Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

İnsanî Bir Davranış Göstermelerini Kimlerden Bekleyebiliriz?

B. Amerika’da Missouri eyaletinin Ferguson şehri ve çevresinde siyah ırktan silahsız-savunmasız bir gencin polis kurşunu ile öldürülmesiyle başlayan protesto gösterileri güvenlik güçlerince şiddetli bastırıldı, bastırılmaya devam olunuyor. Halbuki, bu protesto gösterilerinde, meselâ, İstanbul-Gezi Hadiseleri’nde 2013 Haziran- Temmuz aylarında yaşanan karışıklıklardakine benzer çapta büyük yakıp yıkma sahnelerine henüz rastlanmamışken..

Güvenlik güçlerinin sergilediği bu bastırma eylemleri, hattâ protesto gösterilerinin özel veya kamu mallarının tahribine, yakılmasına kadar varmadan sergilendi. Başka ülkelere, ‘göstericilere karşı orantısız- ölçüsüz güç kullanmama’ çağrısı yapan, insan hakları havarîliğine soyunan Amerikan makamları ve onların Avrupa’daki uzantıları, bu hadiselere fazla bir ilgi göstermediler, haber bültenlerinde ve ekranların haber saatlerinde bu olan bitenden haber vermemeye çalıştılar ya da çok önemsiz, küçük hadiseler olarak göstermeye çalıştılar.

Missouri eyaleti makamları, bu gösterileri durdurmaya güçleri yetmediği için, ancak çok büyük karışıklıklarda istisnaen başvurulan bir yöntem olarak, Amerikan federal güvenlik güçlerinden yardım istediler, şehirde sokağa çıkma yasağı yasağı konuldu. Ama, karışıklıklar henüz de devam ediyor.

Ama, aynı medya odaklarının, Türkiye’deki Gezi Hadiseleri sırasında nasıl ağır suçlamalar yaptıklarını ve saatle canlı yayınlar yaparak, Türkiye’de Tayyîb Erdoğan Hükûmeti’nin devrileceğine dair ümidli ve heyecanlı bekleyişlere girdiklerini unutmuş olamayız.

Daha sonra, geçtiğimiz aylarda Almanya- Hamburg’da haftalarca devam eden karışıklıklar da alman tv. kanallarında hemen hiç yerini bulamamıştı. En fazla tek bir kanalda, o da sadece 1 dakika, 20 saniye kadar değinilmişti. Yazılı medyada ve sosyal medya denilen internet sitelerinde, hemen hiç kimse bu konuya kocaman ve tahrik edici başlıklarla yaklaşmadı..

*

Bu gibi gelişmeler karşısında, birilerinin de, yangına benzinle gitmemelerinden dolayı şikayetçi olduğumuz sanılmasın..

Üzerinde düşünülmesi gereken konu, bu karışıklıkları kendi ülkelerinde yaşayanların, bu kadar soğukkanlı ve hadiseleri kendi tabiî sınırları içinde kontrol etmek çabaları bilinirken; o çevrelerin, benzer hadiseler başka ülkelerde olduğu zaman yangına benzinle koşmaları..

*

Gazze’de son 40 gündür, geçmişteki örneklerinden daha da barbarca sergilenen sionist barbarlık karşısında da aynı durum yaşandı.

Gazze’ye yapılan son saldırıların neticesi rakamlarla ifade olunacak olursa.. Şu son günlerde 5 gün kadar süren ‘ateş-kes’  uygulaması sırasında yıkıntıların altından çıkarılan cesedlerle birlikte öldürülen sivil halktan öldürülenlerin sayısı 2100’ü bulmuş bulunuyor. Ki, bunların üçte biri çocuk, bir o kadarı da kadın.. Erkeklerin hepsi de ergin ve de silahlı mücadele içinde olanlar değil..

Gazze gibi bir küçücük alana sıkıştırılmış 2 milyona yakın sivil insanın böylesine barbarca bombardıman altında ezilmesi, şehirlerinin, hattâ BM tarafından tarafından güvenlikli mekan olarak ilan edilen ve saldırılmaması gereken okullar ve hastaneler bile yerle bir ediliyor. Bu korkunç saldırılar karşısında, emperyalist ve şeytanî güçler, Amerikan Başkanı Barack H. Obama’nın sözlerinde, sadece, ‘sivil ölümlerinin bu kadar çok olmaması için gerekli tedbirlerin alınması’ şeklinde dile getirildi, bir tavsiye olarak..

Bu tavsiyeler, hele de sionist İsrail rejimi başbakanı B. Netanyahu’nun ‘dünyanın en ahlâklı ordusu İsrail ordusudur..’ şeklindeki tahammül edilemez çaptaki ironik sözleriyle karşılaştırıldığında, âdetâ bir özür dileme havası taşıyor.  

Bu azgın, canavarca sionist saldırılar niçin başlatılmıştı, hatırlayanımız var mı?

Batı Şeria’da, yani Gazze’yle hiç ilgisi olmayan bir yerde, yahudi yerleşimcilerden üç genç kaybolmuş ve bu çocukların cesedleri, kayboluşlarının üzerinden üç hafta kadar geçerken, yine Batı Şeria’da bulunmuştu.

Ama, kim tarafından, nasıl, niçin öldürüldüklerine dair açık bir delil elde edilememişti. Ama, sionist İsrail rejimi, bağlı olduğu yüksek ahlâkî kuralları göstermek adına, faili mechul öldürmelerin cezasız kalmaması adına, Batı Şeria’dan fiilî engellerle, duvarlarla ayrılmış ve 100 km. ötedeki Gazze’ye saldırı başlatmıştı..

Anlaşılıyordu ku, o ölümler nasıl olursa olsun, o bahane olarak kullanılıp, daha önce planlanan en barbarca bir cinayet projesi uygulamaya konulmalıydı.

Bu cinayetlere, bu barbarlıklara karşı çıkanlar ise, hemen, anti-semit’ (yahudi düşmanı) suçlamasıyla sindirilmeye maruz bırakılıyorlardı.

*

Daha da ilginç olan ise..

Gazze’de bu korkunç barbarlıklar işlenirken..

Seyirci ve sessiz kalan emperyalist dünyanın medya organlarının hemen bütün dünyayı, Irak’daki Ezidîler’in maruz kaldıkları ağır baskılara koro halinde ağlatmak çabaları ilginçti..

Elbette ki, hangi ırk, cins, din, mezheb, inanç veya inançsızlık grubundan her kim olursa olsun, kadın-çocuk, savunmasız sivil insanların hayatlarının tehlikeye atılmaları, hangi niyetle yapılırsa yapılsın, asla anlayışla karşılanamaz.

Biz müslümanlar olarak bu gibi saldırılara böyle bakmak zorundayız.

Ateş içinde, her an öldürülmek durumunda olanların bu konulara, rahat köşelerinde  bakanlar gibi bakmaları pek kolay değildir. Ama, yine de, her müslüman, İslam açısından savaş hukukunun şartlarını bilmek ve üzerine düşen mükellefiyetleri ve sorumlulukları ona göre yerine getirmek zorundadır.

Öte yandan, geçen sene Mısır’da Rabia Meydanı’nda iki bine yakın insan kurşunlanırken, ve yapılan darbenin demokrasinin kurulması için açıklayanların ve Gazze’de işlenen korkunç savaş suçlarının karşısında sessiz kalanların, Ezidîler’i keşfetmesi ve dünya medyasında bu konuyu oldukça büyüterek sözkonusu etmesi ilginç değil midir? 

Elbette, Ezidî’lerin veya her kim veya hangi inançtan olursa olsun, savunmasız ve de  saldırgan olmayan insanların öldürülmesi asla kabul edilemez. Hele İslam adına, daha bir, asla..  

Çünkü, ‘Kim bir insanı, haksız yere öldürürse, bütün bir beşeriyeti öldürmüş gibidir..’ diyen bir dinin mensublarıyız, biz.. O halde, kendilerini müslüman olarak tanımlayanlardan birileri,  böyle bir hükmü görmezden gelip, hangi gerekçeyle olursa olsun, çocuk, kadın ve savunmasız insanları öldürürse, bize düşen, o gibi cinayetleri önlemeye çalışmak, o gibilerden irtibatımızı  irtibatımızı kesmek olmalıdır. Çünkü, saldırı olmadıkça, en inançsız kimselerin bile öldürülmesi asla için asla cevazımız yoktur.

Hemen ekleyelim, bu hüküm, aşağı yukarı aynı çerçeve içinde, mevcud  İncil’lerde de geçmektedir. Kezâ, Tevrat’ta da, ‘Siz (firavunlar zamanında) Mısır’da karşılaştıklarınızı unutmayın.. Aynı cinayetleri siz de yaparsanız, hiddetim size ulaşır..’  meâlinde hatırlatmalar vardır.

Ama, kendilerini Tevrat veya İncil’e bağlı gösterenlerin bu gibi cinayetleri yapmış olması , müslümanlara delil olamaz ve biz, her hal’ü kârda bu gibi cinayetlere karşı çıkmak için vargücümüzü kullanmak zorundayız. Bu hükümlere, hatırlatmalara rağmen, başkalarının bunu yerine getirmemesi bizi ilgilendirmez. Bu onların inançlarına bağlarının za’fiyetini ve iki yüzlülüklerini gösterir. Pekiy, ama, biz müslümanlar bu gibi hükümlerin gereğini yerine getirip getiremediğimiz, bizim durumumuz nasıl değerlendirilmelidir?  

Bırakalım, başka inanç gruplarından olanları, hattâ aynı inanç grubundan olan insanların, birbirlerini ‘Allah’u Ekber!’ diye doğradıklarını da çok yaşadık, yaşıyoruz. Ama, bunun fiilen böyle olması, caiz görülemez, müsamaha ile karşılanamaz.

Özellikle, IŞİD ve En’Nusra cebhelerine mensub oldukları bilinenlerin birbirlerinin silahlı veya silahsız yandaşlarını nasıl acımasızca öldürdüklerine dair yığınla video görüntüleri yayınlanıyor.

Bu görüntüler ne kadar doğru?  Ve doğru ise, ne kadar vahşice ve ahlâksızca..

Karşı tarafı kötülemek için veya kendilerinden korkulması, ve bir terör havası estirmekten bir şeyler beklenmesi mi gözönünde bulunduruluyor, anlaşılması zor..

Şimdilerde de, Irak rejiminin güçleri ve de Barzanî’nin peşmergeleri, IŞİD savaşçılarına karşı, onların yöntemleriyle karşılık verdikleri görülüyor.

Aynı şekilde, medya organlarından her gün ‘yüzlerce IŞİD teröristi öldürüldü..’ diye sevinç çığlığı yükseltenlerin, kendilerinden bir kaç kişi öldürülünce, mâtem ilan etmeleri; ya da, Suriye’deki Baasçı zulüm düzenini ayakta tutmak için vargücünü kullanan Hizbullah güçlerinden ölenlerin şehîd ilan edilmeleri ve düne kadar, bütün emperyalist güç odaklarınca radikal, aşırı İslamcı, terörist vs. diye nitelenenlerin, bugün, IŞİD savaşçıları ve benzerlerine karşı, aynı şekilde suçlamalar getirmelerini nasıl izah etmeli?

Bu da bizim cenahımızdaki, iki yüzlülük olarak nitelenebilecek olarak tutarsızlıklarımız değil midir?

Böyleyken..

Zulüm düzenlerine karşı savaş verirken, kendileri gibi düşünmeyen öteki silahlı eylemcileri de, gelecekte ‘kendilerine rakib olmaması’ adına, bertaraf etmek adına, yok etmeye kalkışan ve sadece kendilerinin şer’an ‘vâcib’riaye..’ / riayet edilmesi gerekli olarak görülebilecekleri iddiasını bayrak edinenler karşısında ne yapacağız? Ki, onların hemen herbirisi de, İslam adına savaş verdiklerini ileri sürüyorlar, ve karşı tarafı en acımasız usullerle katlederken, hemen hemen aynı Kur’an âyetlerine dayanıyorlar.. Âyetler, hükümler aynı; okuyanlar ve kendilerine karşı dayanak ve silah olarak kullanılanlar ise, daha bir ayrı..

*

"DİNLEDİK; ÇÜNKÜ TÜRKİYE GÜÇLENDİ"

Bir diğer konu da, Almanya istihbarat birimlerinin makamlarının Türkiye’yi dinlediklerinin açıklanması..

Daha önce, Almanya hükûmet çevrelerinin ve özellikle Şansölye Merkel’in konuşmalarının B. Amerika tarafından en gelişmiş teknolojik imkanlarla dinlendiğine dair deliller ortalığa saçıldığında, Alman hükûmet makamlarının nasıl hışımlandığı biliniyor.

Merkel, Amerika tarafından dinlenmesine tepki olarak, ‘dostların birbirini böylesine usûlsüz, illegal yollarla dinlemeleri dostluk kavramıyla bağdaşmaz..’ demişti.

Almanya Hükümet Sözcüsü Vekili Christiane Wirtz, ortaya çıkan bu tablo karşısında, 18 Ağustos günü yaptığı basın toplantısında Türkiye’nin 2009’dan bu yana (Alman Gizli İstihbarat Kurumu) BND tarafından dinlendiği iddialarını ancak Parlamento Denetim Komisyonu’nun doğrulayabileceğini söyleyerek topu taca atıyor ve Merkel’in Amerika’ya karşı yaptığı “Dostlar arasında dinleme kabul edilemez” çıkışının hatırlatılması üzerine, “Başbakan Merkel, bu açıklamayı geçen sene Ekim ayında Brüksel’de yaptı, ancak bu açıklamanın bağlamı ABD ile ilgili iddialardı. Bu açıklama da ona atfen yapıldı” diyordu. Yüksek tirajlı Bild gazetesine konuşan bir Alman istihbarat yetkilisi ise Almanya, Türkiye’den Suriye sınırındaki Almanya vatandaşı cihadçılarla ilgili bilgi istediğinde, Türkiye’nin ancak kendilerine PKK’nın Almanya’daki faaliyetleri hakkında bilgi verilmesi karşılığında istihbarat iletebileceğini söylediklerini; bu yüzden, kendi bilgilerini elde etmek zorunda kaldıklarını’ savunuyor, “Türkiye’yi dinlememek için deli olmamız lâzım” şeklinde tuhaf açıklamalar yapıyordu.  

Alman Bild gazetesinin, "İşte bu nedenlerle Alman Dış İstihbarat Kurumu (BND) Türkiye'yi dinledi" başlığıyla verdiği haberde, Türkiye'de yeni Cumhurbaşkanlığı'na seçilen Tayyib Erdoğan'ın güçlenmesine değinmesi ve, "Türkiye'nin yeni Cumhurbaşkanı'nın giderek artan gücü Batı tarafından endişe ile izleniyor" diye yazması dikkat çekiciydi.. Bild gazetesi, ayrıca, "Türkiye Balkanlar'da giderek artan İslamlaşmanın baş aktörlerinden biri" olduğu iddiasını da öne çıkarıyordu.

Merkel’in partisi olan Hristiyan Demokrat Birlik (CDU)’nun Federal Meclis Grubu Başkan Vekili Wolfgang Bosbach ise, dinlemeyi "anlayışla karşıladığını", ‘BND'nin Türkiye'yi dinlemek için haklı sebebleri bulunduğunu’ söylüyordu.

Letonya Başbakanı ile görüşmesinden sonra, BND'nin Türkiye’ye yönelik dinleme ve izleme faaliyetlerinde bulunduğu iddialarına ilişkin konuşan Merkel, bir gazetecinin, ‘Bu sizin, 'Dostlar arasında dinleme olmaz’ sözlerinizle bağdaşıyor mu?" sorusu üzerine,  "Almanya'daki istihbarat teşkilatlarının çalışmaları hakkında kamuoyu önünde bilgi vermiyorum.’ diyor ve Söz konusu cümleyi de ABD ile ilgili bağlamda sarfettiğini ekliyordu.  

*

Uluslararası münasebetlerde elbette müslümanların en büyük gücü ahlâklı bir siyaset izlemek ve ahde vefa prensibidir.

Ama, unutulmaması gerekir ki, emperyalist dünya ve güç odakları, ahlâk anlayışlarını da güçlerine göre şekillendiriyorlar, her durumda da, çok mâsum ve insanî hedefler yönünde hareket ettiklerini iddia ediyorlar.

Tıpkı, 1840’larda İngiltere ile Çin arasında meydana gelen Afyon Savaşı’nda olduğu gibi..

O zaman, İngiliz emperyalizmi, Çin halkını daha fazla uyutmak için gemiler dolusu afyonu Çin limanlarına yaklaştırırken, Çin’liler bu gemileri ateşe vermişler ve İngiltere ise, kendilerinin yoksul Çin halkına gıda maddeleri ulaştırmak için çırpındıklarını, Çin Hükûmetinin ise, bu gıda maddelerinin halka ulaşmasını istemediklerini, bu yüzden gemileri topa tuttuklarını ve yaktıklarını ileri sürüyor ve iki ülke arasında büyük bir savaş başlıyordu.

Gerçek ise, aradan 75 yıl geçtikten sonra açıklanıyordu, ingiliz belgelerinden..

Bugün tezgahlanan nice sahnelerin perde arkasındaki asıl niyet ve hedeflerin ne olduğunu anlamanın da o kadar kolay olduğu sanılmamalıdır.

haksöz

Bu yazı toplam 995 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar