Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

İslamî Bir Yönetim Olsa, Propaganda Nasıl Yapılacak?

1972-73’lerdeydi..

Merhûm Muhammed Hamidullah, Fransa’dan gelip İst. Uni. Edebiyat Fakültesi’nde ’misafir prof.’ olarak birkaç aylığına dersler verirdi. İst. Hukuk’dan ve diğer fakültelerden bazı arkadaşlarla birlikte gidip, bu dersleri biz de takib ederdik.. Bu dersleri, (sonraları her ikisi de prof. olan) Doç. Salih Tuğ ya da (Merve Kavakçı hanımın babası) Yûsuf Ziya Kavakçı simultane denilen cinsten, ânında tercüme ederlerdi.

Merhûm Hamidullah, çok sür’atli olmasa bile, tercümede ufak mânâ kaymaları olursa, en ince farklılıkları derhal farkedecek kadar türkçe biliyordu. Buna rağmen konuları zorlanmadan, akıcı bir şekilde anlatabilmek için, her derste kullanacağı materyellerin hangi dilden oluşuna bakarak arabça, fransızca veya ingilizce dillerini tercih ederdi.

O günlerde, konuları, bugün olduğu gibi, İslamî tefekkür açısından aklî ve hele de akademik planda veya kamuoyunda derinlemesine ve genişlemesine düşünen, tartışan müslüman okumuşlar zümresi henüz pek fazla yoktu.

T.C. rejiminin (yarım asırlık kemalist-laik, jakoben-tepeden inmeci Cumhuriyet’in) 50. yılını kutlama hazırlıkları kendisini hissettiriyordu.

Ülke, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nin ağır- bunaltıcı atmosferinde olduğu halde, resmî ideoloji, kendi kalemşorlarını ve nutukçularını meydana sürmüştü.. Onlar da, Cumhuriyetin faziletlerini anlata-anlata bitiremiyorlardı.

(Merhûm) Necmeddin Erbakan ve arkadaşlarının açtığı bayrak ise, başka şeyler söylüyor ve Anadolu’nun en uzak köylerinde bile, Cumhuriyet’in 50 yıllık uygulamasının halkımıza getirdiklerinin neler olduğu; nelerin olması gerektiği ve olabileceğine dair görüşlerle birlikte mukayeseli olarak halk arasında tartışılıyordu.

Dünyayı inançlarımıza, kesin doğrularımıza göre kurmanın hayal ve heyecanları içindeydik. Ama, bunu amelî- pratik olarak nasıl şekillendirecektik?

Çünkü, önümüzde bugüne aid bir model yoktu..

O zamanlar, önümüzde, resmî adı, İslam Cumhûriyeti olan tek bir devlet vardı: Pakistan..

O da henüz çeyrek yüzyıllık bir deneme idi ve aralarındaki ikibin km.lik uzaklığa rağmen, Doğu ve Batı Pakistan olarak iki ayrı coğrafyadan oluşan bu Pakistan ülkesi de, yüzbinleri eriten korkunç bir iç-savaşla yeni bölünmüş, Pakistan ve Bangladeş olarak iki ayrı devlete dönüşmüştü. Beyinlerimiz ve yüreklerimiz parça parça idi, yani..

Ama, batı’da kalan parçanın adı, yine Pakistan İslam Cumhuriyeti olarak kalmıştı.. Bu isim bile bir heyecan veriyordu bize.. Çünkü, bu isimde bir başka yönetim , bir başka rejim yoktu.  

Ne var ki, temel problemlerimizden birisi, kurmayı hayal ettiğimiz İslamî bir dünyayı bugün gelinen noktada, nasıl kuracaktık?

İslam, göklerdeki bir şafak yıldızı gibi bize uzaktan hep göz kırpmaya mı devam edecekti; yoksa onu yeryüzüne indirip, günlük hayatımızı ona göre mi şekillendirecektik? 

Birçok konuyu aşağı-yukarı hayal ve ve beynimizde ve kalbimizde hal ediyorduk da, kuracağımız dünyada, siyaseti nasıl bir zemin üzerine oturtacaktık, bunu ve hele de siyasî mekanizmayı nasıl oluşturacaktık? Hele de, günümüzde iktidara gelmek isteyen siyasî grupların, hareketlerin, partilerin, kendilerini halka anlatmak için geliştirdikleri ve kendisinin gerekliliği kaçınılmaz olarak kabul ettiren propaganda’yı nasıl ‘İslamî’leştirecektik? Onu bir türlü kestiremiyorduk. Üstelik, çok dramatik, trajik sahnelerle meydana gelen bir bölünmenin sonrasında Pakistan’da sahneye yeni siyasî oluşumlar çıkıyor ve onların acılı o atmosferde  yaptıkları siyasî propagandaların kırıcılığı karşısında daha bir hayrette kalıyorduk..

Bu konuyu, (1947’de, Hindistan-Pakistan bölünmesinin meydana geldiği günlerde, iki tarafta da yer almayıp, Fransa’ya gidip orada yerleşse de, o diyarın kültürünü ve siyas3i yapısını iiyi bildiğinden merhûm Hamîdullah Hoca’ya sorduğumuzda, onun da mutmain olduğu doğru bir yöntemi bize anlatmakta zorlandığını görüyorduk. Hele de siyasî propaganda konusunda..

*

Esasen, müslümanlar olarak, 14 asırlık uygulamamız içinde, bugünkü anlaşılan şekliyle bir propaganda yöntemi yok idi..

Ama, yönetim mekanizmasının başına kim, hangi yöntemle geçecekti?

 ‘Asr-ı Saadet’ döneminden sonraki 14 asırlık uygulamada iktidarları büyük çapta, kılıç veya servet gücü belirlemişti, yine mi o belirleyecekti; yoksa, yönetim işi, halk kitleleriyle istişare olunarak, meşveret olunarak mı belirlenecek, halledilecekti?

Şûrâ sûresi, 38. âyette, müminler anlatılırken, ’Onlar, işlerini aralarında şûrâ / meşveret ile görürler..’  buyrulduğu hep biliniyordu, ama, asırlarca, bu meşveret olunanlar arasında halk kitlelerinin de bulunması gerektiği hatırlanmamıştı bile.. (Başka dünyalarda da yoktu, ama, sui-misal, misal olamazdı.)

Sadece 1876’da ilk Kanûn-i Esâsî (Anayasa)’da bu meşveret hükmüne işaret olunmuştu, ama, (aralarında..) ifadesinin âyetteki şekli olan ’beynehum’ ibaresindeki ‘hum’ ile  kasdolunan kimlerdi? Kimlerle mevşeret olunacaktı., yine bilinmiyordu..

Ulemâ / (âlimler), Vuzerâ / (vezirler), Umerâ (komutanlar) vs. vardı.

Ama, sistemler genelde bir saltanat ve hanedan adı taşıdığından, halk’la meşveret etmeye gerek olmadığı da düşünülüyordu veya böyle bir ihtiyaç hiç düşünülmüyordu..

Halk kitleleri sadece vergi verir, askere gider ve hükûmete itaat ederdi..

Ve, yönetimin, insan toplumu için gerekliliğinin vazgeçilmezliği, tartışılması bile abes bir konu idi.. Ancak, yönetim mekanizmasının başına kim nasıl, geçecekti?

*

Birileri, ’Sizi, toplumu ancak ben yönetebilirim..’ diyerek, zer ve zor (altın ve silah) gücüne   ya da, aile ve kan bağını ileri sürerek mi gelecekti iktidara, yoksa, halkın kendi içinden lâyık gördüklerini öne çıkarması sûretiyle mi?

Bu üçüncü ihtimali, asırlarca süren uzuuun  saltanat ve sonra da diktatörlük dönemlerinden sonra yeni yeni düşünmeye başlamıştık..

Ama, halkın içinden yönetmeye liyakatli görülenler nasıl belirlenecekti?

Siyasî gruplaşmalar, partileşmeler olacak mıydı? Olacaksa, bunların menfaat odaklaşmalarına dönüşmesini nasıl önleyebilecektik? Kim, kimden ve nasıl hesab soracaktı? Bunun için, ’kalb-i selîm’den ayrı olarak bir de, objektif olarak çalışan bir takım mekanizmalara ihtiyaç olacak mıydı?

Yönetim mekanizmasının başına gelecek olanları birileri mi öne sürecekti? Yoksa, onlar kendilerini bu işe lâyık gösterip, kendi propagandalarını mı yapacaklardı?

Yönetmeye tâlib olanlar veya tarafdarları propaganda yapacaklarsa, hangi ölçülere göre ve nasıl yapacaklardı?

Yalan söylenecek miydi;  gelişigüzel vaadlerde bulunulacak mıydı; halkın iltifat ve itimadı, reyi yaldızlı sözlerle, kandırmaca yöntemleriyle mi kazanılmaya çalışılacaktı? Popülist yöntemlerle, goygoyculuk yapılarak, amigoluk yöntemleriyle hareket edenlere nasıl engel olunacaktı?

Bir kişi kendisini nasıl övecekti, övdürecekti?

Kendisini övmeden ve övdürmeden, kitleler nasıl yöneleceklerdi?

(Mahmudpaşa’dan örnek verilirdi.. Oradaki seyyar satıcıların mallarının kalitesi aşağı yukarı birbirine denk ise de, tezgahının başında sessizce bekleyen satıcıların yanına kimse yönelmiyordu. Ama, aynı malları, hattâ düşük kaliteli malları satan birileri, ortalığı velveleye vererek, ’Yetiiş yetiş.. Batan geminin malları bunlar.. Kalmadı, abla, beyamca, sen de al!’ gibi sözleri, gibi en akla hayale gelmiyecek, komik ve saçma sözleri de arka arkaya sıralayarak kitleyi etrafına çekebiliyordu. Hani, iflas etmiş bir kürd ağasının, İstanbul sokaklarında hafif sesle ve utanarak, ’Domates.. Domates..’ diye seslendiğinde hiç satamayıp, yanındaki kişinin feryad’u figanla o malları bir anda tüketmesini canlandıran bir film  misalinde olduğu üzere..)

Bizim ideal İslamî düzenimizde de böyle mi olacaktı?

’Erdemli insanlar toplumunu ve yönetimi’ni anlatmak için kullanılan ’Medine-i fâzıla’ idealinden çok uzak düşmüş olduğumuza göre, mevcud toplum yapısını inançlarımız, kesin doğrularımız açısından nasıl yönlendirecektik? 

Bunları düşünürken, örnek olarak genelde,  Asr-ı Saadet ve Hulefa-y’ı Râşidîyn dönemine aid güzel hikayeler hatırlanırdı.

Hz. Ömer’den aktarılan, ’Öyle birisini başınıza getiriniz ki, aranızdayken başınızda gibi; başınızdayken de aranızda gibi olsun..’ şeklindeki ilginç ve düşündürücü ölçüler dile getirilirdi.

*

Uygulamalı örneğimizin durumuna gelince...

Bu konuları ciddî-ciddî tartıştığımız yıllarda olmayan yeni bir olgu daha çıkıyordu, sahneye.. Bu, İran’da 1979 başında gerçekleşen İslam İnkılabı’ndan sonra oluşturulan İslam Cumhuriyeti  idi ve bu uygulamanın karşımıza pratik örnekler çıkaracağının umudu filizleniyordu.

Bu gibi yönetim konularına örnekler geliştirilebilirdi..

Nitekim, oluşturulan meclisin adı bile, bu ihtimali güçlendiriyordu: Meclis-i Şûrâ-y’ı İslamî.. (İslamî Şûrâ / Meşveret /Danışma Meclisi..)

Bu meclis’e girmek için aday olan veya gösterilen kişiler kendilerini tanıtabilecek ve amma, başkalarını kötüleyemeyecekler ve dahası, adaylıkları teyid olunmuş diğerleri aleyhinde propaganda yaparlar, yalan iddialarda bulunurlarsa, adaylıkları ibtal edilecekti..

Ayrıca, adaylar, kendi yetki alanlarında olmayan konularda vaadlerde bulunamıyacaklardı.

Hattâ, adaylar kendilerini tanıtmak için siyah-beyaz fotoğraflı posterler bastırabilecekler, ama, renkli fotoğraf bastıramıyacaklardı..

Buna rağmen, seçim yarışı başlayınca, nice adayların ve tarafdarlarının karşı taraf için ne akla hayale gelmez entrikalar hazırladıkları, yalanlar yaydıkları, gizli ve imzasız bildiriler dağıttıkları görüldü.

Toplumu, ülkeyi  Allah rızası için yönetmeye tâlib olduklarını söyleyenlerden niceleri bile,  inancın, aklın, ahlâkın ve vicdanın ölçülerini gözetmemek için yarışıyorlardı, âdetâ..

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sonunda, 5 sene öncelerde, C. Başkanı Mahmûd Ahmedînejad, 2. dönem C.Başkanlığı için aday olduğunda, diğer adaylardan (İmam Khomeynî zamanında 8 yıl başbakanlık yapmış olan) Mîr Huseyn Mûsevî ile bir tv. proğramında karşı karşıya geldiğinde, ’Benim size çok saygım var, benim mes’elem sizinle değil.. Sizin arkanızda duran ve bu ülkeyi 30 yıldır yağmalayan, hırsızlık yapan Refsencanî’yle..’ deyince.. o zamana kadar yaşanmamış olan bir tuhaf seçim propagandasının İslam Cumhuriyeti’nde de sergilenebildiği, kağıd üzerindeki güzel düzenlemelerin uygulamada ne hale geldiği görülmüştü..

Dahası, bu iddialara karşı cevab hakkını kullanmak isteyen Refsencanî’ye, radyo-televizyondan cevab hakkı tanınmayınca ve onun Rehber’e yazdığı mektuba bir cevab gelmeyince..

Seçimler neticelendiğinde ortaya çıkan seçim yolsuzluğu iddiaları ve büyük karışıklıklar neticesinde nice ölümler ve hâlâ zindanlarda tutulan yığınlar henüz de bir büyük problem olarak yerinde duruyor. Ki, o seçimden sonra seçimlerde yolsuzluk yapıldığını ileri süren liderlerden Mîr Huseyn Mûsevî ve eşi Zehra Rehneverd ile bir diğer aday olan Mehdî Kerrubî gibi isimler de yıllardır, devlete aid özel mekanlarda ve aile ferdlerinden ayrı olarak ve Amerika ve İsrail gibi dış güçlerin piyonu olarak suçlanmalarına rağmen,  yargılanmaksızın tutulmaktalar.

O zaman, ulemâ’nın ünlülerinden birisi, ’Savaş hiledir..’ şeklinde rivayet olunan bir hadis-i nebevî rivayetini esas alarak, onu genişletmiş ve ’Seçim de bir savaştır, öyleyse hile caizdir..’ mânâsında laflar geliştirmişti.

*

Din adına hokkabazlık ve saçmalıklara, ne zamana kadar..

Aylarca önce,  HT.’deki bir proğramda, M.B. isimli bir magazinel tarihçi ile dış kıyafetine aid bir örtüyü kendisine isim haline getiren ve ağzı bol laf yapan bir kişi, Kabe’nin üzerine nur indiğine dair, tamamen bir hokkabazlıktan ibaret olan bir ışık oyunu gösterisini izleyiciye sunuyorlar ve her ikisi de, ’Allah Allah!.. Allah Allah!..’  diyerek, izleyicileri daha bir gaza getirmeye, ahmaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Halbuki, bu gibi görüntülerin laser  ışınlarıyla oluşturulması hiç de zor değil, bugünkü teknolojik imkanlarla.. (1992 başında Cezayir’de yapılan ve (Front İslamique Salvation)  İslamî Selâmet Cebhesi’nin oyların yüzde 85’ini alarak kazandığı seçimler öncesinde yapılan mitingler sırasında, halkın kandırılabilmesi için, fransızlar, kendi destekledikleri (National Front)  Ulasal Cebhe’nin bir mitingi sırasında, bu partinin Allah tarafından da desteklendiği iddiasını pekiştirmek için, laser ışınlarıyla, bulutlar üzerine Allah yazısını yazmışlardı; ama, Cezayir müslümanları bu oyuna gelmemişler, kendi iradelerini İslamî Selamet Cebhesi tarafına koymuşlar, bunun üzerine de laik generaller, askerî darbe yaparak, müslümanları ağır şekilde cezalandırmanın başka bir yolunu bulmuşlardı.)

Ya, bir tv. kanalından yayınlanan bir dizide, Hz. Peygamber (S)’e salavât getirilerek sahnelenen tabloya ne demeli?

Birileri dua ediyorlar, ilahîler söylüyorlar, Hz. Peygamber (S)’e salâvat getiriyorlar derken.. Bu arada, bir kutlu bekleyişin heyecanında olduğu da sergileniyor.

Ve bütün bunlardan sonra, nihayet, göklerden orada bulunan bir arabanın üzerine bir nûr iniyor, bu sahneyi görenler hayret, hayranlık ve sevinç ifadeleri ile bu sahne ile mest oluyorlar, ve sonra,  o araba şoförü de olmadığı halde hareket edip gidiyordu.

Sonra anlaşıldı ki, bu senaryoyu bile F.Gülen  yazmış veya yazılanları münasib görmüş; açıklanan telefon görüşmelerinden anlaşılıyor bu..

Allah aşkına, İslam gibi bir dine, böylesine komiklikler ve bühtanlar nasıl vurulabilir?

Muhammed İqbâl’in, ’Ey ulema, ey hocalar, ey meşayih, ey şeyhler, biza Kur’an’ı 14 asır öncelerden ve diğer temel kaynakların bize ulaşmasına aracı oldunuz, Allah razı olsun. Ama onları öyle bir tefsir ettiniz, yorumladınız ki, bu işe Cebrail de şaştı, Mustafâ da şaştı..’ kabilinden bir cümlesi, bir diğer yerde de, ’Bugün nice hocalar, mollalar kafir üreten mümin durumundadırlar..’ şeklinde bir cümlesi vardır.. Bakınız, İqbal, onca kızgınlığına rağmen, yine ölçülü konuşuyor, mümin diyor, ama, kafir üreten mümin!.

Dinsizlik cereyanların, ateizm cereyanlarının bu kadar güçlü olduğu bir çağda, müminleri bu gibi zayıf mantık oyunlarıyla veya saçma iddialarla ya da pskiatri kliniklerini ilgilendiren halusinasyonlarla acaib yönlere çekmeye çalışıp, kitleleri ahmaklaştırma operasyonlarını tezgahlayanlar  da kafir üreten mümin durumuna düşmüyorlar mı?

Bugünlerde, Haşhaşiyyun taifesine ikide bir atıf yapılıyor, Tayyîb Erdoğan tarafından.. Bundan rahatsız olmuyor değilim. Bin yıl öncelerde, Alamut Kalesi şeyhi (İsmailî) Hasan Sabbah’ın fedaîlerini, onlara haşhaş - esrar çektirerek, her şeyi yapmaya hazır hale getirdiği rivayet olunur..

Ama, şimdi ortaya çıkan tablolarda, birisi sırtını, Pennsylvania’ya zamâne Alamut Kalesi gibi dayamış..  Onun söylediklerini bir âyet gibi kabul eden ve materyalist çağın ruhî açlıklarından  bunalmış yığınla genç insanlar öylesine bağlanmışlar ki.. 14 asır önce irtihal etmiş olan Hz. Peygamber’i bedenen de diri imiş gibi dolaylı bir anlayışla, türkçe olimpiyadlarını seyredenler arasına getiriyor, onun ağzından ’tweet’lerin ikiye katlanması emirleri veriyor, ’ twett’lerle ’ebabil kuşları’ arasında benzerlik kuruyor..

Adam, aklına ve ağzına ne gelirse, fren tutmaz şekilde söylüyor, beddualarını bile en akıl almaz bir şekilde sıralayabiliyor ve niceleri de bütün bunlarda bir keramet arıyor.

Cemaatlerine namazlardan sonra, Tebbet Sûresi okunmasının işareti gazetenin ve cemaatin büyük abilerinden olan A. Aymaz’ın kaleminden açıkça yazılıyor.

Ellerindeki öğrenci yurtlarında ve öğrenci evlerindeki gencecik insanlar seher vakitlerinde kaldırılıyor,  Erdoğan’ın kahrolması için, ’qahhariye’ duaları okuyorlar..

Geçen gün Hollanda’dan bir kardeş telefonda oğlunun durumundan dolayı kan ağlıyordu âdetâ..  ’Yahu abi diyordu, gecenin geç saatinde bakıyorum, oğlumun odasından bir tanıdık ses geliyor, bakıyorum, telefonda F:G.’nin sesi.. Yani telefona zil sesi yerine onun sesi kaydedilmiş.. Meğer onunla yatıp onunla kalkıyor..

Körpecik dimağların aklı fikri, F.G.’ye indekslenmiş.. Dahası, F. G.’nin,  Hz. Peygamber (S) ile direkt temas halinde olduğuna inandırılmış bu genç insanlar.. Onunla mânâ âleminde devamlı irtibat halinde olduğu söylenir.. Cübbesiyle meşhur olan bir kişi de daha yakınlarda bir tv. kanalındaki sohbetinde, ’hadis-i nebevî’ dediği bir sözü naklediyor ve ’Bu,  hadis kitablarında yoktur,  ehlullah ve evliyaullah onu mânâ âleminde almışlardır.. diyor  ve cemaati de esrar yutturulmuş hind horozu gibi, bu sözleri hayran hayran  diniyorlardı..

Bugünün haşhaş’ı ve haşhaşîleri de böyle bir şekle bürünmüş, âdetâ..

*

Kanunsuzluk ve ahlaksızlık bir yana; istenirse, herkesin sesiyle oynanabilir..

Son günlerde Türkiye’de siyasî mücadele ve propagandanın hangi boyutlara geldiğini bütün çirkefliğiyle bir daha gördük.

Tayyîb Erdoğan’ın, oğluyla yaptığı iddia olunan bir konuşma bile devreye sokuldu.

Başbakanlık, böyle bir konuşma olmadığını, sözkonusu konuşmanın montaj veya dublaj yoluyla hazırlanmış olabileceğini resmen açıkladı. (Bilindiği üzere dublaj, sesin taklidine, montaj ise, kesip yapıştırma tekniği için kullanılan terimler..)

O ses kaydının düzmece olduğuna dair bir çok başka iddialar da cabası..

Ki, radyo-tv. yayınlarıyla meşgul olanlar bu işlemlerin, hele de bugün için çok daha kolay  olduğunu bilirler..

Nitekim, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin görüntülü konuşmalarından kesilen cümlelerle, ona, söyletilen, ’Öcalan özgürlük savaşçısıdır, suçlu olan Türkiye Cumhuriyeti’dir, İmralı’daki kahramana selam olsun..’ gibi sözler de, saf kimseleri yanıltabilecek cinstendi.

*

Ama, birileri boş durmuyor..

Nitekim, Merve Özsoy isimli birisinden bir mesaj geldi, evvelki gün.. 

Bir hadis rivayeti hatırlatılıyordu:

"Sizden öncekilerin helâk olmasının sebebi, aralarından soylu, kuvvetli kimseler çaldıklarında, onlara ceza uygulamamaları, zayıf biri çaldığında ise ona hemen haddi uygulamalarıydı. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı elini keserdim." (Buharî,Hudud 12; Muslim,Hudud 8-9)

Ve sonra bir ses kaydının linki veriliyor ve ’Lûtfen, aşağıdaki ses kaydını Allah rızası için dinleyin. Doğruluğunu sorgulamak,

Araştırmak, hepimizin boynumuzun borcudur..

Doğru degilse, olmadığını isbatını belgeleri ile istemek de dahil elbette..

Ben Allah'ın emrini yerine getiriyorum.

Tüm Müslümanlara farz olan (bu) emirleri yerine getirmenizi size de tavsiye ediyor,

Allah Resulü'nün tebliğini hatırlatıyorum. Hürmetler..’ deniliyordu..

Sözünü ettiği linkde, Tayyib Erdoğan’a aid olduğu iddia olunan ses kaydı vardı.

Bu mesajın sahibinin bu kaydı doğru kabul ettiği anlaşılıyordu. Ve diğer müslümanları da sorumluluklarını yerine getirmeye çağırıyordu.

Ve öğrendiğim kadarıyla bu gibi yazılar pek çok kimseye de gönderilmişti.

Eğer, iyiniyetle yapılmış bir hatırlatma idiyse, Allah razı olsun demekten başka ne denilebilir?

Bu mesaj sahibine hemen şu cevabı yazdım:

’Merve Özsoy imzalı mesajın göndericisine:

Teşekkürler.. Ancak,

1- Siz kimsiniz? Bu ses kaydını nereden aldınız, gerçek olduğunun geçerli belgesine sahib misiniz  ve buna, ’Evet’  diyorsanız, o zaman da bu kaydı ve belgelerini hangi yetkiyle sunacaksınız?

Yoksa, perde gerisinden birilerinin sunduğu  kayıdları siz de bilmeksizin mi ve bir hadis-i nebevî'ye sararak mı sunuyorsunuz?

2- Bunu kim ve nasıl dinlemiş..

Bunu araştırdınız mı, soruşturdunuz mu? Belgelerine ulaştınız mı?

Bir ünlü eski m.vekili hocanın ağzından, en pis kelimelerle T.C. rejimin ilk şefine ve anasına bile ağız dolusu küfürlerin savrulduğu ve youtube'a düşmüş bir ses kaydını, bana o ünlü siyasetçi hoca bizzat dinletmişti, utanarak.. Ses, tıpa tıp o kişinin sesi gibiydi ve o hoca zatın bu sözleri söyleyebilmesi neredeyse imkansızdı..

Ustalıklı bir ses taklidiydi o..

Şimdi gönderdiğiniz kaydın da gerçek olup olmadığını siz araştırdınız ve belgesini istediniz mi ki, başkalarına bu konuyu  araştırmak mükellefiyeti yüklüyor ve sonra da, öyle olmadığı söylenirse, öyle olmadığının belgelerinin istenmesini hatırlatıyorsunuz..

Kusura bakmayınız, böyle bir saçmalık olmaz..

Birisi size ağır isnadlarda bulunacak, siz reddedeceksiniz;  ve sonra da o iddia sahibi, 'Benim iddiamın gerçek olmadığını siz belgeleriyle isbat ediniz..' diyecek..

Olacak şey mi, bu.. 

'Beyyine (isbat) külfeti, müddeîye / iddia sahibine aiddir..'  kuralından habersizsiniz galiba..

Bu durumda, ben sizden, önce kimliğinizi ortaya koymanızı ve bu kaydın muteber bir konuşma olduğunun belgelerini isteyeceğim;  o zaman, devamını araştırmak için elimden geleni yapmak da kendi imkanlarımla bana düşen bir mükellefiyet olur.

Mesajınızı, tek bir isim adına gönderseniz bile, organize bir şekilde ve muhtemelen gerçek olmayan bir isim adına gönderdiğinizi ve  kimler olabileceğinizi  tahmin edebiliyor ve müslüman iseniz, bu gibi yöntemlerin İslamî bir yol olmadığını hatırlatmak istiyorum.

Hz. Peygamber (S)'den aktardığınız o kutlu söze can kurban..

Ama, bu gibi taktiklerle ve hedefe varmak için her yolu mübah sayan bir yolda olanların elinde oyuncak durumuna kalmamak için birbirimizi ikaz etmek hepimizin vazifesidir; müslüman isek..

Bütün enerjimizi, bu pis kavgada, 'karanlık bir odada, orada olup olmadığı da bilinmeyen bir siyah kediyi aramak çabası içinde harcamamak' için birbirimizi uyarmak da bir insanî sorumluluktur, herhalde..

Hayırlı çalışmalar dileğiyle..’

*

Bir mesaj da okyanus ötesinden..

Okyanus ötesinden  -daha önce de devlet mekanizması içinde kendilerine olan güveni yitirmiş olanlardan nicelerini vazife alanlarının değiştirilmesini kıyım olarak niteleyip yakınan- bir okuyucu da şöyle diyordu:

’Size, ’Kabataş’ta  tartaklanan örtülü hanımın tartaklanışı ile ilgili bir kanıt yok diyorlar..’ diye sorduğumda,  bir müslüman hanımın sözlerine inanmaya öncelik veririm..’ cevabını vermiştiniz ve ben de bunun doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüştüm.

Ama, yeni çıkan görüntüleri izleme firsatınız oldu mu bilemiyorum, ancak izlediyseniz ne düşünüyorsunuz, merak ediyorum. Size yazmadan Başbakan’ın açıklamasını bekledim. Ancak, "koyun kenara" dedi. Doyurucu olmadığını düşünüyorum. Özellikle olay ilk yaşandığında linç görüntüleri var, ama toplumsal duyarlılığı tahrik etmemek göstermiyoruz gibi görüşler vardı..

Bütün bu yaşananlardan sonra benim fikrim Başbakan’ın kasıdlı olarak yanıltıldığı, rezil edildigi. 11 senede bir kere bile olmamış yanlış yönlendirmeler üst üste oluyor.‘

*

Ona da şöyle yazdım:

‘Başbakan'ın da hata yapmak hakkı vardır, hatalı ise..

Ama, bir takım fâsıq çevrelerin bir takım manipulasyonlarla istedikleri şekle sokmaları mümkün bazı görüntülere bakarak, hemen onlara inanmam mümkün değildir. Kur'an bize, 'fâsıqların haberlerini hemen reddedin..' demiyor, 'tahkik etmeksizin kabullenmeme'yi emrediyor. Benim o görüntülerin gerçekliğini tahkik etme imkanım yok.. Ama, o çevrelerin fısq'u fücur içinde olduklarını tekrara bile gerek yok.. O zaman, o hanıma ve kayınpederinin sözlerine ve Başbakan'a elbette daha çok güvenirim. Başbakan'ın yanıltıldığından rezil edildiğinden şikayetçisiniz.. Merak etmeyiniz,  halk oy vermese bile, gerçek rezillik, Allah huzurunda rezil duruma düşmektir.

Ama, bu konularda, Cemaat'in yayın organlarının Erdoğan'a muhalefet etmekte herkesten çok daha hızlı olmasını anlamam  mümkün değil. Düşününüz ki, son olarak, Zaman'da, 'Başbakan konuşurken, çocuklarınızı tv.'den uzak tutunuz' hatırlatması bile yapılabiliyor.

Niye Başbakan  hergün bu konuda konuşuyor deniliyor, bazı çevrelerce.. Ama, bağlılarına, 'Sadece bizim yazdıklarımız doğrudur, bizim yayınların dışındakileri sakın izlemeyin....' tâlimatı veren ve kapalı kutu haline gelen bir Cemaat karşısında, Başbakan bir siyasetçi olarak,  o kapalı devrenin muhtemel gizli etkilerini kırmak için olmalı, devamlı o konuyu konuşuyorsa, kendisi açısından siyasetçi olması hasebiyle mazur görülebilir, herhalde..

O konuşmayıp,  başka arkadaşları konuştuğu zaman ise, onunki kadar etkili olmuyor herhalde.. Çünkü, halk, onun ağzından duyduklarına itibar ediyor, ne kadar itibar ettiği veya etmediği ise, 30 Mart akşamı görülecektir.

Ama, bir tarikatın, bir cemaatin, kendisini devletin üzerinde görmeye çalışması ve hükûmeti, kuklası gibi görmesi, bazı memuriyetlerde yer, makam ve yetki değişiklikleri yapılmasını bile kıyım olarak nitelemesi, son derece yersiz.. O kişileri o makamlara getiren, şimdi de gerekli görmüş, götürüyor.. Yetki de, sorumluluk da bedel ödeyecek olan da Hükûmet’te.. Böyleyken, onların hâlâ direnmeleri ve memuriyet değişikliklerini bile sanki memuriyetten atılmışlarcasına dünyaya feryad'u figanla duyurmak  şeklindeki tavırlarını ise, hiç anlayamıyorum.

Başbakan doğru söylüyor, ’o kadar heveslilerse devlet idaresine, gelsinler siyaset sahnesindeki yerlerini açıkça alsınlar.

*

Bu sözleri bir de kendiniz için söyleseniz..

Bütün bunlardan sonra..

Zaman’ın Genel Yy. Md. E. Dumanlı’nın , 24 Şubat günlü ve ’Fe eyne tezhebûn’  başlıklı yazısının girişinde dediklerine bakalım:

’Siyaset, siyaset olalı bu kadar hakaretamiz yaklaşım görmedi. Medya, medya olalı bu kadar yerlerde sürünmedi. Yalan söylüyorlar, karalama yapıyorlar, hakaret ediyorlar. İnsan sormaya utanıyor eski dostlarına: Yahu hiç mi kutsalınız kalmadı? “Gözünü hırs bürüyen adam kutsal mı tanır Allah aşkına!” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak unutmamak gerekiyor, her şey bu fani dünyadan ibaret değil ki hayatın bütün anlamı seçim sandığına sıkışıversin...

Böyle sesleniyor Kur’an: Fe eyne tezhebûn. Yani “Nereye gidiyorsunuz böyle!” Her mü’min İlahî Kelam’ın soran-sorgulayan bu cümlesi üzerine bin kez düşünmek zorundadır. “Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman...” ayetiyle başlayan Tekvir Suresi, önce kıyamet tablolarını sahne sahne tasvir eder. (…)ve şeytanın hilesi hatırlatılır. Nihayet yukarıda başlık yaptığım cümleye yer verir: Fe eyne tezhebûn!

Aslında her insan, vicdanında “Nereye gidiyorsunuz?” sorusu duymak zorundadır. O sorunun ruha akseden yankıları sayesinde insan kendine bir rota çizer. Kimi zaman hadiselerin telaşı hepimizi bulunmamız gereken yerlerden alıp bambaşka mekânlara savurabilir. Hele söz konusu hararetli bir tartışma ise!

Ne yazık ki hakperestlikten ayrılmaması gerekenler bugün hiddet u şiddet içindedir. Ya konuştuklarının farkında olamayacak kadar öfkelerine mağlup olmuş ya da kin ve nefretlerine esir düşecek kadar nefislerine tutsak hale gelmişlerdir. Nefsaniyet bu kadar pervasız hale gelmese, dil bu kadar kirlenmez, üslup bu kadar zehirlenmez.

Yalan söyleniyor apaçık. Üzerinden bir saat bile geçmeden yalanlar ortaya çıkıyor; ancak yalancının yüzü hiç mi hiç kızarmıyor.(...)’

Evet, aynen böyle.. Ama, o sözü başkası için söylüyor da, cansiperane şekilde savunduğu  kendi taifesi için de geçerli değil mi bu?

haksöz

Bu yazı toplam 1182 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar