Fıkhen Suriye Meselesi...
Suriye'de yönetim düşerse, sorun Suudi Arabistan'a, Türkiye'ye, İran'a, Pakistan'a yayılacak.
İsmail Duman/ Dünya Bülteni
Şeyh Abdunnasır Cibri, Beyrut'taki "Kulliyyetu-d Da'wa" Müessesesinin dekanlığı görevini yürütüyor... Yaklaşık 1000 öğrencisi bulunan Külliyye'de, şer'i ilimler başta olmak üzere, çeşitli bölümlerde dersler veriliyor...
Aynı zamanda Suriye'deki Ebu Nur Üniversitesi'nin kurucusu olan Nakşibendî şeyhi Ahmed Kuftaro'nun da öğrencisi olan Şeyh Cibri, bir dönem Fethi Yeken'in başında bulunduğu İslami Amel Cephesi'nde görev yapmış; fakat sonraki süreçte birtakım fikri ayrılıklardan ötürü, Cephe'den ayrılarak, şu an başkanlığını yürüttüğü Ümmet Hareketi'ni kurmuş...
Şeyh Cibri, kendisini "ümmetin hizmetçisi" olarak vasıflandırıyor... Yaşayışıyla, konuşmasıyla ve tavırlarıyla, muhatabını etkileyen bir samimiyeti var üstadın...
Sufi gelenekten gelmesi dolayısıyla sahip olduğu güzel özelliklerinin yanı sıra, önde gelen aydınları aratmayacak tarzda dünya siyasetini okuma kabiliyeti ile de ayrıca insanı kendine hayran bırakıyor...
Hocaları Nakşibendî şeyhleri olan Şeyh Abdunnasır Cibri, felsefi anlamda değil ameli anlamda Sufi'yim diyor ve ekliyor: "Tasavvuf bilinci inşa edilmeden ümmetin ayağa kalkması mümkün değildir. Tasavvufu bir hareket olarak ya da bir bidat olarak görmeyelim. Tasavvuf, Allah ile kuvvetli bir bağdır. Tıpkı Allah Rasulü'nün Hira'ya çekilmesi gibi..."
Bizim için ufuk açıcı olan bu söyleşinin, siz değerli okuyucularımız için de yararlı olmasını temenni ediyoruz:
İsmail Duman: Hocam, müsaadenizle tasavvufa bakış açınızı sorarak başlayalım söyleşimize. Sufi gelenekten geldiğiniz bilmekle birlikte, aynı zamanda siyasi bir hareketin de başkanlığını yürütüyorsunuz. Bu ikisini nasıl mezcediyorsunuz hayatınızda?
Şeyh Abdunnasır Cibri: Tasavvuf bilinci inşa edilmeden ümmetin ayağa kalkması mümkün değildir. Tasavvufu, bir hareket olarak ya da bir bidat olarak görmeyelim. Tasavvuf, Allah ile kuvvetli bir bağdır. Tıpkı Allah Rasulü'nün Hira'ya çekilmesi gibi... Tasavvuf, insanın kendi nefsinden önce Allah'ın rızasını önemsemesidir. Tabii, bu benim bakış açım... Ben felsefi anlamda bir tasavvuftan bahsetmiyorum; bizim böyle bir anlayışla alakamız yok... Biz ilmi anlamda ve dünyaya bağlanmamak, nefsi temizlemek gibi ameli boyutta tasavvufu destekliyoruz. Bu noktada, İmam Gazali'nin, Abdulkadir Geylani'nin anladığı tarzda nefis tezkiyesinin ya da eğitim anlamında çabayı içeren tasavvufun geri dönmesi amacıyla gayret etmeyi önemli görüyoruz.
Kısacası; tasavvuf derken, Allah'a yakınlaşmayı ve dünyadan uzaklaşmayı anlatan tasavvufu kastediyoruz... Yoksa, dünya ile tamamen irtibatı kesmekten bahsetmiyoruz.
Biz Allah'a ulaşmak istiyoruz. Bu ulaşma yalnızca Allah'ın bize gösterdiği yol ile mümkündür. İslam'ı Allah'a ulaşma amacıyla istiyoruz. İslam bir hedef değildir; bilakis İslam, yoldur. Hedef ise Allah'ın rızasına ulaşmaktır.
Tabi ki Allah'a ulaşma gayesinde olmayan bir insan için dünya, en güzel yerdir. Ancak eğer Allah'a ulaşma çabası içerisinde isen onun çizdiği yolu takip etmen gerekir. Yolun ne olduğu hususuna gelince; âlimler ilk sıraya şeriatı, ikinci sıraya da hakikati yerleştirmişlerdir. Ancak bunların hepsinden önce ibadetlerinde derinleşmelisin:
"Ey örtünüp bürünen! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kuran oku."
"Elbiseni tertemiz tut, maddî manevî kirlerden arın, Pis ve murdar olan her şeyden kaçın."
Dünya elinde olsun; ama kalbine asla girmesin. Bunu başardıktan sonra her şey kolay olacaktır. Dünyaya sahip olabiliriz; ama önemli olan dünyanın bize sahip olmamasıdır. Bizim tam olarak, buna ihtiyacımız var.
Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz; Nakşibendî misiniz mesela?
Ben Nakşibendî şeyhlerinin öğrencisi olmakla birlikte, tarikatçı olmaktan ziyade bir hizmetkâr olmayı tercih ederim. Âlimler derler ki: "Sen bir yandan insanları hayra çağırırken, bir yandan da çağırdığın şeyleri yapmaya gücün yetmiyor olabilir." Ben işte böyleyim...
Siyaset ile ilişkinizi nasıl açıklıyorsunuz? Sufi geleneğin siyasetle doğrudan ilişki içerisinde olmasına çok alışık değiliz bölgemizde...
Her insan siyaset hakkında konuşamaz. Bazen siyaset amelleri yok eden bir durumu da beraberinde getirebilir.
Ben daha önceden siyaseti bilirdim; ama siyasi çalışmaların içerisinde bulunmazdım. Refik Hariri suikastından sonra ise, durum tamamen değişti. Sünni hareketlerin bozulmaya başladığını gözlemledim. Sonra Allah'ın izni ve yönlendirmesi ile iki şeyi esas alarak siyasete girmeye karar verdim: Birincisi, siyasi duruşumuz, direnişle beraber olmalıydı; ikincisi ise, Suriye karşıtı olmamalıydık...
Neden "Suriye karşıtı olmamak"?
Biz, kesinlikle zalim devletleri desteklemiyoruz. Ancak bizim, fıkıhta ve fıkıh usulünde mevcut olduğu gibi "büyük zararı küçük zararla def etme" sorumluluğumuz var. Ben siyasete fıkhi kaideler çerçevesinde yaklaşıyorum. Çünkü fıkıh kaideleri, yalnızca namaz ve abdestin hükümlerini tespit etmek için değil; bütün bir dünyayı ilgilendiren meselelerde hüküm koymak içindir.
Bana göre; eğer Suriye'de yönetim düşerse, sorun Suudi Arabistan'a, Türkiye'ye, İran'a, Pakistan'a yayılacak. Amerikalı politikacılar da bundan söz ediyorlar. Biz küçük zulmü, büyük zulme tercih ediyoruz. Bugünkü devrimler, İslami çizgileri olan bir yönetim talep ediyor olsalar ve bu çerçevede düzenli bir liderlik oluşturabilselerdi; kesinlikle onları desteklememiz gerekirdi. Bunu, zulmü kaldırmak ve adaleti dünyada hâkim kılmak için yapmamız gerekirdi. Zira bugün Avrupa, Amerika ve diğer bölgeler, zulmü tadıyorlar; bizim de Müslümanlar olarak sorumluluğumuz tüm dünyada zulme engel olmaktır.
Libya'daki gelişmeleri nasıl okuyorsunuz?
Kaddafi zalimdir; ancak bugün, NATO'nun da yardımıyla öncekinden çok daha büyük bir zulme yöneldiler. Libya, bugün yeniden emperyalist güçler tarafından ele geçirilmiştir.
Peki ya Mısır ve Tunus?
Ben Mısır'a gidip geliyorum. Mısır, Hüsnü Mübarek döneminde nasıldıysa, şimdi de aynı... Hiçbir şey değişmedi. Mısır'da yalnızca siyasi partilerin özgürlük alanları genişledi.
Mısır'daki Müslümanların da kendi aralarında ayrılıkları var. Bir kısmı Selefi, bir kısmı İhvan'a mensup, bir kısmı başka bir şey... Neticede, ancak herkes bir araya geldiğinde yapılabilecek şeyler var...
İslami Hareketleri nasıl değerlendiriyorsunuz genel itibariyle?
Birçok İslami Hareket var... Ama ben, değerlendirme yaparken, şu soruyu soruyorum: "Bu hareket Müslümanların isteklerini dikkate alıyor mu, almıyor mu? Bu hareket Müslümanların gidişatını düzeltebiliyor mu, yoksa düzeltemiyor mu?"
Ben şu an, İslam âleminde tüm Müslümanları kuşatabilecek bir liderlik göremiyorum. Bizler Suriye, Türkiye, Lübnan şeklinde ayrı devletler olduğumuz sürece, güçlerimizi birleştirmemiz mümkün değildir. Güç ancak bir araya gelerek oluşacaktır. Tabi bu birliktelik, mezhebi ihtilaflarımızla, farklı halklar ve kabilelerle beraber; ama tek bir ümmet olarak gerçekleşecektir. Biz bu konuda Allah'ın yardımına ihtiyaç duyuyoruz.
Lübnan'ın geneline baktığımızda, Müslümanların Şii-Sünni ihtilafı ve gruplar arası ilişkiler konularında bilinçli olduklarını gözlemledik... Bu şuurun oluşmasına zemin hazırlayan irade nasıl oluştu?
Tabi ki bu konuda zıt düşünenler de var. Maalesef bu kişileri sayısı daha fazla hatta... Üstelik çoğunluğu da Sünniler içerisindedirler. Bazı muhalif söylemdeki Sünnilerin, Rabbani bir kaygı taşıdıkları için değil de siyasi ve ekonomik söylemler nedeniyle değişmeye başladıklarını gözlemliyoruz.
Aslında ben, eğitimci olarak kalmayı tercih ederdim; zira siyaset, kişiyi eğitimcilikten alıkoyar. Ama, Müslümanların vahdeti her şeyden önemli olduğu için, siyasete katılmaya mecbur kaldım. Eğer bizler üzerimize düşeni yapmazsak, meydan ihtilafları körükleyenlere kacaktır...
Müslümanlar arasındaki ilişkilerin nasıl şekillenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Bu bağlamda, Türkiye'yi ve Türkiyeli Müslümanları nasıl görüyorsunuz?
Şeyh Ahmet Kuftaro her türlü zorluğa rağmen, tüm Müslümanlarla ilişki içerisinde olmamız gerektiğini öğretti bana. Bu, büyük bir sorumluluk olmakla beraber; ahiretteki karşılığı da yüce bir şereftir. Mesela, bizim, Cezayirli kardeşlerimizle de aramızda bir beraberlik söz konusu... Ve onlar İbadiler... Biz onlarla karşılıklı görüşmelerde bulunarak kardeşliği sağlamaya çalışıyoruz. Yine, Şii kardeşlerimizle de aramızda bir birliktelik var. Üstelik Şia ve İbadilik birbirinin tamamen karşısında yer alan iki ayrı mezheptir. Çünkü İbadilik, Haricilerin bir koludur. Ama tarih boyunca birçok inanç esaslarında düzeltmeler yapmışlardır.
Bizim yine Irak'taki kardeşlerimizle de aramızda bir işbirliği söz konusu... Aynı zamanda Irak'ın kuzeyindeki Kürtlerle de ilişkilerimiz var... Mevlana Halid Nakşibendî anısına, Irak'ın kuzeyinde-Süleymaniye'de- tasavvuf üzerine bir konferans düzenledik. Bu ayın sonunda Mısır'da yine bir konferans gerçekleştireceğiz. Bunların yanında Türk kardeşlerimizle bir işbirliği içerisine girilmesi de bu ilmi hareket için yanlış olmayacaktır. Bilakis, biz bu işbirliğinden mutlu oluruz; çünkü biz, Türkleri İslam ümmetinin temel taşlarından biri olarak kabul ediyoruz.
Osmanlı Devleti'nin çöküşü ve ülkelere ayrılmamız sonrasında öne çıkan dört devletten söz etmemiz mümkündür: Mısır, Türkiye, İran ve Pakistan... Ancak bu bölgelerde mevcut olan iç karışıklıklar da karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayı engellemektedir.
Yüzyıllardır Türkiye, Müslümanların başkenti vazifesini görmüştür. Ancak Türkiye ile diğer bazı Müslüman ülkeler arasında ticari ilişkiler olmakla birlikte; ümmet adına bir ilişki söz konusu değildir. Biz Türkiye halkını, mezhebi taassuptan uzak, dengeli bir halk olarak görüyoruz.
İnşallah bundan sonraki süreçlerde işbirliklerini arttırmayı umuyoruz...
Bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz efendim.
Ben teşekkür ederim. Tekrar hoş geldiniz.