Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Gururlanma padişahım

Biz zamanlar Padişah Cuma selamlığına giderken, orada bir münadi bağırırdı: “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var.” Aslında kibir konusunda bir uyarı ve Allah’ın hatırlatılması güzel ve önemli.

Sanki bana bu söz kalıbı şöyle olsa daha iyi olurdu gibi geliyor “Gururlanma hünkârım, nefsin seni yenmesin”. Hiçbir şey Allah’la kıyaslanmaz, O’na nisbet edilmez. Yani Sultanla Allah arasında sanki başka bir büyüklük derecesi yokmuş gibi bir anlam çıkmaması konusunda dikkat etmek gerek. Allah (c.c) masivadan münezzehtir.

Bir zamanlar bizde de hadsizlik ve densizlik edip, batılıların Papa için kullandığı “Zıllullah” kelimesini bizde de padişahlar için kullanmaya kalkıp onlardan bazıları da bu sıfatı sevip, çevresindekilere “Kullarım” diye hitap etmeye başladıklarını unutmayalım. Tarihte “Tanrı-Krallar” da vardı. Gregoryen takviminin Ağustos ayı, Tanrı Kral Agustos’a adanmış bir ay değil mi idi.

Hatta “Allah’ın halifesi” kelimesini bile “Mecazi” olarak kullanmamız gerek. “Seyfullah”, “Hablullah” denilmesinde olduğu gibi. Kimse bu sıfatları kendi ile mukayyed olarak görüp anlamamalı.

Agustos tapınaklarından biri de biliyorsunuz, Ankara’da Hacı Bayram Camii’nin yanında bulunuyor. Oradaki sütunlar ve tarihi kalıntılar Agustos tapınağına ait.

Biliyor olmalısınız, Tarsuslu Saul, yani Hristiyanlığı kuran şu nam-ı diğer Pavlus, Vatikan’a giden yolda, Hatay’dan sonra ilk durağı Konya oldu. 2. durağı bu Ankara’daki Hacı Bayram’ın yanındaki Agustos tapınağı, 3. durağı İzmir ve çevresindeki 7 kilise, oradan Selanik. 4. durağı Kayseri. Roma polisi onu Tarsus’ta yakaladı ve Roma’ya götürdü ve Roma daha sonra Hristiyan oldu! Katolik Hristiyanlık Hz. İsa’ya nisbet edilse de, gerçekte Pavlus’un imal ettiği bir dindir. İsa şeriatının Hristiyanlık olarak yeniden yapılandırıldığı, reforma tabi tutulduğu yer de Hatay’dır.

Aslında Hatay ve Şam, Kudüs’ün kardeşidir. Havariler, Kudüs’ten ayrılmak zorunda kalınca Şam üzerinden önce Urfa’ya, sonra Hatay’a geldiler. Musevilik Kudüs’ten Hatay üzerinden Tarsus’a doğru genişledi. İslamiyet ise Bağdat üzerinden Diyarbakır yolu ile Anadolu içlerine nüfuz etti. Daha sonra Şam ve Halep üzerinden Anadolu’ya girdi. Bu toprağın tarihinden alacağımız o kadar çok ders var ki! Ama maalesef durum ortada! O turistik gezilerde ise din, tarih ve mitoloji magazin dili ile birbirine harmanlanıp anlatılıyor.

Haçlı seferlerine yol gösteren akıl Pavlus’un aklıdır. Modern devletler Westfelya aklının ürünüdür. Modern devletlerin modeli, Roma (İtalya-Vatikan), Westfelya (Almanya- Köln) ve Alsace _Leorenne (Fransa- Strasborg)’tur. Biz boşuna bunların birinden medeni, birinden ceza birinden ticaret hukukunu almadık!? Pavlus, Roma’ya geldikten sonra bu üçgen içinde dolaştı! Haçlı Tapınakçı geleneği ve Masonik yapısı, derin devlet bu üçgende hayat buldu.

Peygamberimiz, yanında yüzüne karşı çok övülen birinin önüne yerden avuçladığı bir avuç toprağı koydu. “Hepimiz toprağız” dedi bir bakıma. Topraktan geldik, toprağa döndürüleceğiz. Bize yakışan ise bu anlamda “ölmeden önce ölmek”tir. 

Bizim sahih geleneğimizde en güzel elbise tevazu ve edeb elbisesidir. En güzel insan yüzü tebessüm eden insanın yüzüdür. Hüzün de yakışır insana, hatta kahkahadan daha çok. Hüzün insanı olgunlaştırır.

Sahnelerde, ekranlarda sevdiklerimizi öyle övüyor, sevmediklerimizi öylesine zemmediyoruz ki. Olmuyor! Yakışmıyor. Ucuz meddahlıklar, basit amigoluklara dönüşüyor. Adil şahidler olamıyoruz bir türlü. “Bir topluluğa olan öfkemizin bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmemesi gerek” ama durum ortada.

Makam, servet ve şöhret sahiplerinin korumaları, karşılama törenler, arkasına takılanlar, biraz ifrata kaçmıyor muyuz! Marka merakımız “ayaklarını yere vurarak yürüyenler”in haline benzemiyor mu!

Nerde bizim o “fakir, pür taksir” sufilerimiz. Hani o “resulün ayak izine turab” olma hayali ile “bî karar” olan, ne yapacağını bilmeyen, derviş ahlaklı insanlar.

Merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olacaktı, sonuç!

Hani affedenlerden olacaktık ki, affedilenlerden olalım. Hani “Taif’e giden peygamber”in ayak izlerinden yürüyecektik. Ayağımıza taş atacaklar, yolumuza diken dökecekler, arkamızdan küfredeceklerdi de, biz ne diyecektik! Unuttunuz mu yoksa! “Yarab onlar cahillerdir, bilmiyorlar”. Onları cehennem ateşinden kurtarmak için tebliğe devam edecektik. Sonra onlar bizim sahabe efendilerimiz olacaktı. 

Sabırlı olacaktık, bu acele niye! Hani her şeyin bir yeri ve zamanı vardı. “Ecel”imiz ömrümüzün kefiliydi hani. Hani sayılı nefeslerimiz vardı. Hani bir “Hızır” vardı. Hani, kadere, rızka, ecele hükmeden, bilen, gören, duyan, hüküm sahibi bir Allah vardı ve O “zaman içinde zaman yaratan”dı.

Hani bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde hayır olabilirdi. Sakın, isterken ya da vadederken “dua ile bela isteyenler”den olmayalım da!

Kur’an’ı ölülerin arkasından okurken dirileri unutmasak. Dirilerine, okuyana faydası olmayan bir şeyin ölülere de faydası olmaz. Kur’an’ı “Yaratanın yaratılana vahyettiği yaşama biçimi” olarak görsek. Bu bilgi olmadan yolumuzu bulmamız imkânsız, akıl bizi bu kaynağa yöneltir. Bu kitap biricik hidayet rehberidir.

Akif’in dediği gibi: “İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin / Ne mezar başında okunmak, ne de fal bakmak için”.

Cahillerden olmayalım. İsraf ve gösterişten, kibirden Allah’a sığınalım. Dünya malına, makamına meyletmeyelim. Unutmayalım ki, “ihtirasla istediğimiz her şey bizim için fitnedir / imtihan vesilesidir”. Allah’tan hayırlısını isteyelim. İstikamet üzerine iki günü birbirine eş olmadan yürüyelim. İman edenlerden olarak iyi şeyler yapalım, sabredelim ve sabrı tavsiye edelim. Hesaba çekilmeden kendi nefsimizi hesaba çekelim. O’nun rızasının tecellisinin vesilesi olalım inşallah. Selam ve dua ile. 

Bu yazı toplam 1445 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar