Abdurrahman Dilipak
İçimizdeki öteki!
Maalesef böyle: Başkasının gözünde çöp ararken kendi gözümüzdeki merteği görmeyiz.
Soğan-sarımsak yiyen başkasının ağzındaki soğan-sarımsak kokusunu duymaz. “Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan etkilenir”miş. Birine 40 gün deli dersen deli olur. Kibriti gözüne çok yaklaştırırsan arkasındaki bir ormanı kaybedersin. Kedi aç kalır ve yavrusunu yemeye karar verirse, onu fareye benzetirmiş. Bugün sana çok uzak olan ve “asla” diyeceğin şeylere yavaş yavaş, adım adım yaklaşırsan, gün gelir, o “asla” dediğin şey arkanda kalmış olur. Bir şeyleri dönüştürmek için yola çıkanlar, bir de bakarsınız kendi dönüşmüş ve dönüştürmek istediği yapının uygulayıcısı, bir parçası olmuş. Darbelerin önce kendi evlatlarını yemesi, insanların yola birlikte çıktıklarını unutup, yolda buldukları ile yola devam etmeleri bundandır. İnsan giderek kendi yaratılış hikmetine yabancılaşabiliyor. Oysa biz “Galu bela” zamanında ne söz vermiştik. Bu dünyaya geldiğimizde hayallerimiz neydi ve bugün, dün mahrum olduğumuz şeylere sahip olduğumuzda nerelere savrulduk. Biz kendimizin ötekisi olabiliyoruz ne yazık ki, zaman içinde. Ama adımız, etiketlerimiz, hep aynı kalıyor. Ötekiler bizi kendilerine benzetiyorlar. Ve biz giderek ötekileşiyoruz.
Biz nasıl bu hale geldik ve İstanbul Sözleşmesini savunur hale geldi başörtülü arkadaşlarımız diye soruyor/sorguluyor bu dönüşümün dışında kalanlar. Onlara gösterseniz de görmek istemiyorlar, söyleseniz de duymak istemiyorlar. Görmek istemeyenden daha kör, duymak istemeyenden daha sağır kim olabilir..
O “lanetli” şeytan bizi şuuraltında bastırdığımız duygularımız, özlemlerimizden yakalayarak bizi avlıyor. Onun için her fırsatta şeytanın şerrinden Allah’a sığınmamız ve onu taşlamamız gerekiyor.
Her yerde, her zaman, her çeşit insan var. İçimizden bize uzaklaşıp onlara yaklaşanlar da var. Onlardan uzaklaşıp bize yaklaşanlar da var.
Mesela bizden ötekilere yaklaşanlar, İstanbul Sözleşmesi üzerinden elde ettikleri kazanımları korumak için ne yapmalıyız, onun üzerinde kafa yoruyorlar.
“Kazanım” dedikleri neyse?
İstanbul Sözleşmesini bir olta kabul ederseniz ucuna takılan yem “kadına şiddet”.
Ama kimilerine göre kariyer, itibar, makam, menfaat, statü, her neyse. Kimi kendini o sözleşme ile özdeşleştirmiş. Sözleşme kaldırılırsa kendilerinin de hükmü kalkmış olacak. Hatta suçlanacaklar. Yani sonunda savundukları kendi itibar ve gelecekleri. Birçok politikacı, birçok bürokrat, birçok STK temsilcisi, akademisyen gazeteci bu anlamda kimi ikilem, kimi suçluluk psikolojisi yaşıyor.
Bu işin bir de hem siyasi, hem toplumsal karşılığı var. Kaş yapalım derken göz çıkarttılar. Çok büyük mağduriyetler söz konusu. Vaadedilen “kadına şiddet” olgusu da azalmadı bu süreçte. Eee, birilerinin bunun sorumlusu olması, hesap sorulması, hesap verilmesi gerekiyor. Peki, onlar kimler?
O kendini toplum nazarında suçlu hissedenler, iade-i itibar için makyaj tazelemeleri gerekiyor, eleştirilerin aksine yeni bir imaj kazanmaları gerekiyor, ama bu gayretler bazen sırıtıyor, bazen geri tepiyor. En önemlisi her atılacak adımın siyasi bir karşılığı var. Yeni bir yanlış da yapmamaları gerek.
Onlara göre, öncelikle, bu konuda yazan, çizen, konuşan birilerinin susturulması gerek. Bunları destekleyen lobiler var. Kimi aileyi savunuyor, kimi ahlakı, kimi LGBT’ye karşı, kimi erken evlilik mağduru, kimi kadın tarafından iftiraya uğrayıp evden uzaklaştırma almış, kimi süresiz nafaka mağduru. Kimi dini açıdan karşı çıkıyor.. Kimi nasıl susturacaklar. Bunları hedef alsalar toplumdan tepki görüyorlar. Troller de çözüm değil. Medya zaten tiraj ve reyting kaybetmiş. Yazarlar itibar kaybına uğramış. E o zaman nasıl olacak bu iş.
Birilerine göre, değişiklik yapılıyormuş gibi yapıp, statüyü muhafaza etmek gerek. Batıyı daha fazla karşımıza almamamız gerek. Bu; kendimizi inkâr etmek olur, geri dönüş, işi daha da içinden çıkılmaz hale getirir. Yani “Ne şiş yansın ne kebap” misali bir çıkış yapmak gerekiyor. Ama bunu kim, nasıl yapacak! Bu “çözüm” diye ortaya konulacak teklifin sahibi kim olacak. Bu işin sorumluluğunu Cumhurbaşkanına yıkarlarsa ona yazık ederler. Ama bu teklifin sahibi kim olursa olsun, son imza ona ait olacak ve fatura ona çıkacak.
Bu senaryoda çözümsüzlüğün faturası da, çözüm diye getirilecek çözümsüzlük teklifinin faturası da hem Erdoğan’a, hem de AK Parti’ye çıkartılacak. Bu iş sürüncemede kaldığı sürece kriz daha da derinleşecek. Birileri kendi paçasını kurtarmaya çalışırken, Erdoğan’ı ve AK Parti’yi riske sokuyorlar.
Niye söylemiyorsunuz, bu İstanbul Sözleşmesinin bu şekilde hazırlayıp hızla meclisten geçiriren ama isimleri ortalıkta gözükmeyenlerin çoğu FETÖ’nün adamları idi. İçimizdeki ötekilerdi! FETÖ’nün zihniyet ikizleriydi.
Bakın tek başına İstanbul Sözleşmesinden çekilseniz bile sonuç değişmeyecek. CEDAW üzerinden aynı yola devam edecekler. İstanbul Sözleşmesinin sembolik bir anlamı var. Ama kaldırılması gereken CEDAW, İstanbul Sözleşmesi ve Lanzarote’dir. Bu 3’lü, Amerikan Lobisi tarafından Evren Cuntası üzerinden, Özal zamanında hayata geçirildi. İstanbul Sözleşmesi, AB üzerinden FETÖ lobisi üzerinden AK Parti döneminde başımıza bela edildi. Lanzarote de aslında “Aile”, “Kadın” üzerinden 3. Adım olarak “Çocuğu” hedef alan bir komplo idi. Bu paketten, paketin içinde mündemiç, tahtında müstetir bir şekilde, sürpriz olarak bir de promosyon çıktı: LGBT+, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, cinsel tercih ve cinsel deneyim.. Ve biz üç oltayı yutarken o promosyonları da yuttuk! Şimdi bakalım bu oltadan nasıl kurtulacağız. Hem de sözleşme lobisine rağmen. Selam ve dua ile.
Not: Sahi biz İstanbul Sözleşmesini konuşurken Malatya’da ne oluyor öyle? Olup-bitenleri bilmeme hakkı olabilir mi yetkililerin. O zaman kastı olan asıl sorumlu kim, ihmali, kusuru olan kim(ler)?!