Abdurrahman Dilipak
Hak merkezli düşünmek
Yeni kuracağınız partide, ayrılmayı düşündüğünüz partiden daha temiz insanlar mı bulacaksınız?! Ya da öbür tarafa soralım, bu kişileri dışlıyorsunuz da, içinizdeki birçok kişi bunlardan daha güvenilir, daha sadık ve daha mı akıllı! Hiç sanmam..
Seçim sonuçları ortada. Dışarıdan seçmen ithal edecek halimiz de yok. Bu durumda, ya sandığa gitmeyenleri ikna etmeniz gerek; ki, onların kim olduklarını tam olarak bilmiyoruz. Sandığa giderse kime oy vereceği de belli olmaz. Bir şekilde tercihini belli edenlerin dağılımı da sandık sonuçlarına yansımış durumda. Eğer bunları ikna edip yanınıza alamazsanız, bu sonuç değişmeyecek.
Onları meydan okuyarak, tehdit ederek, karşı tarafın yanlışlarını anlatarak, geçmişte yaptıklarını anlatarak buraya geldiniz. Bunları tekrar tekrar anlatarak varacağınız yer daha farklı olmayacak.
Aslında kendimizi anlatmak kadar, seçmeni dinlemek de gerekiyor. Monolog değil diyalog..
Seçmen, siyasilerin veli-i nimetidir. Siyaset vekalet müessesesidir. Eğer toplum sizi istemiyorsa yapacak bir şey yok. Tehdit ederek ya da zorla işbaşında kalamazsınız. İnsanlar farklı bir inanç ve dünya görüşündense de onları ikna edemeyebilirsiniz. Onlar da size oy vermeyebilir. Peygamberler de benzer durumlarla karşılaştılar. Bizim siyasetimiz HAK merkezli olmak zorunda. Millet de yöneticiler de bu merkezden saparsa, sonuç felakettir. Herkes birbirini Hakka çağırarak ancak sulh ve selamete ulaşabilirler. Değilse kapak tencereye uymuyorsa oyun bozulur, tencere yuvarlanır ve kapağını bulur.
Siyaset aile eş-dostla yapılacak bir şey değil. Saltanat her zaman felaket getirdi. Kısa süreli başarılı dönemler olsa da arkasından felaket geldi. Kardeş katillerine kadar gitti iş. Şia, ehli beyt’i siyasi vasi olarak gördü. Hilafette ehliyet, liyakat, adalet, ilim ve hikmet, takva yanında işin bir de olmazsa olmazı olarak vekalet vardı. Yani biad. Karşılığında cennetin satın alındığı bir sözleşmeye sadakat. Birinin bir başkasına itaati değil, sözleşmeye itaat. Ulul Emr’de, mal, can, namus, akıl-inanç ve nesil emniyetinin korunması konusunda yetkilenmesi, halkın ona mali destek vermesi ve halkın konulan meşru kurallara uyması ile sınırlı bir itaat sözkonusu. Yoksa masiyette itaat olmadığı gibi keyfiliğe de izin yoktur. Halifeyi hutbede sustururlar. Peygambere savaş şartlarında sorarlar. “Aklınla mı hükmediyorsun, yoksa vahiy mi, bu konudaki bize söylediğin” diye.
Onun için bu gibi konularda tarihten ders almamız gerek. Peygamberimiz vefatından önce kimseyi, kendinden sonrası için yerine vasiyet etmedi. Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber hastalandığında yerine imam olarak vekalet etmesinden yola çıkarak, “Hilafetin onu hakkı olduğunu” söylese de, o hakem olarak görev aldığı bir yerde uzlaşma olmayınca halkın biadı ile Halife oldu. Diğer Halifeler de seçimle geldi. Buna rağmen Peygamber soyundan gelen dört kişiden üçü şehid edildi. Bu da bize ders olsun. Hanımları veya beyleri siyaset ve bürokrasi de, kamu hizmetinde olanların eşleri sakın bu işe müdahale etmesinler. Oğulları, kızları, gelinleri, damatları, enişteleri, amcaları, dayıları da.. Sakın ola çocuklarını zaruret olmadıkça kamu görevlerine atamasınlar. Şaibe ve fitneye sebeb olurlar, iftiraya uğrarlar ve kimse bu işten sonuç itibarı ile kârlı çıkmaz. “Mahkeme kadıya mülk değildir.” Bu makamlar gelip geçicidir.. Kimse kamu sorumluluğu konusunda ihtirasla bu işi istemesin. Sonra bu iş onlar için dua ile istenen belaya dönüşür.
Siyaset her yerde her zaman genellikle üretilen mefahirlerin gölgesinde saklanan trajedilerle ve ihanetlerle doludur.. Siyaset muhterislerin kolaylıkla düştükleri bir “Bal tuzağı”dır aslında .
Fatih - Fetih güzel de Cem Sultanı nereye koyacaksınız! Fatih’in vefatından sonra yaşanan olaylara da bakmak gerek bir. Yakub AS ile Esav arasındaki çatışma ya da 4 Halife’den 3’ünün nasıl vefat ettiği ve Kerbela’da yaşananlar.. İnsanlar neden ders almazlar bu “kardeş katli”nden.
Adam asılan yere “Siyaset meydanı”, “Siyasi sebeble katl”e “Siyaset etme”, idam gömleğine “siyaset gömleği”, Darağacına “Siyasetgah” denmesi boşuna değil. “Sulhetme sanatı”nın nasıl bir “kavga, hatta cinayet” vesilesi olduğunun trajik hikayeleri ile doludur tarih. Ama bir el, o trajedilerin üstünü mefahirle örter! Niye, siyaset günümüzde “kazanmak” üzerine bir dil kullanmaz. Dışlayıcı, tehditkar, aşağılayıcı bir dil kullanır. Bunu yeniden düşünmemiz gerek. “İhanet” yok değil ama her eleştiri de ihanet değil. İhanet olsa bile, ona geri dönüş için bir açık kapı bırakılamaz mı!
Media siyasetin, siyaset medianın dolduruşuna geliyor sanıyorum. Bu soğuk savaş taktikleri ile kimse bir yere varamaz. Bindiğimiz dalı keseriz sonra. Bu anlamda media çok masum ve temiz değil. Biliyorsunuz, “Media tetikçiliği” diye bir şey var. Bir de “Sosyal Media” belası çıktı başımıza, “İnfaz ya da suikast timi” gibi bir iş yapıyorlar. “İtibar cellatlığı”na soyunuyorlar. Hani “Bir topluluğa olan düşmanlığımız bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmeyecekti”.
Basın hep siyasetin yükünü taşıyor, hem de kendini siyasetin yerine koyup, kıraldan fazla kıralcı bir rol üstleniyor. Hatırlayın, İBB’de, kurumun ana serverinin klonlanması konusu vardı. Olay oldu. Herkes kendine göre bir şeyler söyledi. Hiç düşündünüz mü, günlerce gündem olan, herkesin bir şekilde konuştuğu bu olayın aslı neydi? Bir olayın içine siyaset karışınca işin rengi değişiyor.
Ülkede herkesin neredeyse her konuda bilgisi olmasa da fikri vardır, bolca yorum yapar, kendini haklı çıkarmak için her yolu dener, karşı tarafa karşı da hakaret etmeyi de kendine hak sayar.
Biliyorsunuz devlet memuru, özellikle hassas görev ifa edenler, yani “sırtında yumurta küfesi taşıyanlar”, zorda kalsa dahi çıkıp kendine göre açıklama yapamaz. Yöneticilerine bilgi verir, kurumun resmi kaynağı, basın danışmanlığı aracılığı ile açıklama yapılır, ya da yapılmaz... Hele ki belirsiz bir seçim süreci varsa ve konu doğrudan başkanı ilgilendiriyorsa..
Olayı hatırlayalım; Kanuna aykırı bir yazı ve “başkan imzası” ile başlayan bir süreç vardı. İBB ve iştiraklerindeki tüm veri ve altyapıların, kurum dışından görevlendirilen kişilerce kopyalanması. Biliyorsunuz, bu yapılmak istenen şeyin kanuna aykırı olduğu zaten mahkemece de tescillendi ve mahkeme bu konuda yürütmeyi durdurma kararı verdi. Kasıt vardı, yoktu, oydu, buydu, şuydu, ayrı bir konu.. Bilinen şey; girişimin hukuksuzluğu. Bürokrasiyi ilgilendiren kısmı da bu zaten. Bir de herkesin kısaca veri kopyalama dediği olayın içinde nispeten daha az dikkat çeken bir kelime var. “Altyapı”. “Veri ve altyapı kopyalama”.. İşte bu kırmızı çizgi. Şahısların değil devletin kırmızı çizgisi. Detay veremiyor kimse, çünkü suç. 6532 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve MİT Kanunu uyarınca suç. Madde 7 (hukuksuz elde etme girişimin sonucu) yaptırımları, cezaları anlatıyor. Bu husus zaten ilgili süreçte, içinde Ekrem İmamoğlu’nun da bulunduğu muhataplarına gerekli şekilde anlatılmış ve gerekli uyarılar yapılmış. Kriz yönetilmiş ve büyümeden önüne geçilmiş. Olay süresince herhangi bir aşırı veya olumsuz, nezaket dışı, meydan okuma gibi bir durum yaşanmamış. İşin içine media karışınca işin rengi değişiyor tabii. Bunu muvafıklar ve muarızlar birlikte başarıyor. Bu işin ilk kurbanı da hakikat oluyor. Olayın öncesi ve sonrasında hiçbir medya organına bilgi, belge, demeç veya röportaj verilmemiş. İlgili yönetici hakkında yazılanlar tamamen masa başı ürünü anlaşılan. Ne bu tarafın dediği gibi bir meydan okuma, ne de karşı tarafın hesap sorma iddiaları gerçek dışı. Yapılan masa başı haberlerle ilgili düzeltme girişimleri ve TRT’nin olayla ilgili röportaj yapma isteği de kurum basın danışmanlığı ve yönetim tarafından onaylanmamış. Bunlar gerçekler. Bugüne kadar yazılanlar, çizilenler, yorumlar ise gerçek dışı. Sıradan, basit bir olay, siyasi bir kavganın malzemesi haline getirildiğinde, taraflar gerçeği ortaya çıkarmak yerine, karşısındakine zarar vermek için bir olayı kullanabiliyorlar. Bu olaylar sadece karşıtlar arasında değil, zaman zaman aynı hareket içinde de birbirlerine karşı kullanılabiliyor. Bölünmenin asıl sebebi de bu olsa gerek. Dilerim yaşananlardan ders alırız. Selâm ve dua ile.