Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘Irak ve Şam Diyarları’ndaki Cesed Bataklığı ve IŞİD

IŞİD adı son aylarda dilimize pelesenk oldu, neredeyse..

Bu ismin açılımı, (Irak- Şam İslam Devleti) oluyor. Kendisine çok iddialı bir isim almış bir örgüt.. Irak ve Şam diyarlarında İslam Devleti kurmayı hedef edinmiş.. -Bilenler ukalâlık saymasınlar-, buradaki Şam,  bazılarının zannettiği gibi, Şam (Dımeşq- Damascus) şehri değil, içinde Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün’ün de bulunduğu ve geçmişte asırlarca Bilâd-ı Şâm, (Şam beldeleri/ diyarları) diye anılan geniş bir coğrafya..

IŞİD, arab ve fars dillerinde ise, ‘Devlet-i İslamiyye-i Irak - Şâm’ kelimelerinin kısaltılmış şekli olarak DA’IŞ diye anılıyor..

Bu örgütün özellikle, ‘En-Nusre..’ örgütü ile giriştiği lisanî ve silahlı mücadeleler yüzünden, her iki taraf da, Kur’an-ı Kerîm’den aynı âyetleri okuyarak, birbirleri aleyhine ağır ithamlarda bulunuyorlardı, son aylarda.. Ve birbirlerini ‘Şeytanın askerleri’ diye anıyorlardı.

El’Qaide teşkilatınının lideri Eymen ez’Zevahirî’nin iki tarafa yaptığı ve ‘Mücahid kardeşlerim..’ diye başlıyan çağrıları da tesir etmemişti. Ve ondan sonra suçlamalar daha da ağır şekilde dillendirilmeye başlandı. Hattâ, birisi diğerini, Beşşar Esed rejiminin işbirlikçisi olarak bile suçluyordu.

Ancak, gerçeğin ne olduğunu anlamak o kadar kolay olmasa gerek.. Çünkü, kendi mensublarının öldürülmesi karşısında herhangi bir silahlı mücadele örgütünden ılımlı, mülâyim tepkiler beklenmemesi gerekir.  Ayrıca kimse de  kendi ayranının ekşi olduğunu söylemiyor. 

Tarafların birbirlerini suçlamaları tabiî sayılabilir de, tabiî olmayan, bu suçlamaların İslamî terimlerle yapılması..

Ya, iki taraf da yanlış söylüyordu; ya, bir taraf haklı, bir taraf haksızdı.

Ama, iki tarafın da haklı olduğu bir ihtilaf ve mücadele düşünülemezdi. Çünkü böyle bir durum, Hakk mefhumunun, kavramının tabiatına aykırıdır

*

IŞİD’in 10 Haziran günü Irak’ın ikinci büyük şehri olan Musul şehrini ele geçirmesi ve arkasından Tikrit ve  son olarak Fellûce, Ramade ve Samerra’yı da ele geçirdiğine ve Irak ordusundan binlerce – onbinlerce askerin üniformalarını çıkarıp,  silahlarını da bırakarak kaçtıklarına dair haberler, dünya kamuoyunu şoke etti.. Ortaya çıkan tablo, ilginç, karmaşık ve çok bilinmeyenli bir denklem karşısında olduğumuzu gösteriyor.

Konunun iyice anlaşılması için, bu duruma nasıl gelindiğine dair bilgilerimizi etraflıca tazelemek faydalı olabilir.

*

Ama, önce Afganistan’dan, Tâlibân’ı ortaya çıkaran şartlardan sözedelim..

1995-96’lardı..

Afganistan’da, 1978-89 arası, 12 yıla yakın bir süre devam eden Sovyet Rusya işgal ve istilâsına karşı yaman bir mücadeleye girmiş olan çeşitli isimler altındaki cihadî teşkilatlar uzun ve çetin bir direnişin sonunda, Sovyet güçlerini geri çekilmeye mecbur bırakmışlardı. Afganistan’daki bataklığa saplanan Sovyet Rusya, 1989’da Sovyet lideri Mihail Gorbaçev’in zor, ama, kaçınılmaz kararıyla Afganistan’dan geri çekilmişti. Ama, bu durum, mes’eleyi ve o kanlı yarayı kapatmak yerine daha bir irinli hale getirecekti.

Çünkü, o geri çekilişle birlikte, ülkede 1978 yılından beri kanlı bir diktatörlük yöntemiyle hükmeden komünist rejim de çökmüş ve BM.’in başkent Kabil’deki temsilciliğine sığınan son kukla lider Necibullah da, o binaya yapılan bir baskında yakalanıp hemen oracıkta linç edilmişti..

Ama, komünist rejimin çökmesi ve defterinin dürülmesiyle mes’ele tamam olmuyor; tersine, daha da bir karmaşık ve içinden çıkılmaz hale geliyordu. Çünkü, dünün mücahid teşkilatları şimdi, birbirleriyle korkunç bir iktidar savaşına girişmişler ve bütün çabalara rağmen, özellikle üstad  Burhaneddin Rabbinî ve onun ve özellikle Pencşir Vadisi’nde /(Derre-i Pencşir’de) Sovyet ordularına karşı verdiği müthiş taktik savaşlarıyla ün kazanan komutanı Ahmed Şah Mesud liderliğindeki Cemiyet-i İslamî güçleri ile, Gulbeddin Hikmetyar liderliğindeki Hizb-i İslamî güçleri arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi başlamıştı.

Rabbânî, mücahid teşkilatlarının ortak toplantısı sonunda cumhurbaşkanı olarak belirlenmiş ve o da, Hikmetyar’ı başbakanlığa getirmişti. Ama, Hikmetyar bu durumu da kabullenmiyordu.

Çünkü Rabbânî ve Ahmed Şah Mesud, ’tacik’ kavminden idi.. Tacik’ler, pek çok entik grubun bulunduğu Afganistan’da halkın yüzde 15 kadarını oluşturuyordu. Hikmetyar ise, Afganistan halkının yüzde 40 kadarını oluşturan ’peştun’ kavminden idi ve o, daha Gorbaçev’in Afganistan’dan çekilme kararını açıkladığı günlerde, Pakistan’ın Peşaver şehrinde yaptığı ve ekseriyeti peştunların oluşan onbinlerin katıldığı bir mitingde, ’Afganistan’ın son 300 yıl boyunca hep peştunlar tarafından yönetildiğini, bu durumun bundan sonra da böyle devam edeceğini’ söyleyerek, etnik rekabet ateşini tutuşturmuştu.

Hikmetyar, başbakan sıfatını kullanıyor, ama, Cumhurbaşkanı ile bir araya ve de başkente ve hükûmet makamlarına gelmiyor; başkentin 50 km. kadar doğusunda bir yerde konuşlandırdığı güçleriyle başkent Kabil’i füze, roket ve toplarla dövüyor, taraflar birbirlerine en ağır zayiatı nasıl verdirebileceklerinden başka bir şey düşünemiyorlardı. Bu boğuşmada sırasında, sivil-asker, silahlı- silahsız onbinler birbirlerini yıllarca katlettiler.

Halk, Rus işgali ve komünist rejimden daha beter bir duruma düşmüştü. Çünkü, yabancı işgalcilere karşı kahramanca direnilebiliyordu. Şimdi ise, aynı halkın çocukları ve aynı inancın bağlıları birbirlerini korkunç şekilde boğazlıyordu.

Halk yoksulluğuna ek olarak bezgin, yorgun, bedbin ve çaresiz idi..

Ve nihayet o şartlar altında..

‘Tâlibân’ (talebeler) denilen bir grup ortaya çık(arıl)ıverdi, birkaç içinde.. ‘Tâlibân’ denilen bu grup, gerçekte, Ruş isgaline ve komünist rejime karşı bir savaş vermiş değillerdi. Onlar o uzun işgal ve cihad yıllarında Pakistan’daki medreselerde okuyorlardı ve ilk delikanlılık çağından gençlik yıllarına doğru ilerlemişlerdi.

’Tâlibân’ adıyla ortaya çıkan bu grup, birbirirleriyle boğuşan bu eski mücahid gruplarının hepsine de karşı çıkarak, ülkeye düzen getirebileceklerini düşünüyorlardı.

Kandehar başta olmak üzere, birkaç şehirde kısa sürede duruma hâkim olan Tâlibân’ın  o şenihirlerde kurduğu ve halkın anladığı sınırlar içinde kısıtlı da olsa şeriat uygulaması, yine de halk kitlelerini memnun etmişti. Çünkü, insanlar emniyet- güvenlik içinde yaşamaya başlamışlardı.

Ayrıca, bu grubun malî bir sıkıntısının olmadığı görülüyordu.. Malî kaynağı Suûd rejiminden aldığı, istihbarat ve askerî eğitim imkanlarını da Pakistan Ordusu’nun sağladığı,  Amerikan emperyalizminin de diplomatik destek ve de etkili silahlar verdiği biliniyordu. Nitekim, ortaya çıkışı üzerinden henüz 6 ay geçmemişti ki, bu grubun elinde artık onlarca savaş uçağı bile vardı ve Pakistan ordusundan emekli pilotlar bu uçakları kullanıyorlardı.

Afganistan’ın yüzde 15 kadarı Ahmed Şah Mesud’a bağlı güçlerin kalırken, geri kalan bölgeler ve Kabil’deki Hükûmet de artık bütünüyle Tâlibân’ın eline geçmiş bulunuyordu.

Ve işte o günlerde.. Tâlibân güçleri kuzeydeki Mezâr-ı Şerif  (Belkh)  şehrini ele geçirmişler ve oradaki İran Konsolosluğu’nu işgal edip, 14 diplomatı hemen katletmişler ve cesedlerini de hemen oracıkta gömmüşler ve konsolosluğu yağmalayıp, tahrib etmişler, ateşe vermişlerdi.

Durum son derece hassas idi..

İran ciddî olarak müdahaleyi düşünüyordu.. Halk kitlelerinin yatışması için de bu gerekli gözüküyordu. Ama, ya, ‘Tâlibân Hukûmeti’, Amerika ve diğer devletlerden, İran’ın Afganistan’a saldırdığını gerekçe göstererek yardım  isterse, buhran, o zaman çok daha çetrefilli ve büyük bir savaşa yol açmaz mıydı?

Bütün bunların hesabı-kitabı yapıldı ve İran, Afganistan’a saldırmadı.

Tâlibân, karşısında artık kimseyi duramaz sanıyordu ve Afgan halkının beklediği ve kabul ettiği şer’î sosyal düzenlemelerin de ötesinde, çok katı ve sert uygulamalara geçip, Tâlibân lideri Molla Ömer’in yakın arkadaşı ve hattâ damadı da olan Usâme bin Laden’in de öncülüğünde, daha uzun vâdeli ve büyük hedeflere doğru yönelmeyi telaffuz etmeye başladığında..

B. Amerika’da bütün dünyayı şoke eden o korkunç 11 Eylûl 2001 Saldırıları gerçekleşti ve Amerikan emperyalizmi, ortaya çıkmasına geçmişte gözyumduğu ve destek verdiği Tâlibân’ın kontrolden çıkmakta olduğunun rahatsızlığını zâten yaşarken meydana gelen bu saldırıları da Usâme’nin ve lideri olduğu El’Qaide örgütünün üzerine yıkıp, Afganistan’a saldırdı ve ağır bombardımanlar altında, sivil halktan onbinlerce- yüzbinlerce insan can verdi ve Tâlibân rejimi de bir aydan kısa bir sürede çöktü.

Arkasından, Bush Amerikası, Saddam’ı da El’Qaide ve 11 Eylûl 2001 Saldırıları ile ilişkilendirip, Irak’a da saldırdı ve Irak halkından yüzbinlerce sivil insanın da can verdiği ağır bombardımanlar ve işgal altında Saddam rejimi de çökertildi, 2003 Baharı’nda..

Amerikan emperyalizmi, hem Afganistan’da ve hem de Irak’da, kendi istediği kadroları işbaşına getirmiş ve onların eline, birer de anayasa tutuşturmuştu.

Bu anayasaların yürürlüğe girmesi sırasında, USA emperyalizmi açıkça o anayasaların fiilî garantörü gibi hareket etmiş; o münasebetle yapılan törenlerde en yüksek dereceli Amerikan yetkilileri hazır bulunmuşlardı.

B. Amerika’nın Irak’da işgal yönetiminin başındaki bulunan Paul Bremer’in, Irak Anayasası’nı hazırlatıp yürürlüğe sokulması için, son imzayı atmak durumunda oluşunu hatırlatırken, ‘Şeriat Anayasası benim imzam ile yürürlüğüe giriyor..’  deyişindeki ironisini ve nanik yapışını da acıyla hatırlayabiliriz.

*

İmdiii...

Bu anlatılanlarla, Irak’da meydana gelen son gelişmeler arasında bir takım benzerlikler görülmüyor mu?

Irak, 90 sene öncelerde Osmanlı’nın tarihi sahnesinden silinmesiyle, ingilizlerin eline geçmişti. Halbuki, İngiliz emperyalizmi, Osmanlı askerleri karşısında Çanakkale savaşlarında karşılaştıklarından daha da ağır yenilgiyi ‘Kut-ul’ Ammâre’ savaşında tadmış; ama, Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıktığından, İngiltere yenik düştüğü Irak’da bile zafer kazanmış durumuna yükselmişti.

Ne var ki, Irak toprakları paylaşılırken, ingilizler önce Bağdad’ın 45 km. kadar kuzeyinden geçiriyorlardı, yeni sınırları.. Ancaak, Osmanlı Hariciyesi o çöküş yıllarında tam bir kafa karışıklığı içinde olduğundan olmalı ki, durumu değerlendiremedi ve konuyla ilgilenmedi. Hattâ, bölgedeki Osmanlı memurlarının, ‘Yazın bile ancak katır sırtında gidilebilen Suleymaniye gibi yerleri alıp da ne yapacağız?’  gibi raporlar yazdıkları bilinmektedir. Böyle olunca da, sonunda, Bağdad’ın 450 km. kuzeyinden çizildi sınırlar.. Temmuz-1923’de imzalanan Lausanne (Lozan) Andlaşması yapılırken, Irak sınırı ve özellikle Musul Eyaleti’nin durumu belirlenemişti.

*

Musul Mes’elesi ve başımıza börk geçirilişinin traji-komik hikayesi

Musul eyaleti sadece Musul şehri ve çevresi demek değil; Süleymaniye, Kerkük, Erbil, Zaho ve Dohuk gibi geniş bir alanı içine alan bir eyaletti..

Bu eyaletin durumu, Ankara Hükûmeti ile İngiltere arasında daha sonra yapılacak müzakerelerle belirlenecek, bunda başarılı olunamazsa, konu, Cemiyet-i Aqvâm (Kavimler/ Milletler Cemiyeti) eliyle halledilecekti.

Ama, Diyarbekir ve civarında, Ankara Hükûmeti’ne karşı Şeyh Said liderliğinde başlayan büyük ayaklanma, Ankara Hükûmeti’ni iyice zayıf düşürmüştü.

İşte öyle bir buhranlı dönemde, Milletler Cemiyeti, 1925 yılında, Musul eyaletinin İngiltere’ye bırakılması yönünde görüş belirtti. Bunun üzerine, İngiltere ile Musul eyaletinin durumu üzerine Ankara görüşmeleri başlatılır.

Ama, İsmet Paşa’nın hâtırâtı’ndan anlaşıldığına göre, İngiltere, Ankara Hükûmeti’ni köşeye sıkıştırmış ve Musul eyaletindeki askerlerini 48 saat içinde geri çekmesini, bu çekilişe yardımcı olmak üzere İngiltere’nin Ankara Hükûmeti’ne 500 bin sterlin vermeye hazır olduğunu bildirmiş ve çekilmenin verilen mühlet içinde gerçekleşmemesi halinde, bu durumun savaş sebebi sayılacağı  tehdidini savurmuş ve M. Kemal de, o günkü şartlarda yeni bir savaşın göze alınmasını gerçekçi bulmadığı için geri çekilmiş ve Ankara Andlaşması o şartlarda bir emr-i vâkı’ ile imzalanmış; Musul eyaleti İngiltere’ye bırakılmıştı.

Ne var ki, neler olup bittiğinin halktan gizlenmesi için, konu kamuoyuna açıklanmamış, M. Kemal gündemi değiştirmek için ‘şapka inkilabı’nı başlatmış ve Kastamonu’da yaptığı konuşmada, elinde tuttuğu şapkayı halka, ‘Buna şapka derler ve şapka giymek adam olmak demektir’ gibi tuhaf cümlelerle gösterdikten sonra başına geçirmiş ve bütün erkekleri de şapka giymeye mecbur etmiş ve bu inkilab’a karşı patlak veren nice isyanlar, dârağaçları kurularak bastırılmıştı. Evet, Musul’un elden çıkışı, milletin başına -halk deyimiyle- börk geçirilmesini hatırlatacak bir şekilde, bir ‘şapka inkilabı’yla gizlenmişti.

(1926- Ankara Andlaşması’yla, güya, Musul Petrolleri’nin gelirinin yüzde 10’u da Türkiye’ye verilecekti. Ama, bu para hiç bir zaman verilmedi. Yine de, bütçe yapımlarında, Musul Petrollerinden gelecek muhtemel pay, -gelmiyeceği bilindiği halde- bütçede gösterilirdi, yıllar boyu.. )

*

İngilizler, başlangıçta kurulacak büyük Arab imparatorluğu’nun başına getirecekleri vaadinde bulundukları Şerif Huseyn’i Kıbrıs- Larnaka’ya sürgüne göndermişler, ama, bir oğlunu Ürdün diye icad ettikleri bir ülkenin başına getirmişlerdi; diğer oğlunu da Irak diye sınırlarını çizdikleri ülkenin başına.. Ayrıca, Nuri Said Paşa isimli bir Osmanlı paşası da, 40 yıla yakın bir süre Irak’da en üst makamlarda ve de sadrâzam / başbakan olarak ingiliz menfaatlerinin bekçiliğini yapmıştı.

*

Ve, korkunç kanlı darbeler ve diktatörlükler dönemi başlıyordu

Ama, Temmuz-1958’de -tam da, Veliahd Abdulillah ve Sadrâzam Nurî Said Paşa başkanlığındaki yüksek dereceli bir Irak hey’etinin, Bağdad Paktı toplantısına katılmak üzere Ankara’ya gelecekleri sabahın gecesinde- Irak Sarayı’nın güvenilir generali General Abdulkerim Kasım (Qaasım)  kanlı bir darbeyle Irak’daki kraliyet rejimine son veriyor; 14 yaşındaki Kral Faisal,Veliahd olarak Kral’ın yetkilerini kullanan amcası Abdulillah ve kraliyet ailesi ile yönetimde üst dereceli rolü olan hemen herkes korkunç şekilde katlediliyordu. Nurî Said Paşa ise, kadın kılığında saklandığı yerden, 3 gün sonra yakalanıyor ve bir arabanın arkasında Bağdad caddelerinde canlı canlı sürüklenerek öldürülüyordu.

Ama, hemen bütün arab diyarlarında etkili olan ve ‘arab nasyonalizmi + sosyalizm -ve tabiatiyle katı bir laiklik ideolojisi- temeli üzerinde yükselen Baas Partisi’nin Irak’daki ideolojik etkinliği de güçleniyor ve bu cereyana karşı sıcak bakmayan General Kasım, Saddam Huseyn isimli bir genç eliyle, 1960 Şubatı’nda vuruluyor; ama ağır yaralı olarak canını ve iktidarını kurtarıyordu. Saddam Huseyn isimli genç ise, kaçıyor, Mısır’a sığınıyordu.

Ne var ki, General Kasım, Şubat 1963’de iktidarının 5. yılında, Irak hava kuvvetlerince bombalanan sarayın yıkıntıları arasında canlı olarak yakalanıp, hemen oracıkta, bir sandalyeye bağlanıp ‘muhakeme’ ediliyor ve tv. kameraları önünde, canlı yayında kurşuna diziliyordu.

Yeni lider General Abdusselâm Ârif idi..

Abdusselâm Arif, iktidarının 3. yılında bir helikopter kazâsında ölüyor, yerine, -kardeşi- Irak Genelkurmay Başkanı Gen. Abdurrahman Ârif geçiyordu.

Ama, Irak halkının hâfızâsında en mülayim yönetim olarak kalacak olan bir 5 yıllık dönem sonunda, Ârif kardeşler dönemi de bir ihtilalle kapanacaktı.

Çünkü, Ârif  1968 yazında -İstanbul’da bulunduğu sırada- meydana gelen bir Baas Partisi darbesi’nde -canını kurtarsa da- iktidarını yitiriyor ve -yeni ihtilalin lideri olarak gözüken dayısı General Hasan el’Bekr’in yanıbaşında-, Irak’ın başına, asıl güçlü yeni lider olarak Saddam Huseyn geçiyordu.

Saddam dönemi, Irak tarihinin en güçlü ve de en acımasız dönemi olarak tarihteki yerini alacaktı. Petrol zenginliğinden payını etkili şekilde alan Irak halkının Saddam’a, hem korkuyla ve hem taparcasına muhabbetle bağlanması da ayrı bir facia idi.

*

Hep kan ve darbelerle, zorbalıklarla dopdolu bir yarım yüzyıl..

35 yıl sürecek olar Saddam Huseyn ve Baas ideolojisi diktatörlüğünün, İran’da 1979 yılı başında, Şah M. Rıza Pehlevî ve Şahlık düzeninin devrilmesiyle kurulan İslam Cumhuriyeti’ne karşı 22 Eylûl 1980 tarihinde başlattığı korkunç savaş ise, 8 yıl sürecek ve her iki taraftan en az 1 milyondan fazla insanın hayatı ve her iki ülkenin muazzam maddî, tarihî ve diğer zenginlikleri bu savaşta eriyip gidecek ve ama Saddam savaştan beklediği zaferi kazanamayıp, o kanlı savaş bir ‘ateş-kes’le noktalanınca.. Saddam, iktidarını kurtarmak için, halkına yeni bir zafer sunmak istiyecekti..

Bu, 1 Ağustos 1990 tarihinde gerçekleşen, Kuveyt’in işgali ve Irak’a ilhakı  idi.

Ne var ki, Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı sonunda, savaşın galiblerince, Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinde parça-bölük kurulan ve Filistin’de meydana gelen değişiklikler dışında büyük çapta korunan yeni düzenin temel taşlarından birisi yerinden oynatılıyor ve emperyalist dünya bu duruma kesin bir tepki veriyor ve 1991 Baharı’nda Amerikan emperyalizminin liderliğinde, Batı ülkelerinin güçleriyle Irak arasında meydana gelen Birinci Körfez Savaşı,Saddam Irakı’nın ağır yenilgisi ve yüzbinlerce askerinin ölümü ile noktalanacak ve Kuveyt, Irak’ın elinden alınıp eski kukla yöneticilerine devredilecek, amma, Saddam, yine de iktidarını kısmen koruyacaktı.

Ancaak, ülkenin bütün maddî zenginlik kaynakları, savaşın galiblerince ve BM. Güvenlik Konseyi adına oluşturulan bir konsorsiyom yönetimine devrediliyordu. Bütün temel gıda maddeleri ile, ilaç ve tıbbî gereçler Irak halkına bu konsorsiyomun ayırdığı Irak gelirleri eliyleriyle ulaştırılıyor ve petrol vs. Irak gelirlerinin asıl büyük kısmı ise, savaşın galiblerince savaş tazminatı olarak yutuluyordu.

Ama, B. Amerika’da 11 Eylûl 2001’de meydana gelen dehşetli saldırıların da uydurma delillerle failleri arasında gösterilen Saddam’a asıl büyük darbe 2003 Baharı’nda vurulacak ve Saddam rejimi, Irak’ı tekrar harabeye döndüren ve bir ay kadar süren korkunç bir savaştan sonra devrilecek ve yüzbinler katledilecek ve Saddam da ortadan kaybolacak ve bir yıl kadar sonra yakalanıp, yapılan uzuuun bir muhakemeden sonra, 30 Aralık 2006 sabahı asılarak idâm edilmesiyle bir devir noktalanacaktı.

*

Bir düzeni yıkmanın, yeniden kurmanın zorluğuna göre kolaylığı..

Saddam’la birlikte milyonlarca Baas Partisi üyeleriyle milis güçleri ve Irak ordusunun mensubları da buharlaşmış idi..

Bu bakımdan, yeni bir düzeni kurmak ve devamını sağlamak kolay olmayacaktı.

Irak halkının yüzde 55-60’ının şiî müslümanlardan, yüzde 35-40’ının da sünnî müslümanlardan oluştuğu, yüzde 5 kadar da gayrimuslim unsurlar bulunduğu biliniyordu.

Saddam, sünnî müslüman halkın ekeseriyette olduğu Tikrit kasabasında doğmuştu. Ama, onun dinle, mezheble işi yoktu, ideolojisi gereği..

Kendisine ve Baas rejimine kim sadakatle bağlıysa onları istihdam ediyor; rejime karşı çıkanları ise, kimliklerine bakmadan ezip geçiyordu.

İşgalci Amerikan emperyalizmi, kendisi yukarıda, tepede olmak şartıyle yerli güçlerden yeni bir sosyal yapı kurmaya mecburdu.

Bu mecburiyet de, nüfusun yüzde 55-60 (yaklaşık 15milyon) kadarını oluşturan şiî müslüman ekseriyete daha geniş imkanlar verilmesini gerektiriyordu. Onlar genelde arab kavmindendiler.

Sünnî müslümanlar ise, kürdler, arablar ve türkmenler olmak üzere üç ana grupta toplanıyorlardı ve nüfusun yüzde 20 (yaklaşık 5 milyon) kadarını oluşturan kürd unsurlar, hele de Saddam rejimine karşı on yıllar boyu verdikleri silahlı mücadeleler dolayısiyle ayrı bir konumdaydılar. Sünnî arablar ise üç milyon kadardılar.. Ekseriyeti sünnî olan türkmenler ise yarım milyon ve gayrimuslim unsurlar da 3,5 milyon kadar..

Böyle bir yapıda, kürd bölgesi yeni düzende, özerk -otonom bir yapıya kavuşturulmuştu.

Bu açıdan Irak’da merkezî hükûmeti oluşturacak sosyal kesimler arasında şiî müslümanların kesin bir üstünlüğü ortaya çıkıyordu. İşgalci Amerikan emperyalizmi de esasen, sosyal kesimler arasında birliğin değil, tefrikanın,  devam etmesini kendi menfaatlerini sağlama almak açısından gerekli gördüğünden, düzenlemeleri de buna göre yapıyordu.

Buna rağmen, ülkenin cumhurbaşkanlığına, bir kürdçü lider olan Celâl Talebânî’nin getirilmesi sağlanmıştı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı da bir sünnî müslüman olacaktı..

Ama, asıl gücün elinde toplandığı Başbakan, şiîlerden seçilecekti.

Ne var ki, şiîlerden birisinin seçilmesi de o kadar kolay olmuyordu. Çünkü, birçok şiî hizb ve grubu vardı. 

Amerikan emperyalizmi, şiîler arasından, kendisine yakın simâlar olarak sivrilen Ahmed Çelebi ve İyaz Allavî gibi isimli isimler etrafında bir hükûmet kurulması sağlanamayınca, şiî grupların İbrahîm el’Caferî liderliği etrafında bir birleşmesi sağlandı.

İbrahîm Caferî, Saddam rejimine karşı 30 yıla varan muhalefet ve mücadeleleriyle tanınan, şiî müslüman ve ciddî bir şahsiyet olarak biliniyordu. Ancaak, Amerikan emperyalizmi, Caferî’ye 2,5 yıl kadar tahammül edebildi ve sonra onu değiştirdi. Yerine, Caferî’nin yardımcısı olarak bilinen, ama, pek fazla bilinmeyen Nurî el’Malikî getirilmişti.

*

Caferî’nin gösteremediği ‘esnekliği’, Mâlikî göstermiş miydi?

Nurî el’Mâlikî, işgalci Amerika’yı rahatsız etmiyecek bir siyaset izlemeye çalışırken, bir tarafdan da, İran’la münasebetlerini ve onun desteğini arkasında hissettirecek bir siyaset izlemek taktiği, iktidarını sürdürmekte etkili oldu. Amerikan emperyalizminin hazırladığı anayasa da Hükûmet Başkanı’na ordunun ve bütün resmî silahlı güçlerin başkomutanlığına varıncaya kadar oldukça geniş yetkiler veriyordu.

Bu duruma karşı çıkan Muqtedâ es’Sadr gibi şiî liderleri, ‘Seni terörist ilan eder, yargılarım..’ diye tehdid ediyor, sindiriyordu. Nitekim, Sadr, İran’a kaçmak zorunda kalmıştı. Ama, İran onları barıştıracaktı.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı (sünnî müslüman liderlerden) Tarıq el’Hâşimî de aynı suçlamayla yakalanmak istenince, önce Mes’ud Barzanî’nin kontrolündeki kürd bölgesine sığındı, sonra da Türkiye’ye..

Cumhurbaşkanı Celal Talebânî ise, rahatsızlığı dolayısiyle yıllardır Almanya’da öldü-ölecek durumda, tedavi görmekte..

*

İran, 8 yıl savaştığı Irak’ı, beklemediği bir şekilde, yanıbaşında bulmuştu.. Hem Amerika’yla bozuşmamaya çalışan, ama, inanç bakımından, hele de mezhebî aynîlik hasebiyle İran’la daha daha bir yakınlık içinde olan bir Mâlikî ve Hükûmeti ile geçmişte hiç bir zaman olmamış şekilde, dirsek temasındaydı.

Ancak, Mâlikî Hükûmeti duruma bir türlü hâkim olamıyordu.

Irak, yıllardır, hemen hergün ve ortalama 25-30 kişinin öldüğü patlamalar yaşayan bir ülke..

Şiî medrese ve mescidlerine, pazar yerlerine, fırın önlerine, okullara bombalı saldırılar yapılıyor; ertesi gün bu kez de sünnî merkezlerine.. Geride onlarca- yüzlerce cesed.. Ve hemen tamamı, silahsız, savunmasız, sivil, zavallı insanlar..

Gerçekten de bu saldırıları gerçekten de şiîler veya sünnîler mi yapıyor, yoksa ülkedeki bu iki ana taifeyi birbirine kırdırmak isteyen bir takım karanlık güçler mi?

Bunu belirlemek de zor.. Başka bir ülkede olsa bu patlamalar o hükûmeti indirirdi. Ama, Irak’da, Mâlikî dışında bir hükûmetin kurulması da neredeyse imkansız gibiydi.

Mâlikî Hükûmeti, bu saldırıları önce, Baas artıklarının yaptıklarını ileri sürdü. Sonra, Suriye Baas rejiminin, Irak’daki eski Baas kadrolarını canlandırmak için bu saldırıları yaptırdığı iddiasında bulundu ve taraflar arasında ciddî problemler yaşandı..

Ama, daha sonra, Suriye Baas rejimine karşı bir halk ayaklanması patlak verince ve de İran rejimi de vargücüyle Suriye rejiminin yanında yer alınca.. Mâlikî rejimiyle Esed arasındaki buzları eritmek de İran’ın üzerine düştü.. ve

Bu, tıpkı Şah rejimine karşı çetin bir mücadele vermiş ve  İslam Cumhuriyeti kurmuş olan İran’ın, kendisini inkar edercesine ve bir takım taktik stratejik planlarını gerçekleştirmek için, Suriye Baas rejiminin yanında yer alması kadar şaşırtıcı bir durumdu.

Onyıllar boyunca Irak Baas rejimine ve ideolojisine karşı çetin mücadelelerin içinden geçen Mâlikî de, Suriye Baas rejiminin yardımına koşuyordu ve  artık Esed rejiminin tâvizsiz bir müttefiki idi ve stratejik yorumlar yapan İran merkezleri de bu durumu, ‘tarihte asırlardır olmayan bir şekilde, İran’ın Akdeniz’e ulaşması şeklindeki bir gelişme ve üstünlük’ olarak değerlendirmekten kendilerini alamıyorlardı.

*

Mâlikî, mezhebi herşeyin önünde tutmak hatasına düşmüştü..

Bu arada, daha da ilginç bir şey daha oluyordu.

Mâlikî, tıpkı İran’da olduğu gibi, bütün üst derece makam ve sorumluluklara sadece kendi cenahına yakın olanları getirmekle yetinmiyor, kendi mezhebinden olanları özellikle seçiyordu. Hattâ, ordunun ve polis güçleri de, bu dikkatle yeniden şekillendiriliyor ve hele de sünnî müslüman halkın yaşadığı şehirlerin güvenliğinin bu güçlerin eline verilmesi, halkla o güvenlik güçleri arasında ciddî bir soğukluk ve güvensizlik meydana getiriyordu.

Nitekim, ülkenin ikinci büyük şehri Musul’da da durum böyleydi ve IŞİD militanları, şehre saldırdığı zaman, Mâlikî Hükûmeti’nin güvenlik güçleri, hem kendilerinin halk tarafından soğuk karşılanmalarına ek olarak, böyle bir saldırının halk tarafından da sempatiyle karşılandığını hissedince, üniformalarını çıkarıp, silahlarını bırakarak kaçmaktan başka bir çare bulamadılar.

Diğer resmî vazifeliler de öyle..

IŞİD militanları muazzam silah ve teçhizat ele geçirmişti, kaçan askerlerden geride kalan kışlalarda, depolarda.. Ve Irak Merkez Bankası’nın Musul şubesindeki 430 milyon dolar’a da el koyarak, bu örgüt, bir anda dünyanın en zengin örgütlerinden birisi haline gelivermişti.

IŞİD örgütünün militanlarını silahlı mücadeleler için esaslı eğittiği anlaşılıyordu. Herbirisi en ağır şartlara hazır şekilde tâlim görmüş gibiydiler.. Bir de elde edilen beklenmedik zaferle adrenalinleri daha bir yükselen bu güçleri durdurmak artık daha da zorlaşacaktı..

Ayrıca, Mâlikî Hükûmeti’ne karşı olan hemen herkes, IŞİD güçlerinin -hele de zafer kazandıklarını görünce- yanına koşmakta daha bir istekli olacaklardı. Bu yüzden, IŞİD güçleri içinde, herkes bulunabilir.

*

Hatırlayalım ki, Şah İranı’nda da, Şahlık rejimine  karşı mücadele bayrağı yükselir ve müslümanların qıyâmı güçlenirken, kitlelerin gidebileceği sadece iki taraf kalmıştı.

Ya, Şah güçlerinin yanında yer alacaklardı, ya da müslüman inkılabçıların.. Üçünçü bir tarafta ve tarafsız olarak ortada kalmak mümkün değildi. Onun için de, hattâ İslam’a ve müslüman güçlere de karşı olan niceleri, ‘Şah’ı bertaraf edelim de,  sonra müslümanları bertaraf etmek daha kolay olur..’  diye  müslümanların arasında yer almışlardı.. Ama, Şahlık rejimi devrildikten sonra bu kez de bu güçler arasında kendi hedeflerine göre çetin bir savaş başlamıştı.

Şimdi, IŞİD’çilerin etrafında da, onlarla aynı dünya görüşünü paylaşmayan, ama, Mâlikî Hükûmeti ve onun arkasında duran ve kendilerini mahveden Amerikan emperyalizmi ile hesablaşmak isteyen ve de İran’a karşı verilen 8 yıllık savaştan kalma duygularla İran konusunda da kesin hükümleri olan hemen bütün sosyo-politik cenahlar da IŞİD’in yanında yer alıyordur.

Nitekim, Saddam’ın yıllardır Ürdün’de sürgünde yaşayan kızı Ragat, IŞİD  militanlarını ‘Babamın kahraman askerleri’ diye selamlıyor; Saddam’ın hayatta kalan ve hâlâ yakalanamayan ünlü yardımcılarından İzzet İbrahim ed’Durî de, gizlendiği yerden yayınladığı mesajlarla, IŞİD militanlarına İslamî söylemlerle hitab taktiğini de kullanıyordu.

Hatırlayalım ki, bugün Irak bayrağında yazılı olan ‘Allah’u Ekber’ ibaresi de, İslam’la yıllarca savaşmış olan Saddam’ın, Amerika’yla savaş günlerinde halkın gönlünü kazanmak için başvurduğu bir taktiğin neticesi olarak yazılmıştı o bayrağa..

*

Temennimiz, müslüman coğrafyasının daha bir gangrenli hâle gelmemesi..

Ama, IŞİD militanları gerçekten de nasıl bir dünya düşünüyorlar?

Yaptıkları ilk açıklamalar, Tâlibân’ın Afganistan’da ilk anda uygulamaya koydukları tedbirler manzûmesini hatırlatıyor.

Onları, karşıtları sadece terörist ve İran medyası da tekfirî- tekfirci diye niteleyerek, etraflarını boşaltmaya, halk tarafından kabul edilmelerini zorlaştırmaya çalışmaktadırlar.

Arkalarında kimlerin olduğu da kocaman bir sual işareti..

Amerika, ulusal menfaatlerine zarar gelmesi halinde yeni bir askerî müdahaleden bile söz etse bile, Amerikan Başkanı Obama, bu yoldaki ilk sözlerini daha sonra tashih etmek gereğini duydu ve sadece insansız hava araçları göndererek ve askerî silah ve teçhizat vererek Mâlikî Hükûmeti’ni ayakta tutmaya çalışacağının işareti verdi. Ama, Amerikan emperyalizmi, yarınlarda, menfaatleri gerektirdiğinde, Mâlikî’yi de terkedip, IŞİD örgütüyle de işbirliğine yaklaşabilir.

 

IŞİD militanlarının sadece sünnîlerin ekseriyette olduğu şehirlerde değil, şiî halkın ekseriyette olduğu mıntıkalarda da, onbinlerce askeri, birkaç yüz militan aracılığıyla teslim alıp, Bağdad’a doğru ilerlemesi gösteriyor ki, Irak halkı, mevcud durumdan bizârdır, bezmiştir, yorgunluğun ötesinde bitmiş-tükenmiştir.

Bu arada, asıl tehlikeli olan iki husus daha sözkonusu..  Birincisi, İran makamlarının ve şiî ulemânın Mâlikî’ye sahib çıkılması ve desteklenmesi çağrılarıyla yetinmeyip, şiî müslümanlarca kutsal sayılan mekânların korunması gerekçesiyle, İran’ın bir takım savaşçı güçlerinin Irak’a sokulması ihtimali..

 

İkinci tehlike de, Musul’daki Türkiye Konsolosluğu’nda bulunan 49  kişinin ve yüzlerce TIR şoförünün canının tehlikeye düşmesi durumunda, Türkiye’nin Irak’a girmek ihtiyacı hissetmesi..

Mâlikî Hükûmeti’nin İran’a yakın durduğu kadar, Türkiye’ye de mesafeli olduğu düşünülürse, böyle bir müdahalenin çok daha beklenmiyen ve istenmeyen boyutları ortaya çıkabilir

Esasen, Suriye Buhranı’ndan dolayı, birbirleriyle taban tabana zıd noktada bulunan İran ve Türkiye’nin karşı karşıya getirilmek istenmesi şeklindeki emperyalist-şeytanî taktikleri de unutmamak gerekir.

Temenni edelim ki, Suriye Buhranı’yla zaten iyice iltihablı hale gelen Ortadoğu müslüman coğrafyası, Irak’daki bu yeni durumla daha bir gangrenli hale gelmesin.

*

‘Görelim, meşime-i şeb’den, (gecenin karnından) neler doğacak..’

*

haksöz

Bu yazı toplam 1312 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar