Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

En büyük güç, emperyalist- şeytanî güçler midir?

Rakibi, hasmı, düşmanı küçük görmek, önemsiz saymak büyük yanlıştır, doğru..

Ama, olduğundan fazla büyütmek de aynı şekildedir.

Çünkü, herşeyi komplo teorilerine göre izah etmeye başladık mı, bize yapacak fazla bir şey kalmadığı, hareket alanımızın olmadığı gibi bir noktaya bile sürüklenebiliriz.

Ki, bunun son zamanlarda çokça yapıldığı görülüyor.

Muhakkak ki, her hayırlı hareketin yolunu kesmek için, yolumuz üzerinde bir takım şeytanî- emperyalist şeytanî pusu ve entrikaların olabileceğini düşünmek ve bu gibi ihtimalleri asla unutmamak da gereklidir;  ama, karşılaştığımız zorlukları izah  etmeye çalışırken, her zorluğu en temelde, o emperyalist odakların entrikasına bağlamak da bizi, karşısında durulmaz bir muazzam düşman güçle karşı karşıya bulunduğumuz çaresizliğine de sevketmez mi?

İki hafta kadar önce, 18 Ocak günü, Yeni Şafak’ta Huseyn Hâtemî hoca ile yapılan ilginç bir röportaj yayınlandı. Huseyn Hâtemî hoca, ilginç bir düşünce adamıdır.

Onun bu özelliği, bu son röportajından da yansıyordu.

Ancak, e-mail adresime gönderilen veya çeşitli mahfillerde karşılaştığım bir çok kimsenin,  ‘Hâtemî Hoca’nın görüşleriyle kendilerini daha bir besleyip, bazı vehimlere sürüklendikleriyle karşılaştığımı ifade etmeliyim.

Hoca’nın söylediklerinde elbette ki bir çok doğrular da vardı, ama bazıları, ‘Hatemî Hoca gibi bir düşünce adamı böyle dediğine göre, karşı konulamaz bir durumla karş karşıyayız..’ noktasına gelenlerin olduğu görülüyordu. Sanırım, Hâtemî Hoca’nın hedefi de, bu değildi.

Bu bakımdan tekrarlamalıyım ki, maksadım Hâtemî Hoca’nın görüşlerini değerlendirmek değildir. O nihayet bir pencere açmak dilemiş olabilir, ama, bu gibi görüşlere ve ihtimallere dayanarak konuyu bir paranoiaya dönüştürmemek de gereklidir.

Çünkü, bu gibi ihtimaller kişinin kendi iç dünyasında kesinlik kazanabilen subjektif kanaatlere dönüşebilir; ama, doğrulanması için gerekli olan objektif bilgi, belge ve dayanaklara kavuşturulmaya da muhtaçdır.

Bu açıdan Hâtemî Hoca’nın görüşlerine eğilirken, bu ihtiyatı da elden bırakmamak gerekir.

*

Hâtemî Hoca,Cemaat’ denilen hareketin önünün, B. Amerika’da Bush döneminde en üst seviyede etkin durumda olan ve ‘Neo-con (yeni muhafazakârlar) diye anılan grup tarafından, ve İran'a karsı tedbir almak için açıldığını düşünüyor ve size, ‘Hayır, öyle olmasa gerek..’ demek yolu bile kapanıyor.

Hâtemî Hoca herhalde bir şeyler biliyordur ki, o ilginç iddiaları muhkem şekilde ileri sürüyor. Ancak, bir hukuk prof.’u olması hasebiyle, kendisi de kabul eder ki, iddialarını objektif olarak belgeleyecek fazla bir şey söylememektedir, röportajında.. Gerçi, bu gibi konularda objektif bilgi ve belgeler sunmak da kolay değildir. Ama, en azından bazı iddialarının kaynaklarını dayandırdığı kaynak veya kişileri ortaya koysa daha sağlıklı olurdu.

Meselâ, Hâtemî Hoca,  The Cemaat denilen bu grup için Özal'la o dönemin Amerikan büyükelçisi olan Morton Abramowitz görüştü. Abramowitz Neocon grubu içinde önemli bir kişi. Abramowitz ve Özal arasında ne gibi bir müzakere olduğunu sonraları öğrendim.’ diyor da, bunun bu bilginin objektif kaynağını belirtmiyor. Sadece, ’neo-con’lar için, ’Bu, Amerika'da odaklanmış emperyalist örgüt çok kurnazdır. Bin türlü oyun bilir. Çok da iyi inceler herşeyi..’ dedikten sonra‚ ’Baktı ki potansiyel olarak güç olmaya müsait bir topluluk var..’  (…) ’Fethullah Hoca Abramowitz, şefaatiyle havaya sokulmaya başlandı..’ diyor.

*

Bu arada hatırdan çıkarılmamalı ki, Morton Abramowitz’in daha Türkiye’ye gelmeden önce büyükelçilik yaptığı ülkelerdeki faaliyetleri bile dünya kamuoyunda değerlendirilirken, ’Elçilik yaptığı ülkeleri yönetmeyi pek sever..’  gibi ifadelerle değerlendirilmiş birisiydi.

Ama, böyle olsa ve emperyalist güçlerin çalışmalarında böylesine uzun vâdeli planlı çalışmalar bulunsa bile; her şeye böylesine uzuuun yıllara dayalı entrikalar olarak bakmak kadar, ellerinin yetiştiği her ülkede, muhalefet veya iktidar odağı ve gücü olmak ümidi veren irili-ufaklı her türlü kişi, grup veya odakla ilgilendikleri ve şartlar müsaid olunca da, onlara ilgilerini arttırabilecekleri gerçeğini de unutmamak gerekir.

Hâtemî Hoca ise, tersini iddia ediyor ve çok gerilere gidiyor ve bugünkü tablonun temellerinin Özal- Abramowitz görüşmesinde olduğu belirtiyor. Nitekim, Abramowitz tam olarak ne söyledi Özal'a peki?’ sorusuna‚ Abramowitz 'Siz böyle askerlerin sözüne bakarak Fethullah Hoca grubunu göz altında tutup bunaltacak yerde, sizinle ortaklık yapalım. Afganistan'ın Sovyet işgali sırasında Vahhabilikten azma Selefileri destekledik ve El Kaide örgütünün ilk şeklini ortaya çıkarttık. Bu da Afganistan'da Sovyetlerle savaştı. Şimdi iş değişiyor. Bunlar bu görevi yapacak durumda değil çünkü İran devrimi oldu, Şii tehlikesi başladı. Sovyetler çökerse Gorbaçov'a mektup gönderen Humeyni bütün Türki devletleri, Afganistan'ı, bu arada bilhassa Farsça konuştuğu için Tacikistan'ı, ele geçirecek devrim ihraç edilecek ama siz ne güne duruyorsunuz? Eliniz armut mu toplayacak? Siz bizim kadim dostumuzsunuz. Şu halde biz sizinle bir ortaklık yapalım. Adriyatik'ten Çin denizine kadar Osmanlı hilafetini kuralım'  dedi.’  şeklinde çok kesin bir karşılık veriyor.

Hâtemî Hoca bu kanaatlerinin kaynağını zikretmiyor. Ve bazı mezheblere üstü kapalı bir yüceltme, bazılarına da yine üstü kapalı bir aşağılama ifadeleriyle ekliyor:

’Bizim saf vatandaşlar da hemen 'Adriyatik'ten Çin denizine kadar' sözünü ezberledi. O sırada gittiğim her iftarda biri yerinden kalkıp 'Bizim Acem'den alacağımız hiç bir şey yoktur. Biz Adriyatikten Çin denizine kadar Osmanlı hilafetini yeniden ihya edeceğiz' derdi.’  (…) Fethullah Gülen grubuna bu görev verildi. Bazı müstaid gençlere şu da söylenmiş olabilir. 'Siz bizim menfaatlerimizin koruyucusu olacaksınız. İran'da beliren Şii tehlikesine karşı, Sovyetlerde biz hakim olacağız ama siz de bizim misyonerlerimiz gibi okul açacaksınız, Katibim türküsünü öğreteceksiniz, İstiklal marşı öğreteceksiniz. Ama Şiiliğe karşı bir kale kuracaksınız.' Sonra da ne olur olmaz geri tepmesin, Sünnilere de güven olmaz diye Türkiye'de Kürt meselesi körüklendi ki, 'Hani hilafet verecektiniz' olmasın, kendi dertlerine düşsünler. Türk Müslümanları ile Kürt Müslümanları birbirine düşürüldü, araya kan davası kurmaya çalışıldı. ’

-Hilafetin yeniden kurulması işi Fethullah Gülen'e mi verildi? (...) Böyle bir görevlendirme varsa Fethullah Gülen'in burada olması gerekmez miydi? Amerika'ya neden gitti?

-Çünkü Fethullah Hoca da tam bilinçli değildi. İran'a düşman kılınması da bilhassa şu sebeple oldu. İran'da eskiden beri kül yutmaz siyasetçiler vardır. İşi anladılar. Okulların istihbarat servisleri tarafından kullanıldığını bu istihbaratın Amerika'daki lobiye gittiğini düşündüler.(...)

*

Bir kez, böyle düşünmeye başladınız mı, artık, bunun devamını kendi tasavvur ve tahayyül gücünüzle geliştirebilirsiniz.

Ancak, bu gibi iddiaların, son iki- üç senedir, İran medyasında, hem de devletin elinde olan gazetelerin başmakalelerinde bile ciddî ciddî, ’yeni bir Osmanlıcılık ve yeni bir  Khalifegerî (Halifecilik) peşinde olduğu’  şeklinde Tayyîb Erdoğan’a yönelik suçlamalarda sık sık kullanıldığını da hatırlayabiliriz.

Hâtemî Hoca,  daha sonra, F. G.’nin Amerika’da âdetâ rehine alındığını da anlatıyor, bazıları gibi:

’Pensilvanya'da ipotek kondu. Yanına da onu yönetecek adamlar yerleştirildi. Cemaatten samimi olmayan, bunun bir menfaat şebekesi olduğunu bilen kişiler yerleştirdiler. Yakın bir gözetim altına alındı. Fakat bu kadar yakın ve bilinçli bir denetim altına alınacağını tahmin etmiyordum. Yine de samimi duyguları olan birisi olarak kabul ediyordum. Fakat son olaylar tersini gösterdi.’

*

Hâtemî Hoca, bu arada, Amerikalıların, F.Gülen’in Papa’yı Abramowitz yerine o sırada İstanbul'da Vatikan'ın temsilcisi olan George Maroviç aracılığıyla, yani  kendi bilgileri dışında ziyaret etmiş olmasına kızdıklarına da değiniyor ve özetle şunları söylüyor:

‘Maroviç çok iyi bir insandı. Hristiyan ve Musevi cemaatleriyle iyi ilişkiler kurulmuştu. O da bu cemaat tarafından çok iyi ilişkiler kurulan biriydi. Maroviç (…)Fethullah Hocayı alarak Papa'ya götürdü. (…)Fethullah Hoca'nın izinsiz gidip büyük bir Hristiyan din reisiyle görüşmesi, Hristiyan ve Müslüman ittifakı olacak diye irkilten kusuru, bardağı taşıran damla oldu. Saf Müslümanlar, onu, ‘ siyonistir, o yüzden Papa'yla görüştü..’  diye tenkit ediyorlar. Tam tersine, Papa'yla görüşmesi bizim gözümüzde değil, emperyalist odağın gözünde en büyük günahıydı.’

Bu görüşler, mâ’zur görülsün, bir zihin kurgulaması olarak nitelenmekten kurtulamıyacak derecede subjektif.. Ayrıca, (müteveffâ) Papa II. Jean Paul de, Amerikan emperyalizminden habersiz ve onun istemediği şekilde faaliyetler içine girecek birisi değildi, herhalde.. Çünkü, o, Reagan, (Baba) Bush ve Clinton’un başkanlık dönemlerinde, Amerikan emperyalizminin özellikle de müslüman coğrafyalarında çevirdiği entrikalara ve sel gibi akıttığı kanlara karşı çıkmak ne kelime, bir de ‘Amerika’nın zayıflaması, hristiyanlığın zayıflaması mânâsına gelecektir..’ şeklindeki sözleriyle henüz de hâfızâlardadır.

Ayrıca, F. Gülen’in Papa ziyaretinin İstanbul’daki Vatikan temsilcisi Kardinal Maroviç tarafından değil, Amerika’ya tedavi için gittiği sırada, orada dizayn edildiğini ve Papa ile görüşme randevusunun Amerika’daki ilgili kişilerce alındığını F.G.’nin yakın çalışma ekibinden (Zaman’ın eski sahibi) Alaeddin Kaya’nın, 1998 yılında Eylûlünde Tempo dergisine verdiği bir röportajda anlattığı, bu sütunda daha önce anlatılmıştı. (Arzu edenler, bu sütunda yayınlanan, 10 Aralık 2013 tarihli ve ’Dehşetli bir itiraf, ithamdan da öte ve de belden aşağı..’ başlıklı yazıya bakabilirler.)

*

Ve Hâtemî Hoca’nın, Emperyalist güçler Tayyip Erdoğan'ı neden hedef alıyor?’ şeklindeki soruya cevabı da ilginç.. Diyor ki Hoca:  

Erdoğan iki hatası nedeniyle affedilmiyor. Bir 'one minute' nedeniyle. 'One minute'i affettirmek için Şam fatihi olman lazım dediler. 'Biz kendi kanımızı dökmeyelim, Mehmetçik döksün kanını. Sünniler Esed tarafından katlediliyor. Bunlar kafirdir diyelim' Suriye'ye sokalım dediler. Erdoğan, Esed sözünü dinlemiyor diye kızdı ama bu oyuna gelmedi. Erdoğan'ı Suriye'ye soktuktan sonra Saddam'a yaptıkları gibi yüklenip, 'Biz müdahale edip Suriye'yi kurtarıyoruz' diye bize sıra gelecekti. Erdoğan bu oyuna gelmedi çok şükür. Bu nedenle şimdi tasfiye etmek istiyorlar.  (…) Hakan Fidan bize Allah'ın bir lütfu. Yoksa Milli İstihbarat'ın başına da bir cemaatçi gelseydi yanmıştık. Türkiye Suriye'den beter bir duruma gelebilirdi. Sünniliğin çeşitli grupları, Aleviler birbirilerine düşürülebilirdi. Bu tehlike atlatıldı ama önümüzdeki büyük tehlike 30 Mart'tan önce veya ileride seçimden önce, seçim de yaptırılmayarak bir darbe yapılması. Tam 'Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini' şartları içindeyiz.’ (…) Hükümet desteklenmeli, Erdoğan desteklenmeli. Bu oyun bozulmalı. Ama bu oyun bozulduktan sonra Milli mücadeleden sonra nasıl gaflete düşüp nasıl yanlışlar yaptıysak, tekrarlanmasın. Artık bu milli mücadele inşallah nihai milli mücadele olsun. Suriye'de açlıktan kaditi (iskeleti) çıkmış insanlar.. Bizim de öyle olmamız isteniyordu. İnananlar için mezhep farkını tamamen terk edip ümmet vahdet şuuruna tam sahip olmaya çalışmalıyız. Milli mücadelede olduğu gibi Kürt Müslümanları da kan davalarını unutup birlik olsunlar. Aleviler, Sünniler, Şiiler siyasi bir oyun olarak değil samimi olarak ümmetin vahdetinde birleşmemiz lâzım.

Evet, bu sözler de Huseyn Hâtemî Hoca’nın.. Onun başka görüşlerine paralel düşünceler taşıyanların, bu son bölümdeki tesbitlerine gelince de onun gibi düşünüp düşünmeyecekleri merak edilmeye değer.. Çünkü, Erdoğan onların gözünde, Suriye’deki iç-savaşın ve bütün o cinayetlerin baş sorumlusu.. 50 yıllık bir Baas diktatörlüğüne karşı ayaklananlar karşısında, o diktatörlükle siyasetini  dostluk üzerine sürdürmeli ve ticaretine bakmalı  imiş..

*

‘Hayır, ‘tarikatlar’, siz olmasanız da olacaktır!.

Başbakan Yard. Bülend Arınç’ın, Bursa’da yaptığı bir konuşmada, ‘tarikat’lara hitaben yaptığı konuşmanın gerçekliği üzerinde de durulmalı, herhalde.. ‘Biz varsak, siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz!..’ demiş.. (Tarikat denilince, illâ da sadece belirli bir tarikat anlaşılmayıp, bir inanç ve ideolojinin anlaşılması ve hayata uygulanması sırasında ortaya çıkan farklı yolların herbirisi anlaşılmalıdır. Bu açıdan Bülend Bey’in sözünü ettiği tarikatlar arasında, tarikat diye anılmasa bile, songünlerdeki tartışma konusu olan F.G.’nin başında bulunduğu cemaat  de vardır.)

Ancak, üzerinde durulması gereken asıl konu şudur ki, ‘tariqat’lar ki, yüzyıllardır, her zaman ve zeminde, kendisini hayatta ve ayakta tutacak özel yöntemleri geliştirmişlerdir ve nice iktidarlar, saltanatlar, siyaset kadrolar gelip geçmiş, onlar yine kalmıştır. Bu bakımdan, Arınç’ın, ‘Biz varsak siz de varsınız;  biz yoksak, siz de yoksunuz..’ gibi bir söz, iyi hesab edilmeden söylenmiş bir söz durumundadır.

Bu vesileyle, Bülend Bey’in bazı tesbitlerine de değinmek gerekiyor.

29 Ocak günü yaptığı konuşmada, ‘parlamenterler danışmanları’na hitaben yaptığı konuşmada, uslûba dikkat edilmesini tavsiye ederken, “Rahmetli Bülent Ecevit, ölmeden önce bana iltifatta bulunmuştu, ’Düşüncelerimiz, fikirlerimiz ayrı ama üslubunuzu, konuşmalarınızı çok beğeniyorum’ diye takdir etmişti.’ diyordu.

Olabilir.

Ama, Bülend Arınç’ın, ‘Bugün milletvekillerimizden bazılarının sadece kavgayla, yumrukla, kötü sözlerle hatırlanması içimizi yaralar..’ derken, adaşı  Ecevit için, ‘Ecevit’in, en zor zamanlarda bile nezaketini, saygısını elden bırakmadığını, rakiblerine hitab ederken hangi kelimeleri kullandığını çok iyi biliyoruz.’ demesi şaşırtıcı değil mi? Ondaki bu Ecevit muhabbeti, F.G.’nin Ecevit’i ‘fazilet timsali’ olarak nitelemesini de hatırlatmıyor mu? 

Gerçi Arınç, ‘Ecevit’i müsbet- menfi birçok özellikleriyle hatırlıyoruz. Sadece Merve Kavakçı’nın arkasından söylediği sözlerle değil..’  diyerek, Merve Hanım’a karşı takındığı o hırçın faşist- kemalist-laik saldırganlığına kısaca değinip geçmiş, ama, bu değinme, durumu kurtarmaya yetmiyor. Çünkü, ‘arkasından onu, saygısı, nezaketi ve konuşmadaki üslubuyla da hatırlıyoruz. Ben çoğu yerlerde onu örnek vermişimdir.’ demekten kendisini alamıyor. Ecevit’in özel ilişkilerinde nasıl davrandığı önemli değil.. Kendi ideolojisine ve siyasî çizgisine aykırı bir durum gördüğünde, karşıtlarına karşı nasıl hırçınlaştığı ve nasıl frensiz bir şekilde saldırdığı nasıl unutulabilir?

Ki, bir hanıma, hele bir müslüman hanıma -üstelik de, 1999 Nisanı’nda yapılan seçimlerde milletin vekili olarak seçilmiş bir hanıma, sırf, inancının gereği bir tesettürle Meclis’e girmiş olması hasebiyle, ‘Burası devlete meydan okuma yeri değildir, bu kadına haddini bildirin..’ diye,- yapılabilecek en kaba bir saldırıyı sergileyen bir kişinin, birilerine bir takım şahsî iltifat cümlelerinin hatırlanması ve ondan örnek uslûb sahibi olarak söz etmek; yakışıyor mu?

Hayret!.

Arınç’ın, 26 Ocak, günü, Bursa’daki bir mahallî televizyonda konuşurken ’Cemaatin başında olduğu söylenen muhterem kişiye de bir sözümüz yok. Bütün dünyaya kucak açmış insanların bir tanesine bile bir fiske vuramayız…’ demesi de,  o bedduaları nisan yağmuru gibi algıladığını gösteriyor. Arınç, daha sonra da, ‘cemaatin bazı mensuplarının hükümete darbe yapmaya çalıştıklarını’  imâ ederek, ’Bizim bu hükümetle hiçbir derdimiz yok, demeliler. Bugüne kadar söylemediler. (…) Bizim içimizde yanlış yapanlarla irtibatı kesiyoruz dersen, bu sorun bir günde biter..’  diyordu; bütün bu kavganın aslî faili durumunda olana ‘muhterem kişi’ demeyi ihmal etmiyerek..

Erdoğan’ın da kimi kasdettiği biliniyor, F. Gülen’in de.. Böyleyken..

Bu arada, İSAM tarafından 44 cildlik İslam Ansiklopedisi’nin tamamlanması münasebetiyle 25 Ocak günü tertib olunan toplantıda, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı son derece güzel konuşmaya da değinmek gerekirdi. Ama, keşke, birilerini hedef aldığı açıkça anlaşılan ‘sahte veliler, içi boş âlim müsveddeleri’  vs. gibi sözleri olmasaydı. Evet, o sözler genel olarak söylenebilir, ama, o atmosferde, bu sözlerin muhatabına daha bir kaç ay öncesine kadar çok daha farklı  hitab cümlelerini kullanıyordu.. Tıpkı, o karşı tarafın da, daha bir kaç ay öncesine kadar, Erdoğan’a yüceltici laflar edişi gibi..

Tayyîb Bey’in o konuşmasında, o ısırıcı ifadeler olmasaydı, değerinden bir şey eksilmez, bir de artardı. Ama, o sözler ise, dimağlarda bir burukluk bıraktı.

Gerçi, mâlûm hareket veya FG. Tarikatı’nının tavrı, uluslararası bağlantılarıyla birlikte ele alındığında ve de kendisine bağlı yazılı ve görüntülü yayınlarda özellikle son üç aya yakın zamandır yapılan ağır saldırılar dolayısiyle, beşerî planda halk desteğinden başka gücü olmayan Erdoğan da bir savunma

mekanizması geliştirmek ihtiyacını duyabilir, ama, yine de gönül isterdi ki, Erdoğan, seviyesini birilerine bakarak ayarlamasın..

Kaldı ki, Erdoğan, ‘ölçüsüz övgü ve yergilerden uzak durulması’na dair hadis rivayetinden habersiz birisi olmadığı gibi, Şeyh Edebali’nin vasiyetindeki tavsiyeleri sık sık hatırlatan da kendisiydi.

Şurası da hatırlanmalıdır ki, Tayyib Bey’in isim vermese de kimi kasdettiğini hemen keşfeden F.G. bağlıları, hocaları çılgına dönmüşcesine  haller sergileyerek yaptığı o dehşetli bedduadan sonra ise, hâlâ, orada kimin kasdedildiğinin açık olmadığını, niye birilerinin kendi üzerlerine alındığını anlamadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı, ‘yarası olmayan gocunmasın..’ diyerek.. Ve denilebilir ki, Etyen Mahcubyan hariç, hemen bütün Zamâne yazarları ağız birliği etmişcesine, -daha bir kaç ay öncesine kadar yere-göğe sığdıramadıkları Erdoğan’ı şimdi, yerden yere vurmak için birbirleriyle yarışmaktalar..

Daha önce, 29 Aralık tarihli ve ‘Herkes çok şaşırabilir..’ başlıklı yazısında, ‘Yaşadığımız çatışma süreci yerel seçimi asli niteliğinden uzaklaştırmış durumda ve çok muhtemelen Başbakan, bu anlam değişimini daha da vurgulayacak bir strateji izleyecek. (…)Toplumun yüzde elliyi aşan bir kesiminin her halükârda son on yılın kazanımlarını kaybetmek istemediğini, bu korkuyu derinden duyduğunu ve böyle bir tehdit altında kategorik olarak AKP'ye oy vereceğini varsaymak gerçekçi gözüküyor. (…) Eğer yaşanan çatışmanın özü ‘siyasi' ise seçmenin tercihinin de ‘siyasi' olacağı açık.. Üstelik böyle bir değerlendirme içinde, yolsuzluk konusunda ısrar edip işin siyasi yönüne değinmeyenler daha da ‘siyasi' olarak algılanıyorlar.

Mesele neyin Türkiye'nin lehine ve kimin geleceğin taşıyıcısı olduğu noktasına geldiğinde AKP hâlâ rakipsiz ve sonucun da ikinci bir Gezi'ye dönüşme ihtimali çok kuvvetli…’ diyen Mahcubyan, bir ay sonra da aynı noktada olduğunu sergiliyor ve 30 Ocak tarihli yazısında da, ‘Herhangi bir meselede eğer kendinizi bir tarafın parçası olarak görmekteyseniz, durumu anlamaktan ziyade tarafların ve hemen her zaman ‘karşı’ tarafın söz ve davranışları üzerinde yoğunlaşırsınız.

Hasım olarak gördüğünüz cephenin yanlışlarını ve kötü niyetini sergilemek için uğraşırsınız. Tabii her iki taraf da böyle davranmayı tercih ettikçe, söz konusu tutum normalleşir ve kişilerin kendi gözünde meşrulaşır. Mesele kendini ve ‘hakkaniyeti’ savunma olarak algılanmaya başlanır. Böylece her iki tarafın da ‘haklı’ olduğu ve gerçekliği kendi haklılığını sağlayacak şekilde yonttuğu bir dövüşün parçası olursunuz. (…)

Bu kısır döngüyü kırmak istiyorsanız kendi dışınıza çıkıp toplumsal algının nerede durduğuna bakmak ve gördüğünden de gocunmamak gerekir. Çünkü ‘savaş’ mantığı her meseleyi simetrik hale getirebilse de, toplumsal algı genellikle meseleye simetrik bakmaz ve bir tarafa destek verecek şekilde meyleder. (…) Açıktır ki toplum, hükümetin yanlışlarını ve eksiklerini bilmesine rağmen ona destek vermekte. Bu durumda soru belki de tersten sorulmalı: Acaba toplum Hizmet Hareketi’ni bu olayla birlikte nasıl algılamaya başladı? (...) Unutmamak lazım ki, böyle ortamlarda hakemlik son kertede topluma düşecektir. Toplumu ikna etmekte yetersiz veya taraflı kalan hiçbir ‘ilke’, ne denli ‘evrensel’ olursa olsun inşa edici olamaz…’  diyordu.

*

Aynı gazetede, aynı gün, A. Kurucan ise, ’Kem söz, sahibine aittir’  başlıklı yazısında, ’(…) Diyor ki Başbakan: “Bu millet, kalbi boş, zihni boş alim müsveddelerini, bünyenin virüsü reddettiği gibi reddetmiş ve tarihin çöplüğüne mahkûm etmiştir.” Doğru söylüyor; gerçekten şanlı tarihimiz yalancı peygamberlerin, sahte velilerin, alim müsveddelerinin çöplüğü olmuştur. Ama aldanmamak lazım; bu cümle Hz. Ali’nin dediği gibi muhteva itibarıyla hak olsa da kastedilen mana batıldır. Cümle doğru fakat bu cümle ile verilen ve verilmek istenen mesaj yanlıştır. Zira burada bahse konu edilen şahıs, Hocaefendi’dir.’  diyor ve ‘Hocaefendi bu sözleri hak edecek bir insan mıdır?’ diye soruyordu. Halbuki, bu kişi , ‘Hocaefendisi’nin ünlü bedduasını te’vil etmek için neler-neler yazmıştı..

Şimdi ise, ‘Başbakan Erdoğan isim vermedi diye kimse topu taca atmasın. Metin ortada. Haber portalları ve basın yayının değerlendirmeleri çarşaf çarşaf gazetelerde ve televizyon ekranlarında. Yalanlama da gelmedi.’ diyor.

Aynı gazetenin ve aynı çizgide olan diğer gazetelerin ve tv. yayınlarının  devamlı vurguladıkları yolsuzluk ve rüşvet gibi suçlamalar, sanki bu ülkede ilk kez oluyor veya bu Hükûmet zamanında daha bir artmış ve de bu yolsuzlukları savunan varmış gibi ve o iddialarla ilgili henüz kesinleşmiş bir mahkeme kararı da yok iken; o iddialarla ülkeye verilen onmilyarlarca dolarlık zararlar ve yükseltilen faizlerin bedelini kimlerin ödeyeceği ve bunun aslî müsebbibinin kimler olduğu hatırlanmıyacak mı dersiniz?

 

haksöz

Bu yazı toplam 1167 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar