattâ, "takdir-i ilahî"ye bile yer bırakmıyorlar..

Halbuki, "takdir"in üstünde de bir takdîr vardır.."

Kendi hür iradelerine göre, kendi vicdanlarındaki ve kalblerindeki ölçülere göre olması gerekeni, ideal ölçüleri hiç hatırlamadan; fiiliyatta, sadece, "filan devlet, filan lider, filan makam ne diyorsa, ben onu kabul ederim.." diyenlerin durumu ise daha bir facia.. Bu gibilerin, düne kadar, nice rejim ve kadrolar hakkında, toplumları şer"an yönetme hakkının olup olmadığı konularını düşünürken, bugün, nice zâlim rejim ve kadrolara, diktatörlüklere alkışçı ve destekçi durumuna düştüklerini tekrarlamaya gerek yok..

Bu gibiler arasında, düne kadar, İslamî hassasiyetler adına inqılabçı tavır ve idealler sergileyen nice dostlar da bulunuyor.. Ve o gibilerin bugün, 50 yıllık bir diktatörlük rejimine, -hayalî bir Direniş Cebhesi adına..- destek vermeleri, zehirden, mikroptan şifa ummaları karşısında insanın nutku tutuluyor.. O gibiler, düne kadar, Saddam"ın Baas ideolojisini ve Baas Partisi kadrolarını "tekfir" ederken, bu gün, aynı çevrelerin Baas ideolojisinin bir diğer Baas rejimini ve onun Suriye"deki 43 yıllık (Baba-Oğul) Esed Hanedanı"nın zorbalık ve diktatörlüğünü teyid etmeleri, benimsemeleri karşxısında hayıflanmamak elde mi?

Bir diğer grup eski dostlarımız var ki, onlar daha bir hayret uyandırıyorlar..

Çünkü, bu gibiler, "Bize danışılsaydı, Suriye Mes"elesi bu noktaya varmazdı.. Suriye konusunda sağlıklı tahliller yapılamadı, bu kadar direneceği hesab edilemedi, Beşşar Esed"in ve rejiminin bu kadar çetin ceviz olacağı da öngörülemedi.." noktasındalar..

Yani, bu gibiler neredeyse, ellerinde sihirli bir iksir varmışcasına, dışsiyasette müthiş önerilerinin olduğunu ihsas ettiriyorlar..

Hele, "Yahu, düne kadar can-ciğer kuzu sarması gibiydiler, bir anda n"oldu böyle?" diyenlere nasıl bir karşılık verilmeli? Bu gibiler, sanki, kardeşler arasında bile, kanlı-bıçaklı ve ölümle biten kavgaların olduğunu bilmiyorlar gibi.. Ya da, kendi hayatlarında da, düne kadar en yakın bildikleri kimselerden nicelerini en azılı düşman gibi telakki etmeye başlamamışlar gibi..

Bu gibi konuları gözönünde bulundurmayanlar, dünkü dostlarının onbinleri katleden azılı bir kaatile dönüştüğünü gördüklerinde, sahi, duruma, hiç bir şey olmamış gibi bakabilirler mi?

Türkiye-Suriye arasında neredeyse savaş merhalesine varan gerilim konusuna da, bu açıdan bakmak gerekmez mi?

Ne yapılabilirdi, yani?

Diğer arab beldelerindeki hep ezilmiş, sindirilmiş büyük kitlelerin hışımlarının bir anda, bir yanardağ gibi kızgın lavlar püskürtmeye başlayıverdiği "halk patlamaları", diktatörlük rejimlerini arka arkaya devirirken, -Yemen hariç- hemen herbirisine şu veya bu şekilde müdahil olmaya çalışan ve diktatörlere, halkın taleblerinin yerine getirilmesi ve de iktidarlarını bırakmaları çağrısında bulunan bulunan etkili bir bölge gücü olarak algılanan bir hükûmet, diğer ülkelerdeki duruma benzer gelişmelerin, 900 km.lik bir ortak sınır sahibi olduğu komşu bir ülkedede patlak vermesi karşısında, işlenen cinayetlere, kitlelerin öldürülmesine, şehirlerin bombardıman edilmesine gözlerini kapayıp, hiç oralı olmamalı, ticaretini sürdürmeli, o kanlı iktidarla, halkıyla böylesine bir boğuşmaya girmediği zamanlardaki gibi, münasebetlerini normal olarak sürdürmeli miydi?

Suriye siyaseti konusunda, elbette bazı hatalar bulunup eleştirilebilir, ama, hele de o kan ve ateş dalgalarının size de ulaşması ihtimalinin de güçlü olarak karşınızda olduğunu gördüğünüz öylesine bir kanlı tablo karşısında siz olsanız, evet, özü itibariyle, nasıl davranabilirdiniz?

Kaldı ki, dışsiyaset, -adı üstünde-, dış etkenlerin, yığınla ellerin devreye girdiği bir alandır ve bu alandaki oyuncuların bütün hesablarını, öngörülerini, tahminlerini alt-üst eden yeni bir durumla her an karşılaşılabilir. Gerçi, bu gibi beklenmiyen durumlar içsiyaset sahnelerinde de olabilir, ama, hele dışsiyasette, bu, daha bir beklenmelidir.

Nitekim, bir yolcu uçağıyla taşınmaması gereken askerî silah ve techizatın taşındığı ihbarı üzerine, Türkiye hava sahasında 10 Ekim akşamı Ankara"ya indirilen Suriye yolcu uçağının ortaya çıkardığı gerilim, bir anda, bütün dünyayı diken üstüne getiren yeni bir durum ortaya çıkarıverdi.. Tabiî, bu gelişmelerin, Urfa- Akçakale"ye top mermilerinin düşmesi ve sivil insanların can kaybına vesile olması ve T.C."nin de derhal o top bataryalarını susturmak için mukabelede bulunmasıyla yeni bir safhaya giren Türkiye- Suriye gerginliği sonrasında gegerçekleşmiş olması da dikkat çekicidir..

Bu uçak indirme konusunda, sorumlu duruma düşenin sadece Suriye rejimi değil; taraflardan birisi olarak, Rusya"nın da olması problemi bir anda daha bir ısıttı.. Çünkü, uçakta bulunduğu bildirilen silah veya teçhizatın sahibi, o.. Ve bir iç-savaş yaşanan Suriye"de taraflardan birisine silah desteği sağlamış duruma düşüyor..

Ve Rusya Dışbakanı Sergei Lavrov, 12 Ekim günü, uçakta radar techizatı olduğunu itiraf etti, ama, bunların silah olarak sayılamıyacağını söyledi..

T.C. yönetimi, bu konuyla ilgili ihbarı aldığında, oldukça sıkıntılı bir duruma sürükleneceğini tahmin etmiştir herhalde.. Bu ihbarı her kim ve hangi yollardan yapmış olursa olsun, o yapıldıktan sonra, oralı olmaması, Türkiye"yi sorumlu duruma düşürürdü.. Ama, yolcu uçağına müdahale edip indirdikten sonra da, Rusya ve Suriye ile daha bir gerilimli noktaya sürükleniverdi..

Suriye ve Rusya"nın gerek medyasının ve gerekse resmî makamlarının Türkiye"yi ağır şekilde suçladığını belirtmeye gerek yok.. Aynı şekilde, İran medyasının da, Suriye televizyonundan verilen ve Ankara"da yolculara ağır baskılar uygulandığına dair iddiaları bile, tahkik etmeye gerek duymadan, olduğu gibi yayınlaması ve hattâ ağırbaşlı Cumhûrî-i İslamî gazetesinde bile, Tayyîb Erdoğan"a ağır suçlamaların yapılması, uluslararası bir saf tutmanın böylesine basit sayılabilecek hadiselerden bile nasıl etkilendiğini göstermesi bakımından ilginçtir..

Hattâ, Irak Başbakanı Nuri Mâlikî"nin bile, 11 Ekim günü, Moskova"da, Rusya ile 4 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladıktan sonra yaptığı basın toplantısında, "Türkiye küstahça davranıyor, uluslararası toplumca durdurulmalı.." gibi düşmanca beyanlarda bulunması da, bu saf tutmanın kısa sürede nerelere varacağını göstermesi bakımından düşünülmesi gereken bir durumdur.

Bu günlerde, derinden derine, 6 Kasım günü yapılacak Başkanlık seçimi ile meşgul olan Amerikan emperyalizmi, Türkiye"nin bu konuda hak ve yetkisinin olduğunu belirtiyor.. Ancak, seçimi 4 yıldır başkanlık koltuğunda oturan Barack Hussein Obama kazanırsa, takib edeceği siyaset aşağı-yukarı tahmin ediliyorsa da; Mitt Romney"nin kazanması halinde, G. W. Bush döneminin daha azgın saldırganlık siyasetlerine dönüleceğinin ihtimali de ortada..

Aynı şekilde, Fransa da Türkiye"ye destek veriyor.. NATO da, üyesi olan Türkiye"ye açık destek veriyor gibi yaptı..

Ama, NATO Genel Sekreteri Rasmussen, 10 Ekim günü, "Gerektiğinde Türkiye"yi savunmak ve korumak için gerekli tüm planlarımız hazır.." dedikten hemen sonra, "sözlerinin Türkiye"ye, NATO"nun askerî açıdan destek vereceği anlamı içermediğini" belirtmek zorunda kaldı..

Hatırlayalım ki, B. Amerika"nın kendi iç güvenlik zaaflarından dolayı ve Amerika içinde meydana gelen 11 Eylûl 2001 Saldırıları için bile, Amerikan Hükûmeti , bütün NATO üyelerini, NATO Andlaşması"nın 5. maddesine göre, kendisini savunmaya mecbur etmişti..

Ama, şimdi, farz-ı muhal, NATO üyesi Türkiye"ye bir saldırı olsa, NATO"nun ipe un sereceğinin işaretleri beliriyor..

Türkiye"nin bu durumu iyi değerlendirmesi ve 200 yıldır Avrupa"ya bağlılık siyaseti izleyen Osmanlı ve T.C."nin hele de son 60 yıldır -yüzde 5"lik jandarma gücü hariç- ordusunu bütünüyle emrine verdiği NATO"da ancak, emperyalist dünyanın maslahatı sözkonusu olunca Türkiye"nin dost olarak algılanacağının, ama, başka zamanlarda, Türkiye"nin kendi derdiyle başbaşa bırakılacağının artık daha bir anlaşılması gerekmekte..

Türkiye"nin, NATO"daki rol ve yerinin ne kadar gereksiz ve bir emireri konumunda olduğunu, bu gelişmeler daha bir göstermektedir. Bu durum, Türkiye"ye, NATO cenderesinden kurtulmak için fırsatlar sunmaz mı, dersiniz?

İlginçtir ki, 14 Ekim günü, Türkiye"ye gelmesi planlanan Rus lideri Putin"in, bu gezi öncesinde, "NATO"nun varoluş gerekçesini yitirdiği"ne dair bir beyanda bulunması ve arkasından da, Türkiye"ye yapacağı geziyi 3 Aralık tarihine ertelemesi, dünya siyasetinin kısa sürede çok farklı şekiller alabildiği günümüzde, yarınları daha bir belirsiz hale getirmektedir..

*

98 sene önce, 1914 Haziranı"nda, Saraybosna"da, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu"nun arşidük"ü, /veliahdi, (gelecekteki imparator olacağı önceden ilan edilen ismi) olan Ferdinand ve eşini öldüren sırb genci, herhalde eyleminin, 60 milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bir Dünya Savaşı"na müncer olacağını tahmin edemezdi..

Ama, bu suikasd üzerine Avusturya-Macaristan İmparatorluğu"nun, derhal Sırbistan"a savaş açması, Rusya"nın Sırbistan"a sahib çıkması üzerine; Almanya"nın da Avusturma- Macaristan İmpratorluğu yanında yer alması, İngiltere ve Fransa"nın da Rusya ile birlikte hareket etmesi ve, Osmanlı"nın da Almanya yanında saf tutması..

Derken..

Bütün bir dünya, bu kutublaşmada, saflaşmada yerini aldı ve sonrası, mâlûm..

Korkunç bir boğuşma.. Yıkılmaz sanılan nice imparatorluklar, devletler ve medeniyetler gitti..

60 milyon, -belki bilinmeyeniyle 100 milyona yakın- insan yokoldu.. Arkasından imzalanan Versailles Barış Andlaşması ise, -maruf deyimle-, "barışı yok eden barış"ı ortaya çıkardı ve 20 sene sonra da, ikinci bir Dünya Savaşı daha kaçınılmaz hale geldi.

Bir 100 milyon daha eridi.

Ve, bu hikayenin üzerinden henüz 100 bile geçmedi..

İnsanlık bu çılgınlıklara yeniden girmeli mi, girmemeli, diye düşünürken, ibret alınmazsa; tarih bir masal olarak okunur geçilir ve o masal da hükmünü acımasızca icra eder..

Biz müslümanlara düşen, "elle gelen, düğün-bayram.." teslimiyetçiliğine kapılmadan, insanlar, toplumlar ve devletler arası ilişkilere Allah"ın koyduğu kanunlar içinde ve hikmeti kavramaya çalışarak bakmak, hak ve hayırlı olanı tercih dikkatini gözetmek olmalıdır.

Ama, her müslüman kişi veya toplum da, bu iddiada bulunursa, o zaman ne yapılacaktır?

Evet, paniklemeden, asıl düşünülmesi gereken konu, bu..

*

"Osmanlı tarihçisi" Avusturya"lı Joseph Hammer"in mezarı başında..

Ve, bir geziden kısa bir not..

Geçen hafta, 5-8 Ekim arasında Viyana"daydım.. Daha önce, son 4-5 ay içinde, Fransa"nın Paris, Strasbourg, Mulhaussen, İsviçre"nin Basel, Zurich ve Macaristan"ın Komarom ve Estergon şehirlerine, Slovakya"nın başkenti Bratislava"ya da gitmiştim, ama, günlük konuların içinde bu yerlere aid gezi notlarına yer ayırmaya fırsat olmadı.. Onlara dair bazı tesbitler için, ileride bir vesileyle gerekenleri dile getirmek müyesser olur, inşaallah..

Ama, geçen haftaki Viyana gezimden bir kesiti okuyucuyla gecikmeden paylaşmak istedim..

Daha önce de gittiğim Viyana"da, daha önce gidemediğim bir yer vardı..

Bu yer, bir mezarlıktı..

Bu mezarlıkla ilgili olarak, bir yazının dipnotunda bir-iki satırlık bir bilgi notunu okumuştum, yıllarca önce..

O notta, 1774-1856 yılları arasında yaşamış olan ünlü Osmanlı tarihçisi ve Hâfiz-ı Şirazî"nin Divan"ının farsçadan almancaya mütercimi olan Avusturya"lı Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall"in mezarının Viyana yakınlarındaki (mânâsı, Yenikale Manastırı demek olan) Klosterneueburg mezarlığında olduğu ve mezar taşının üzerinde de, "Ziyaretden murâd, ancak duâdır,/ Bugün bana ise, yarın sanadır.." beytinin osmanlıca olarak yazıldığı bildiriliyordu..

Ancaak, ortada bir fotoğraf yoktu"

Bu iddiayı zihnimin bir kenarına yazmış ve, "Bir gün, Viyana"ya gidersem, bu mekânı görmeliyim.." diye bir not düşmüştüm..

Bu son seferimde, fırsat bulunca, ılık bir sonbahar günü olunca, Viyana merkezine 35-40 km. mesafedeki sözkonusu mekana doğru yollandık..

Bizim Karadeniz kıyılarını andıran dereler ve yeşillikler içindeki Wiedling köyünün mezarlığını bulmak çok zor olmadı..

Bu mezarlığın ünlü komutanlar, kardinaller, doktorlar, filozoflar, san"atkârlar, siyasetçiler, zenginler, kompradorlar vs. tarafından tercih edildiği anlaşılıyordu.. Esasen, mezarlığın girişinde (Ehren Gräbenen) "Ünlüler /Seçkin Şahsiyetler Mezarlığı" diye bir not vardı ve içerdeki ünlülerden 8-10 tanesinin ismi yazılmıştı. Bunlardan birisi de Josef Hammer idi ve karşısında da‚ "orientalist" (şarqiyatçı/ doğubilimci) diye açıklama notu yazılmıştı..

Özellikle Avusturya -Macaristan İmparatorluğu"nun son 200 yılındaki yüzlerce etkili ismi, şimdi burada ebedî uykularındaydılar..

Üzerinden bir asır geçmiş olan mezar taşları, ne kadar sert granitlerden yapılmış olursa olsun, zamana çoğunlukla yine de dayanamamışlar ve yağmur, soğuk, sıcak vs. etkilerle aşınmışlar, üzerlerindeki yazı veya figürler büyük çapta silinmişti..

Çoğu mezar taşlarının lüks granit taşlarından ve diğer mermerlerden olması hasebiyle, bu mekanın ayrı ve üst sosyal sınıf anlayışına göre tanzim edildiği hemen göze çarpıyordu. Ama, işte hepsi, burada, bütün varlıklarını bir avuç toprak ve bir-iki taş görüntüsünde anlatılmaya çalışılan seçkinlik, başarı veya zafer iddialarıyla yatıyorlardı..

Gerçek hikâye ise, "Bir varmış, bir yokmuş.." idi..

Bir hristiyan mezarlığı olması hasebiyle, hemen bütün mezar taşlarında HAÇ işareti ve diğer hristiyanî işaret ve semboller veya İncil"lerden aktarılan bazı âyetler vardı.. Bazı mezarların başucunda ise, Hz. İsâ Mesih (as)"ı temsil ettiğine inanılan çarmıha gerili heykelcikler veya -sözde- melek tasvirleri dikkat çekiyordu.. Birkaç yerde de, 8-10 metre yüksekliğinde sütunlar ve bu sütunların üzerinde de, yine melek tasviri diye değerlendirilen yontular göze çarpıyordu..

Böyle bir mekanda, gözlerim Hammer"in mezarını aramaya çalışırken..

Bir de ne göreyim..

Karşımda kocaman bir mezar taşı.. İnsana, âdetâ, Klosterneueburg"da değil de, İst.-Eyyub Sultan veya Karacaahmed"de bulunuluyormuşçasına bir hava yansıtıyordu..

Üzerinde ne bir Haç işareti, ne bir heykelcik veya başka resim..

Çünkü, mermere, "Huvelbâqî" (Bâqî ola, ancak O"dur!) yazısı bir mühür gibi kazındıktan sonra, devamında, Kur"an-ı Kerîm"den, "Kull-i nefsin zaiqa-t-ul mevt.. İnnalillahi ve inna ileyhi râciûn.." ve diğer âyetler yazılıydı..

Ayak ucunda da, "Huvel"Hayy" (Ebedî hayat sahibi olan, ancak O"dur!) yazısının altında, Merhûm ve mağfûr ve rahmete muhtâc.. (") Yûsuf bin Hammer" yazısı göze çarpıyordu..

Ayak ucundaki taşın iç yüzünde ise, epeyce yıprandığı için, iyi okunamıyan bir farsî beyt ve altında da, "Ziyaretden murâd ancak duâdır, / Bugün bana ise, yarın yarın sanadır.." beyti..

(Dua ve sana kelimelerinin kafiye oluşturmadığı söylenebilir, ama, "sana"nın (n)si, osmanlıcada nunlatan kef denilen ve genizden gelen bir (nğ) sesi ile verildiğinden, o kafiye mes"elesi sözkonudu değildir..)

Mezarın başucu taşının iç kitabesinde ise bir farsî ve sonra da, yine osmanlıca bir beyt.. "Bir hoş bülbül geldi cihâne, / Uçdu ahrete çû pervâne.. (Pervane gibi..) " yazısı okunuyor..

Mezarın gövde kısmında ise, o âyetlerin mânâsı, almanca, ingilizce, ispanyolca, fransızca, latince ve grekçe olarak da verilmiş..

Ve bütün bunlar Hammer"in vasiyeti gereği yapılmış..

Hemen yanıbaşında yatan eşi Caroline ile, Viyana Sarayı"nın mütercimi olan oğlunun kabirlerinde de hiç bir hristiyanî işaret yok.. Bu üç mezarı buraya bağlayan, ötekilerin kültürüne aid isimleri taşımaları..

İnsan, etkileniyor tabiî..

Düşündürücü bir durum.. Kaldı ki, bu satırların sahibi, Hammer"in "Osmanlı tarihi" üzerine yazdıklarından pek çoğunu ve tarihçilerin onun hakkında yaptığı değerlendirmeleri on yıllarca öncelerde okumuş birisi olarak, Hammer"in müslüman olduğuna dair hiçbir bilgiye sahib değildi..

Ama, burada fiilî olarak sergilenen tablo, sanki, müslüman bir insanın mezarı karşısındaymış gibi bir intiba bırakıyordu insanın üzerinde.. Ve bu yazıları anlayanlardan (müslüman ziyaretçilerinden) bir dua taleb ediyordu.. Ve onu yerine getirmek gerekiyordu, herhalde..

Bu kabristanda, Joseph Hammer -veya kendi vasiyetine göre yazdırdığı şekilde Yûsuf bin Hammer- en azından bu mezar taşına yazdırdıklarıyla bizim cihanşumûl değerlerimizin tebligatını yapıyor..

Ama, daha da ilginç ve düşündürücü olan taraf ise, herhalde, oldukça dindar bir Avusturya kasabasındaki halkın, kendi mezarlarının arasındaki bu mezara bu haliyle yer vermeleri ve ona karşı hiç bir saygısızlıkta bulunmamaları.. Bu, sadece onun ünlü bir orientalist olmasına duyulan saygıdan gelmiyor herhalde.. Ve böyle bir tablonun tersinden benzerine, her toplumda böyle bir saygı gösterilebilir mi; bunun cevabını da herkes kendi vicdanında vermelidir..

*

Aşağıda, bu ziyaretten birkaç görüntü..

*

cakirgil-20121013-01.jpg

*Yüzlerce hrıstiyan mezarı arasında bir farklı mezar; ziyaretçilerine bir şeyler söylemez mi?

cakirgil-20121013-02.jpg

*"Bütün nefisler ölümü tadacaktır" ve "İnnallahi ve inna ileyhi râciûn" ve devamı (..) âyetler

cakirgil-20121013-03.jpg

*"El"merhûm ve-l"mağfûr ve-l"muhtâc-ı "ilâ rahme-t-en (") Yûsuf bin Hammer"

cakirgil-20121013-04.jpg

*"Bugün bana ise, yarın sanadır.." diye dua isteyene siz olsanız ne yaparsınız?

cakirgil-20121013-05.jpg

*Âyetlerin fransızca tercümesi..

haksöz

Bu yazı toplam 2088 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar