Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Entrikaya Ayarlı Bir Siyaset İçin ’Ekmel’ Örnek..

Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 10 Ağustos’da yapılacak olan C.Başkanlığı seçiminde CHP ve MHP’nin ortak adayı olarak gösterileceği açıklandı.

Kemalist, laik, solcu, faşist 90 yıllık yapıya tapınırcasına sahib çıkan bir Kılıçdaroğlu’nun, Ekmeleddin Bey’i aday göstermesi, onun tahmin edilenden de öte pragmatist birisi olduğunu bir daha gözler önüne serdi.

O, son 30 Mart mahallî seçimleri öncesinde, CHP’nin İstanbul ve Ankara Belediye Başkan adaylarını belirlerken, ’Kim bir oy daha fazla getirirse, onu aday gösteririm..  diyerek, sadece kazanmaya ya da ’Nasıl yapıp da Tayyib’i  bertaraf etmekte başarılı olurum’ anlayışına indekslediğini göstermişti. Tabiatiyle, başarılı olamadığı takdirde, bir entrika sonunda başına geçtiği CHP Başkanlığı’ndan atılacağının korkusundan da kaynaklanıyor, bu durum..

Şimdi, Ekmeleddin Bey, halkın, cumhûr’un karşısına çıkarılacak..

Ve, belki de ilk kez olarak..

Çünkü, o hep halktan uzak ve akademik dehlizlerde dolaşmasıyla tanınmıştı. Cumhûr’un içinde hemen hemen hiç olmamış, hep elitist ve bir salon adamı olarak kalmıştı.

Şimdi öyle bir kişi, CHP tarafından C. Başkanlığına aday gösteriliyor.

Ve bunu da CHP ve MHP  liderleri, büyük bir siyasî başarı olarak gösteriyor.  

Rakibi küçümsemenin de, büyütmek kadar hatalı olacağı unutulmamalı..

17 Haziran günü yaptığı konuşmada, CHP lideri Kılıçdaroğlu, kimin C.Başkanı olmaması gerektiğine dair kriterleri 10 maddede sıralıyor ve kendisinin niçin aday olamıyacağını ilân etmiş oluyordu. Sıraladığı noksanlıkların hemen hepsi kendi üzerinde vardı. Hele de, ’kin ve öfkeyi politik dil haline getirmesiyle tanınan kimse C. Başkanı olamaz’ sözü tam da kendisini anlatıyordu. Çünkü, kendisinin bu yüzden, Tayyîb Erdoğan’a hakaret etmesi yüzünden onlarca dâvâyı kaybedip yüzbin lirayı bulan bir tazminat ödemeye mahkûm olduğunu unutamamıştı. Kılıçdaroğlu’na göre, ’C. Başkanı olacak kişinin geçmişinin şaibesiz olması; şaibeli olanın adalet önünde kirlilikten arınmadan cumhurbaşkanı olmaması gerektiği  de bir diğer kriteriydi, CHP liderinin.. 

Herkes biliyor ki, Kılıçdaroğlu, Ecevit - Rahşan affı sâyesinde, yolsuzluk suçlamalarından ceza almaktan kurtulmuştur. 

Kılıçdaroğlu, ’Yalan söyleyen, ahlâkî değerleri yüksek olmayan kişiden de cumhurbaşkanı olamaz.. diyor, partilileri bununla Erdoğan’ın kasdedildiğini bildiklerinden, liderlerini çılgınca alkışlıyorlardı. Halbuki, halkımızın büyük bir kesiminin, ’Kimin ahlâkî değerlerinin daha yüksek olduğu ve kimin yalan söyleyip söylemediği konusunda bir nasıl bir kanaate sahib olduğunu yapılan bütün seçimler de gösteriyor.

Kılıçdaroğlu, kendisini bu şekilde tanıttıktan ve niçin kendisinin C. Başkanı olamıyacağını ortaya koyduktan sonra da Ekmeleddin Bey’i yıkayıp yağlamaya çalıştı, onun parlak akademik ve uluslararası başarılarından söz etti.

Ancak, kendisinin yakın zamana kadar tanımadığını itiraf ettiği bu ismi kendisine fısıldayan kişinin Kemal Derwish olduğu da ortaya çıkıyor. Sanırım, S. Demirel’in hakkını da yiyorlardır.

*

Tekrar dönelim, İhsanoğlu’na..

Kemalist ’inkilab’ların boğucu baskısından dolayı, tıpkı Mehmed Âkif gibi Mısır’a giden bir babanın oğlu.. Kahire’de doğmuş ve ilk tahsil ve gençlik yıllarını orada geçirmesi hasebiyle, arabca ve ingilizcesi, türkçesi seviyesinde..

Babasının, merhûm Mehmed Âkifin dostlarından birisi olduğu ve Âkif’in, Kur’an tercümesini imha edilmesi istediğiyle Ekmeleddin Bey’in babasına verdiği, onun da tercüme metinlerini bir müddet muhafaza ettiği söyleniyordu. Üç sene öncelerde ’Âkif’in Kur’an tercümesi..’ iddiasıyla yayınlanan metinlerin nasıl elden çıktığı açıklığa kavuşturulamadı. Bu metinlerin kendi ellerinden nasıl çıktığı Ekmeleddin Bey’e sorulduğunda, o konuda konuşmak istemediğini söyleyerek konuyu kapatmıştı. Herhalde bir şeyler biliyordu, ama, gündeme gelmek istemiyen bir münzevi refleksi veriyor gibiydi.

Ekmeleddin Bey’i, 40 yıl öncelerden beri tanırım. Ama, hep mesafeli bir şekilde.. Kibar, sessiz birisi idi. Hakkında menfi bir söylenmezdi pek ve olumlu bir şey de.. Biraz içe kapanık bir görüntüsü vardı. Kokmaz- bulaşmaz diye nitelenir, kendi dünyasına gömülmüş ve daha çok, örtülü ilişkileri tercih eden birisi olarak nitelenirdi.  Bunu kibrine verenler de olurdu, ama, herhalde daha çok içe kapanıklılığından öyleydi. İnsan ilişkilerini kurarken, daha çok hatırlı kimselerle nasıl kurulduğu anlaşılamıyan bir yol izlediği; perde gerisi ilişkileri sessizce ve saman altından denilen cinsten yürüttüğü söylenirdi.

Daha sonra, Sultanahmed ile Ayasofya arasındaki parkın Marmara’ya bakan tarafında bir tarihî binanın girişinde  IRCICA levhası görülmeye başlandı. Orası, bir araştırma merkezi idi. İslâm kültür mirasını ve bu mirasın menkul ve gayrimenkul (taşınabilir ve taşınamaz) arkeolojik, mimarî varlıklarını ve elyazması eserlerini, kütübhane ve arşiv malzemelerini meydana çıkarmak ve korumaya almak gibi alanlarda hizmet etmeyi kendisine vazife edinmişti.

Ekmeleddin Bey o kurumda meşgul idi. Daha sonra oranın direktörü de oldu. Mısır başta olmak üzere, müslüman coğrafyalarındaki kültürel ve akademik çevrelerde epeyce tanınan bir isim halinde sivrilmişti, arabçasının ve Mısır’daki elit tabaka dostlarının da etkisiyle..

Kendisini son olarak, 12 yıl öncelerde, Bonn’da, büyük şarqiyatçı, (merhûm Muhammed Hamidullah’ın, ’Yahu bu kız galiba müslüman.. Bana yazdığı mektublarında Leylâ imzasını kullanıyor..’ dediği ve) İslam kültürüne, gerçekten de derinden vâkıf olan Anne-Marie  Schimmel’in dondurucu soğuk bir kış günü bir proteston kilisesinde yapılan cenaze töreninde görmüştüm. Tören çıkışında, kendisine arkadaşlarla birlikte bir yerde oturup konuşmak teklif ettiğimizde, ’sırf o cenaze törenine katılmak için geldiğini ve hemen geri dönmek üzere uçağa yetişmek zorunda olduğunu’ söylemiş ve ayrılmıştı.

İhsanoğlu, sessiz-sadâsız ve akademik alanda çalışırken, İslam Konferansı Teşkilatı (daha sonraki ismiyle İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı) Genel Sekreterliği’ne Tayyîb Erdoğan ve Hükûmeti’nin özel çabalarıyla getirilmiş ve bu makamda 6 yıl kadar kalmıştı.

Ancaak, o uzuun yıllar fazla bir etkinliği görülmedi, aleyhinde herhangi bir eleştiri de olmadı.. Ama, son dönemi olmasaydı, sessizce geldiği o makamdan yine sessizce çekilip gidecekti. Müslüman coğrafyalarının her bir tarafında, Suriye’de, Afganistan’da, Yemen’de, Kuzey Afrika’da, Arakan’da, Keşmir’de, Çeçenistan’da, Kafkas ve Balkanlar’da  emperyalist entrikaları ve onların yerli kuklalarının ahmaklığıyla tezgahlanan kanlı oyunların herbirisi karşısında da sessiz diplomasi yürütmek adına,  suskun kalmayı tercih eden İhsanoğlu, bu sessizliğini korumakta oldukça başarılıydı. Hele de Ortadoğu’nun bütün kukla rejimleri de ondan memnun idiler.

Darbeci bir generale darbeci diyebilmek için Amerika ve Suûdî rejiminin yaklaşımını bekleyen bir kişi..

Ama, Mısır’da müslüman halk tarafından ve ilk kez serbest seçimle iktidara gelen Muhammed Mursî’ye karşı, henüz iktidarının birinci yılı bile dolmadan ve başarısız olduğu gibi iddialarla General A. Fettah es’Sisînin askerî darbe yapması karşısında..

Ekmeleddin İhsanoğlu, İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı Gen. Sekreteri olarak  derin bir sessizliğe gömülünce, durum daha bir değişti.  Amerika ve Suûd rejiminden gelecek tepkilere göre kendisini ayarlamaya özel bir özen göstermeye dikkat ediyordu Ekmeleddin Bey..

Amerikan emperyalizmi bu darbeye darbe demediği ve demokrasi ayarlaması diye nitelediği ve Suûd rejimi de bu darbeci generali daha ilk saatlerden itibaren milyarlarca dolarla desteklediği için sustuğu anlaşılan İhsanoğlu, daha sonra ise, modaya uyarak, Mursî’yi eleştirmeye bile başlamıştı.. Ve darbeci General Sisî,  Mursî’ye sahib çıkmak için gösteri yapan binlerce insanı Rabia-t-ul Adeviye Meydanı’n’da kurşuna dizerek katlederken de sessiz kalmayı diplomatik vazifesinin nezaketinin gereği diye sunmaya çalışıyordu, Ekmeleddin Bey..  Ve o zaman, Tayyib Erdoğan’ın ’Siz o makamlarda ne işe yararsınız? şeklindeki ağır eleştirilerine mâruz kaldığında, kendisini savunurken, ’Benim yaptığım açıklama, BM Güvenlik Konseyi’nin açıklamasının gerisinde değildir. Aynı seviyededir. ..Ben şahıs olarak herkesten daha fazla şeyler söyleyebilirim. Ama müşterek bir mekanizmanın hareketini, konsensüsünü aramak zorundayım.. gibi mazeretlere sığınıyor ve durumu kurtarmak için, NTV isimli bir tv. kanalında ise, Mısır’da olan bitenler vahşettir, orantısız güç kullanımıdır ve insan hakları ihlalidir. gibi cümlelerle, uluslararası planda söyleyemediklerinin etkisini hafifletmeye çalışıyordu.. Bir kaç ay sonra da, vazife süresi dolup ayrılmış ve sessizliğe gömülüyordu. O sessizlik içinde başka şeyler de kotarılmaya çalışılıyor muydu, bilinmez.. Ama, görülmüştü ki, B. Amerika’daki Doğu-Batı Enstitüsü adlı düşünce kuruluşu, onun bu sessizliğine, suskunluğunu karşılıksız bırakmıyor ve onu ’Hayat Boyu Başarı Ödülü’ ile taçlandırıyordu.

Bu ödüllendirmenin Kılıçdaroğlu’nu Kemal Derwish aracılığıyla ona yönlendirmede nasıl bir etkisi olmuştur, o da ayrı bir konu.. Ama, bir daha anlaşılıyor ki, Ekmeleddin Bey, o sessizliği içinde, azından birilerinin saman altından su yürütme kurnazlıklarına âlet oluyormuş..

*

Tayyîb Erdoğan henüz Cumhurbaşkanlığı’na aday olup olmayacağını veya kendisi olmayacaksa, kimi göstereceğini de açıklamamışken, CHP ve MHP liderlerinin, Tayyib’i veya göstereceği adayı bertaraf etmek için, evet, sadece bu anlayışla ve hele de CHP’nin ideolojik çizgileriyle pek ilgisi olmayan ve daha çok da Suûdî -Amerika çizgisinde bir kimlik sergileyen bir Ekmeleddin İhsanoğlu etrafında birleşmeleri, onların nasıl bir başarısızlık korkusu içinde olduklarını ve başarılı olmak için, ne gibi entrika çarklarını çevirmekten kaçınmadıklarını ortaya koyuyor.

CHP Gn. Başkanı Kılıçdaroğlu, bir ayı aşkın zamandır ’kamuoyunda herkesin kabul edebileceği bir ortak aday üzerinde çalıştıklarını’  tekrarlayıp duruyordu. Ama, anlaşılıyor ki, herkesin değil, kendi partililerinin bile etrafında birleşebileceği bir isim bulamamış.. Nitekim, CHP içinde kazan fokur- fokur kaynıyor. Bu cümleden olmak üzere, 28 Şubat Zorbalığı günlerinde üniversitelerde başörtülü kızları tehdid etmek için oluşturulan ’ikna odaları’nın mucidi olan ve o tâvizsiz katı laik tavrından dolayı CHP. m.vekilliğiyle ödüllendirilen Prof. Nur Serter, 16 Haziran günü yaptığı açıklamada,  Kılıçdaroğlu’na bayrak açmış;  ’Son derece üzgün ve utanç içindeyim. CHP'nin bağrına bir hançer saplandı. Arkadaşlarla ne yapacağımızı değerlendireceğiz..  Böyle bir adayın gösterilmiş olmasından CHP milletvekili olarak son derece üzgünüm ve utanç içindeyim. CHP, 90 yılı aşkın süredir devam eden mücadelesini, ilkelerini, ideolojisini bir kenara atmış ve ortak aday olarak ileri sürmüş olduğu bu ismi, başbakanla aynı kulvarda koşan bu insanı aday göstererek yarışa girmiştir.  Ben 90 yıllık mücadelenin sıfırlandığını ve CHP'nin bağrına bir hançerin saplandığını düşünüyorum. Son derece üzüntülüyüm. Bu adayı gerçek CHP'lilerin Atatürk'e, Atatürk ilkelerine ve Altı Ok'a gönül vermiş olanların içlerine sindirmelerinin mümkün olmadığını da çok açık olarak biliyorum" diye konuşuyordu. Bu sözlerin önümüzdeki günlerde, -hele de, işbu Ekmeleddin denemesi netice vermezse- Kılıçdaroğlu’na yönelik parti içi muhalefet açısından daha da şiddetleneceği tahmin edilebilir.

MHP ise, esasen bu konuda bir iddia sahibi değilken, bir karambol golü olur mu hesabı için, CHP’ye el uzatmış durumda..

Ülkeyi 12 senedir, bugünkü karmaşık ve sarsıntılı dünya şartlarında, genelde başarılı şekilde yöneten bir Tayyib Erdoğan, halk tarafından, bu kadar belirsiz, silik bir kimlik üzerinde yapılacak bir yıkama-yağlama ile bertaraf edilebilecekse, neticesine de katlanır, elbette..

Ama mevcud durumda görülen odur ki, siyaset, bir kez daha en akıl almaz entrika çarklarının döndürülmesi şeklinde sergilenmektedir ve Ekmeleddin İhsanoğlu, bu entrikalar için, ’ekmel / en mükemmel’  örneklerden bir diğerini  daha teşkil edecek şekilde seçilmiş bulunmaktadır.

*

Ve asıl unutulmaması gereken nokta, rakibin önemsenmemesinin, küçümsenmesinin de, olduğundan fazla büyütülmesi kadar hatalı olduğu hususudur.

***

Bir-kaç konuya, kısa  kısa..

Bir önceki yazıyla ilgili olarak birçok mesaj ve eleştiri aldım. Onlara verdiğim cevabı burada da paylaşmak istiyorum:

1- Tâlibân konusundaki itiraz ve eleştiriler üzerine: Tâlibân üzerine bir söz söyleyeceğim zaman, bazılarının bilerek ve taraf olmaları hasebiyle; bazılarının da sadece sempati dolayısiyle ve amma bilmeden itiraz edeceklerini bekliyordum, geçmiş örneklerden dolayı..

Tâlibân’ın ortaya çıkış günlerini yakından bilen, o hadiselerin içinde sayılabilecek bir konumda birisi olarak, Afganistan’da, komünist rejim bertaraf edildikten sonra, müslüman güçlerin mücahid teşkilatlarının liderlik yarışından dolayı birbirleriyle boğuşmaları korkunç boyutlara ve önlenemez noktalara varınca, bir takım güçlerin çaresizlik içinde devreye girmeleri tabiî idi.. Bu konuda en büyük kayguyu çeken Pakistan idi ve Pakistan Ordusu’nun İstihbarat birimleri gereken düzenlemeyi yapan asıl güç idi.. Suûd rejimi de bu hususta yeterli malî desteği sağladı. Tâlibân’ın bir teşkilat- bir örgüt olarak kuruluşundan 6 ay kadar sonra, bir çok savaş uçaklarına bile sahib kılınmıştı.  Bu himayenin arkasında da Amerikan emperyalizmi vardı. Amerika’nın Tâlibân üzerinden himaye kanadını çekmesi ise, onların bütünüyle kendi emellerine hizmet etmiyeceğini düşünmesiyle, daha sonra oldu. Tıpkı, Saddam’ı harcamaya karar verdiği gibi, onlara karşı çıkması da daha sonralarda gerçekleşti.

Bunları sadece birilerini suçlamak veya övmek için değil, bir tesbit olarak belirtiyorum.

Bir savaş esnasında, çaresiz durumda kalındığında, tarafların bir yerlerden destek almayı denemesi, silah almak için çırpınması da suçlama konusu olamaz herhalde.. 

Tâlibân’ın Afganistan’daki komünist rejime ve komünistlere güçlere karşı verilen savaşta bir yerinin olmadığını söyleyince bazıları buna da kızıyorlar.

Arkadaşlar, Sovyet Rusya, 1989’da çekilmeye başladı, Afganistan’dan..  Afganistan’daki komünist liderlerin sonuncusu olan Necibullah’ın iktidardan düşmesi ise, 1992’i idi.. Tâlibân ise, 1994’ün sonlarında şekillenmeye başladı. Böyle olunca da, Tâlibân’ın komünistlere karşı savaşta yer almadığı açıktır. Böyleyken, bunun tersini ise, bazıları bana yalancılık  nisbetiyle iddia etmiş..

O savaş zamanında olmayan bir teşkilatın savaşta yer aldığı nasıl olabilir?

Ama, önceleri çeşitli mücahid teşkilatlarında savaşmış bazı kimselerin, daha sonra Tâlibân içinde yer alması ileri sürülürse; ben Tâlibân örgütünün o savaşta yer almadığından, çoğunun Pakistan medreselerinde talebe olarak okumakta olduğun söz ediyorum.

Tâlibân, Afganistan’la yetinmedi. Halbuki, büyük ve uluslararası hedeflere ise hazır değildi. Tâlibân’ın bu durumundan faydalanan ve onlara fiilen rehberlik etmeyi deneyen Usâme bin Laden’in  ise üniversal hedefleri vardı. Tâlibân da o yüzden cezalandırıldı, Amerikan emperyalizmi tarafından.. Bu satırların sahibi, Tâlibân’a düşman değildi; ama, keşke, içinde bulundukları durumun muhakemesini sağlıklı yapabilselerdi ve ilk yapmaları gerekenleri sıralamakta sağlıklı bir yol takib edebilselerdi..

(Ki, miladî-1998 Baharı’nda, Hacc mekanlarında, Tâlibân’ın en üst yetkilileriyle iki-güç gün boyunca, özellikle Ahmed Şah Mes’ud ile aralarında olan husûmetin  mânâsızlığını anlatabilmek için yaptığım görüşmeleri daha önce yazmışımdır. Onlar ise, sadece, kendilerine gelip itaat etmesi halinde, Ahmed Şah Mesud’la bir problemlerinin olmayacağını ve onu hattâ kendilerinin Ordu Başkomutanı bile yapabileceklerini söylüyorlardı. Yani, mes’ele itaat etmek-ettirmek mes’elesi idi ve tabiatiylebu da  şeriat adına isteniyordu.. Ama, hangi müslüman , yaptıklarının , taleblerinin şeriat adına olmadığını söyleyebilirdi ki.. Hatırlanacağı üzere daha sonra ise, hem Ahmed Şah Mes’ud ve hem de Burhaneddin Rabbanî bombalı suikasdlerle dünyamızdan ayrıldılar ve bu cinayetlerin arkasında kimlerin olduğu Afganlılarca pek gizli değil..)

Bugün de, Suriye Buhranı içinde, ateş üzerinde ortaya çıkan  IŞİD ile ’en-Nusra’ gibi örgütlerin arasındaki problemin de temelde aynı konudan patlak verdiği bilinmektedir. İki taraf da, asıl komutanlığın kendilerine aid olduğunu ileri sürüyorlar, karşı tarafın kendilerine itaat etmesini istiyorlardı; genelde de birbirlerine karşı aynı âyetleri okuyarak..

Bu ihtilafı gidermek için, iki ay kadar ay kadar önce, El’Qaide lideri Eymen ez’Zevahirî’nin, taraflara hitaben, ’Mücahid kardeşlerim..’ hitabıyla başlayan çağrısı da etkili olamadı ve ondan sonra, taraflar birbirlerini ’şeytanın askerleri’, ’emperyalistlerin işbirlikçileri’ olarak nitelediler. Bir takım propaganda filmleriyle de her iki taraf  birbirini vahşi ve korkunç barbar güruhlar olarak göstermeye çalıştılar, bu yoldaki gerçek veya düzmece cinayetleri ve gaddarca kelle kesme filmlerini internetlerde servis ettiler. Bu yöntemle, asıl lekelenen ise, müslümanlar ve dünyadaki müslüman imajı idi..

Daha sonra, IŞİD’çiler, ’en-Nusra’nın ve diğer selefî grupların Suriye’de etkili olduğu yerlerden Irak’a doğru çekilmek zorunda kalınca, bu kez de Beşşar Esed’le işbirliği yapmakla suçlandılar. Irak’ın sünnî bölgelerinde ise, özellikle sonyıllarda Mâlikî yönetiminin şiîleri her alanda hâkim kılmaya, ötekileri dışlamaya yönelik siyasetlerinden rahatsız olan kitlelerle karşılaşınca.. Onlarla işbirliği yaparak bu günkü tabloya ulaştılar. Elbette bu durumda, bu yapının içinde bütünüyle ve sadece şeriatçi ya da selefî denilen kadroların olduğundan söz edilemezdi. Çünkü, Mâlikî Hükûmeti’nin özellikle son 3 senedir takib ettiği mezhebçi çizgisinden ve rahatsız olanlarla, Amerikan emperyalizminin işgalinden darbe yemiş olanların da bu güç odağı içinde yer almasının önlemediği anlaşılıyor.

*

Bazıları ormanı uzaktan seyrederler, ama, içinde nelerin olduğunu göremezler.

Bazıları da ormanın içindedir; ağaçları, dalları, yaprakları ve içeriyi görürler, ama, dışarıyı bütünüyle kavrayamazlar. Ormanın tamanını içten ve dıştan görmek için de bütün ağaçları kesmek gibi bir saçmalık tercih edilemez elbette..

Bu gibi mevzulara sempati veya düşmanlıklarla yaklaşmayıp, herkes bildiklerini, Allah ve ümmet  karşısındaki sorumluluğunu düşünürek diğer kardeşleriyle paylaşmalıdır.

Bu satırların sahibi, bu konuda bildiklerini de, bu sorumluluk duygusu içinde ve yeni değil, yıllarca öncesinden beri devamlı yazmıştır.

*

2- Bir okuyucu da, ’1980-88 arasındaki 8 yıllık İran-İrak Savaşı’nın Saddam Irakı’nın değil, İran’ın saldırısıyla başladığını’ bile iddia edebilmiş; bir internet sitesindeki bir yazıya dayanarak..

Bu konuda, Saddam’ın başlattığı ve 8 yıl süren savaştan netice alamıyacağı anlaşılıp, BM. Güvenlik Konseyi’nin İran’a baskısıyla ’ateş-kes’  sağlandıktan ve savaşın başlamasının üzerinden 10 yıl geçtikten sonra.. BM.’in o zamanki Genel Sekreteri Peru’lu Perez de Cuéllar başkanlığındaki bir hey’et dahi, uluslararası hukuk açısından bile, savaşı başlatanın Saddam olduğunu kesin belgeleriyle ortaya koymuştu. Halbuki, o savaşı başlatanın İran olduğunun belgelenmesi bekleniyordu.  Eğer o beklenti gerçekleşseydi, o zaman görülürdü, 500 milyar dolara yakın savaş tazminatının İran’dan nasıl alındığı.. Ama, o tazminatın Saddam’dan alınması mümkün değildi, başkalarının da alıp İran’a vermesi o günkü şartlarda imkansız gibi bir şeydi. Halbuki, aynı Birleşmiş Milletler, 1991 ve 2003’deki 1 ve 2. Körfez savaşlarından sonra, Irak’a yüklenen ağır savaş tazminatının milimi milimine alınıp, Amerikan emperyalizmine ödenmesine aracılık etmişti.

Birilerinin İran’a yan bakışından dolayı, İran’ın 8 yıl süren o korkunç savaştaki mazlumiyetini görmezlikten gelmesi ve Saddam’ı temize çıkarmaya çalışması anlaşılır bir tutum olmasa gerek..

*

3- Musul konusu işlenirken, "Diyarbekir ve civarında, Ankara Hükûmeti’ne karşı Şeyh Said liderliğinde başlayan büyük ayaklanma, Ankara Hükûmeti’ni iyice zayıf düşürmüştü." denilmesine de, resmî tarih anlayışına göre değerlendirme yapıldığı gerekçesiyle eleştiri yazılmış.. Halbuki, resmî tarihte yer alan herşey doğru olmadığı gibi, her şey de yanlış ve yalan olmayabilir.

Merhûm Şeyh Said liderliğinde gelişen 1925 Ayaklanması için, şahsen, ’ingilizlerin etkisiyle gerçekleşmiştir’ şeklindeki resmî tarih iddiasına asla itibar etmemişimdir ve bu konuda 1975’lerden beri yazdıklarım ortadadır. Ama, öyle büyük ve kanlı bir gaile ile uğraşan Ankara rejiminin durumundan İngiltere’nin faydalanmamış olmasını düşünmek de abes olur. Bu, ’Musul, Şeyh Said Hareketi’nden dolayı kaybedildi’ demek değildir. Şeyh Said’i qıyâma sevkeden sebeblerin ve zulüm uygulamalarının üzerine ordularıyla giden Ankara rejiminin o zaafından emperyalist güçler ve özellikle o dönemin en büyük emperyalist ve şeytanî gücü olan İngiltere niçin faydalanmasındı? 

Kaldı ki, o günkü Musul Mes’elesi’nin içinde bugün olduğu gibi sadece Musul şehri ve çevresi yoktu; Kerkük ve Suleymaniye’ye kadar geniiiş bir coğrafyayı içine alan bir eyalet sözkonusu idi..

Ve Şeyh Said Hareketi’nin bizzat  ilk başladığı (bugünkü) Dicle ilçesi civarında, o ayaklanmanın içinde yer almış ve gözünü, elini-kolunu, bacağını kaybetmiş canlı şahidlerden  45 yıl öncelerde dinlediklerimin anlatılma yeri ise, bu cevabî not değildir.

Ayrıca, bu satırların sahibi, Ankara rejiminin ilk şeflerine, 1923 sonrasındaki uygulamaları açısından asla muhabbet beslemeyen birisi olsam da, bazı yorum sahiblerinin iddia ettiği üzere, Lozan’da bir takım yerlerin göz göre göre verildiği gibi iddiaları da kabullenmez. Çünkü, Batum, Batı Trakya, Kıbrıs, Musul ve daha nice yerler öyle sevinç içinde terkedilmemiştir. Halkın nefesinin kesildiği uzuun savaş yıllarından sonra yeniden savaş göze alınamamıştır ve o tutum da belki o günün şartları açısından kaçınılmaz idi.

Hatırlayalım ki, 1897’de Yunan ordusunun saldırısı üzerine başlayan savaşa karşı Gazi Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu bir ay içinde taa Atina’ya girmişken, o zaferden, o zamanki ifadeyle, ’Duvel-i Muazzama’ denilen emperyalist Batı dünyası devletlerinin ağır baskısı ile, 2. Abdulhamid  yönetimi hiç bir şey elde edememiş, o savaşta kazandığı her yeri diplomasi masasında kaybetmiş ve o acı neticeyi kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu da kötü niyetten ve hıyanetten değildi; belki, o günün şartları açısından bakıldığında, çaresizliktendi.

Osmanlı dağılırken karşılaşılan o acı sahnelere de  böyle bakılabilir.

Daha sonraki, ’kemalistinkilab’lar ise, hıyanetle de izah edilemez; çağdaş bir fir’avunluktur.

haksöz

Bu yazı toplam 1031 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar