Selâhaddin Çakırgil
'İslam'ın şehîdleri' ve devletlerin fedaî veya kahramanları..
'İslam'ın şehîdleri' ve devletlerin fedaî veya kahramanları..
16 Mart günü, Afganistan'da 4 binbaşı, 2 yüzbaşı, 3 üsteğmen ve 2 astsubay ve bir uzman çavuştan oluşan 12 kişilik bir TSK ekibini taşıyan Skorsky tipi bir helikopterin düşmesini ve helikopterdeki bütün asker kişilerin ve ayrıca, helikopterin üzerine düştüğü evdeki Afgan ailesinden de 4 kişinin hayatlarını kaybetmeleri sonunda ortaya çıkan tablo, beraberinde yığınla tartışmaları da getirdi..
Hadisenin bilançosu evet acı.. Böylesine seçkin bir askerî kadronun değil, sıradan hiç eğitimsiz insanların ölmesi karşısında da, insan olan, acı duyar..
Ancak, zihinleri karıştıran soru böyle zamanlarda daha bir büyüyor..
Çünkü, T.C. rejimi, kendi memurlarının, özellikle de asker ve polis gibi güvenlik güçlerinden kazâen veya silahlı çatışmalarda ölen hemen bütün geçmiş örneklerde olduğu üzere, bu son hadisenin kurbanlarını da resmî beyanlarda ve medyada, hemen 'şehid' sıfatıyla andı..
Zihin karışıklığı ve tartışmalar da işte bu noktadan başlıyor..
Şehadet/ şehidlik nedir ve 'şehid' kimdir?
O askerlerin orada ne işleri vardı?
Emperyalizmin saldırı gücü olan NATO'nun emrinde değil miydi, bunlar?
İslamî bir hedef için mi oradaydılar?
Her rejim, resmî ideolojisi her ne olursa olsun, askerlerine, memurlarına, vazifeli oldukları sırada ölmeleri, öldürülmeleri durumunda, hemen, -hele de laik bir rejim- devlet mekanizmalarının tamamen ilgi alanı dışında olan inançla ilgili bir takım makam ve lâkabları sunabilir mi? Vs..
*
Önce 'şehîd' kelimesi ve terimi üzerinde duralım..
'Şehîd', bir şeyin en üstün, en mükemmel derecede şâhidi demektir, lafzî olarak..
İslam ıstılahatında /terminolojisinde ise..
'Şehid' teriminin İslam'da çok özel ve yüce bir mânâsı vardır.. 'İlâ'y-ı Kelimetullah' /'Allah'ın dinini yüceltmek' dâvâsı için, o dâvânın bağlılarının, gerektiğinde kendi dünya hayatlarından da iradeli olarak geçmeyi göze alabilen bir mücadeleye girmeleri ve o durumda ölen-öldürülen müminler için kullanılan bir terimdir, şehadet/ şehidlik..
Yani, İslam inancına bağlı insan demek olan müslüman, bununla, bağlı olduğu ve uğrunda savaş verdiği, en azîz değer olarak inancını bildiği dâvâ için, diğer bütün değerlerini sarfetmeyi ve hattâ hayatını, canını da fedâ etmeyi göze aldığını, inancının doğruluğu ve değerinin baha biçilmezliğine en kesin mânada şâhidlik ettiğini göstermektedir..
Bu tarifler açısından bakıldığında, kime, kimlere nasıl şehîd denilebileceği veya denilemiyeceği üzerinde durmak gerekir..
*
Tekrarlayalım, bir kazada veya çatışmalarda hayatlarını kaybedenler hakkında, her kim olursa olsun, üzüntü duyulur.. Burada söylenenler, belli kişileri hedef alarak söyleniyor olmayıp, genel bir tarif verilmektedir.. Kaldı ki, Afganistan'daki son kazanın kurbanlarının ailelerinden kameralarla yansıyan görüntülere bakıldığında, ölenlerin çoğunun 'müslüman aile'lerden olduğu anmlaşılabilir..
Ama, asıl problem de burada başlıyor..
Bizdeki örneğe bakılarak, müslüman insanlar, hele de son 100 yıla yakın bir süre İslam'a karşı savaşmak niyetiyle organize olmuş bir rejimin emrinde, gönüllü olarak asker olmanın nasıl olabileceği ve olabildiği üzerinde kafa yorulmalıdır..
Bu konular yeni konular da değildir.. Bazı gayrimuslim devletlerle birlikte olup, diğer bazı gayrimuslim güçlere karşı savaşılacak olursa, bunun İslam açısından nasıl izah ve te'vil ediceleceği konusu, hele 160 senedir, müslümanların zihnini meşgul etmektedir..
*
1853-56 arasındak cereyan eden Kırım Savaşı'nda, Rusya'ya karşı İngiltere ve Fransa'yla birlikte savaşan Osmanlı Devleti'nin durumu müslümanları şaşırtmış ve asırlarca örneği olmayan bu durum tartışılmıştır.. (İlginçtir, Kırım Savaşı sırasında birbirleriyle savaşan ingiliz, fransız ve rus ordularının ordugâhlarından, bir hadisenin yıldönümünde, mâtem işareti olarak, aynı anda çalınan çanların sesi yükselmektedir.. Osmanlı askerleri bunu anlamakta zorlanırlar, başlangıçta.. Sonra anlaşılır ki, bu çanlar, İstanbul'un, Bizans'ın müslümanların eline geçişinin 400. yıldönümü münasebetiyledir.. O hadiseyi facia olarak niteleyen iki taraf için de Osmanlı, ortak düşmandır; ama, o anda o dünya siyasetinin gereği, İngiltere ve Fransıza ile birlikte gözükmektedir..)
*
Ama, 98 sene önce 1914 yılında patlayan Birinci Dünya Savaşı'nda durum daha da karmaşık bir hal almış ve Almanya, Avusturya- Macarista İmparatorluğu ve Bulgaristan'la birlikte İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Sırbistan gibi ülkelere karşı, İttihad- Terakkî yönetiminin maceracı eemelleriyle savaşa sürüklenen Osmanlı Devleti bu savaşın hele de Çanakkale muharebeleri ile Filistin ve Irak Cebhelerinde ordularını bir de Alman generallerinin komutasına vermişti.. Goltz Paşa, Liman von Sanders Paşa, Souchon Paşa, Falkenhein Paşa diye Osmanlı rütbesi ile anılan alman generalleri yönetmişlerdi bu savaşları.. (Çanakkale savaşlarında vazife alan M. Kemal Bey'in resmî tarihte sonradan iddia edildiği üzere aslî rolü olmayıp, kendisinden yukarda onlarca Osmanlı Paşası'nın da bulunduğu yüzlerce-binlerce Osmanlı subaylarından yarbay rütbesinde birisi idi..)
O savaşlarda, Osmanlı ordusunun yanıbaşında yer alıp ölen 'gayrimuslim askerler'e bile 'şehîd' denildi..
Ama, gerekçe yine de hazırdı; müslümanların vatanını, topraklarını savunmak için, gerekirse, gayrimuslim güçlerle de işbirliği yapılabilir idi.. Halbuki, İttihad-Terakkî'nin İslamî bir hedef gözetip gözetmiyeceğini ise tartışmaya bile gerek yoktur.. Ama, müslüman bir halk ve müslüman bir ordu, turancılık vs. gibi hayalleri uğruna sürüklendikleri bir savaşta, yine de İslamî emellerle savaş cebhelerine gidiyorlardı..
Dahası, Halife konumunda bulunan Sultan Reşad, her ne kadar İttihad-Terakkî kadrolarının elinde etkisiz durumda olsa da, 'Cihad-ı Ekber' ilan ediyor ve bu ilan, dünya müslümanlarının hemen her yanında büyük çapta etkiler meydana getiriyordu.. *
Ama, bu durum, Osmanlı'nın tarih sahnesinden silinmesiyle neticelenmesine engel olamıyacak ve Anadolu toprakları da işgale uğrayacaktı.. Maraş, Anteb, Urfa, Adana Fransa tarafından, Antalya ve çevresi ile, Eğe Denizi'ndeki 12 Ada İtalya tarafından ve İstanbul, İngiltere tarafından işgale uğramıştı.. Galib devletlerin teşvikiyle, Yunanistan da İzmir'e çıkıp, sür'atle ilerlemiş, hemen bütün Batı Anadolu'yu ve Bursa'yı da işgal ederek, taa Ankara-Polatlı civarına kadar ulaşmıştı.. Orta ve Doğu Karadeniz kıyılarında ise; Sultan Fatih tarafından 450 yıl öncelerde ortadan kaldırılan Pontus Rûm Devleti canlandırılmak isteniyordu..
Doğu Anadolu'da ise, rusların himayesindeki ermenî güçleri etki alanlarını genişletmeye çalışıyorlardı..
Müslüman halk, bir ölüm-kalım savaşı veriyordu..
Her tarafta oluşan 'Müdafaa-i Hukuk (Hakk'ın Savunulması)' cemiyetinin ana nizamnâmesinde hedef, daha ilk maddesinde, 'Ahali-i İslam'a yapılan mezâlime son vermek' idi.. Evet, hangi etnisiteye, hangi kavmî unsura aid olursa olsun, müslümanların hepsini, aynı potada kaynaştıran, bütünleştiren, bir anlayış..
Çok uzakta değil, henüz 90 yıl öncelerin ulvî anlayışı..
Ve bu savaş da, ancak, İslam inancıyla verilebilirdi..
Nitekim, 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan Türkiye Millet Meclisi Reisi sıfatıyla M. Kemal Paşa'nın İslam âlemi'ne hitaben yayımladığı beyannamenin diline bakanlar, bugün bile heyecan duyabilirler.. O kadar İslamî bir muhteva hâkimdi, o beyannâmeye..
O savaş, o çetin mücadele nisbeten zafere ulaştıktan sonra, üzerine hangi firavnî ideolojilerin hâkim kılınışının acı dönemleri..
Merhûm Necîb Fâzıl'ın deyimiyle, 'Öyle bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu..'
*
Temmuz- 1923'de Lozan'da imzalanan andlaşmayla dayatılan barışla öyle bir yeni sosyal düzen kuruluyordu ki, bu yeni düzen, emperyalist kültürlerin karşısında aşağılık kompleksine kapılmış bir avuç hain kadroların eliyle, müslüman halkın inancına karşı savaş vermek temeline dayandırılıyordu.. Yapılan bütün o 'inkilab'lar da, çok bir mütedeyyin, dindar olduğu söylenen Mareşal Fevzi Çakmak'ın bekçibaşılığında tezgahlanmış ve itiraz edenler binler halinde dârağaçlarına, zindan ve sürgünlere gönderilmişti.. Bu zulümlerin baştaki uygulayıcıları elbette mâlum idi; ama, alt kademeler de yine bu müslüman halkın içinden çıkan ve devlete/ güce tapan kadrolardı..
Ülke, savaş zamanlarında, müslüman halkın oluyordu; barış zamanında ise, kemalist- laik kadroların..
*
Sonra.. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalist ve komünist emperyalizmleri şeklinde oluşa yeni iki güç kutbunun ilk güç denemesi olarak patlayan Kore Savaşı'nda da, Türkiye, askerlerini kapitalist dünyanın safında çarpışmak üzere Kore'ye gönderiyordu.. Ve oraya giden müslüman askerler de Kur'an'lar altından geçirilerek savaş gemilerine 'tekbîr' sadâlarıyla bindiriliyordu.. Başta, Kunurî savaşlarında, bir Amerikan ordusunu topluca bir imhadan kurtarmak için canlarını yüzler halinde fedâ eden Türkiye'nin müslüman askerleri de, 'şehîd' diye anılıyorlardı..
Ama, kimseden ses yükselmiyordu, 'Bu ne biçim bir şehidlik?' diye..
Kore'de ödenen o bedellerden sonradır ki, Türkiye NATO'ya kabul ediliyordu, lûtfen.. Türkiye, kendisini komünizme karşı savunabilmek, kapitalist emperyalizmin kollarına atılıyordu.. Bu durum hâlâ da devam ediyor.. NATO'dan çıkmak da o kadar kolay değil.. General Ch. De Gaulle, ne zaman ki, atom bombasını patlatmıştır, 1964'de; hemen arkasından da Fransa'yı, NATO'nun askerî kanadından ancak o zaman çekmiştir..
Yani, başka üyelerin de uluslararası andlaşmalarla kendilerini sımsıkı bağladıkları NATO'dan, yani Amerika'dan kurtarmaları için, çok çok güçlü olmaları gerekiyor..
Bu bağımlı dışsiyasetten kurtulmaktan sözetmek kulağa hoş gelir, ama, bedelinin ödenmesine gelince.. Ayrıca, bugünkü dünyada tam bağımsız bir devlet yoktur; BM. Güvenlik Konseyi'nde Daimî Üye olarak yer alan ve Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmek yetkisini 65 yıl öncelerdeki 2. Dünya Savaşı üzerine bina eden 5 ülke, 'B. Amerika, İngiltere, Rusya, Fransa ve Çin) hariç.. Diğer bütün ülkeler, başta BM. olmak üzere, yığınla uluslararası organizasyonların üyesi olup, o üyeliklerin gereği olarak, nice sınırlamaları kabul etmişlerdir.. Sözgelimi, en bağımsız kabul edilen İsviçre de, dünyadaki hiçbir ihtilafta görüş belirtmemekle mükelleftir. Buna karşı da, başka ülkeler de ona saldırmayacağını taahhüd etmişlerdir. Onun tam bağımsızlığı da böyle bir bağımsızlıktır, yani..
*
Ama, biz, Afganistan'da veya başka yerlerde veya laik rejimin kendi iç güvenliğiyle ilgili konularda hayatını kaybeden resmî görevlilerin, özellikle de güvenlik güçlerinin kazalarda ölmeleri veya saldırılarda öldürülmeleri üzerine, hemen, İslam'ın şehîdlik pâyesini onlara vermekte hiç tereddüd etmeyiz..
1980-88 arasında 8 yıl süren İran- Irak Savaşı sırasında her iki taraf da insanî kayıplarına 'şehidlik' pâyesi veriyorlardı. İran'ın İslam Devleti olmak iddiasını kendisine temel alması açısından, bu isimlendirme mantıken tutarlıydı, elbette.. Ama, sosyalizm ve arab kavmiyetçiliğini temel alan Baas ideolojisini kendisine temel alan Irak rejimi askerlerinin cenazeleri de, Saddam tarafından şehîd diye büyük törenlerle defnediliyordu..
Şimdi, Türkiye'de de laik rejim, kendi türkçü temeline kaçınılmaz bir tepki olarak ortaya çıkan kürdçü silahlı mücadelede ölen askerlerine şehîd diye sahib çıkarken, ötekiler PKK da, kendi silahlı elemanlarından ölenlere aynı pâyeyi veriyor.
Bu durum da lai kemalist-laik rejim tarafından, onların tutarsızlığı olarak dile getiriliyor, 'marksist-ateist bir rejim nasıl şehîdlikten sözedebilir?' diye.. Sanki, kemalist-laik rejimin İslam'a bakışı, PKK'nınkinden temelde çok farklı imiş gibi..
*
1975'lerde, İtalya'daki Türkiye büyükelçisi, 'ermenici' ASALA savaşçıları tarafından Roma'da öldürüldüğü ve 'şehîdlik' sıfat ve yaftasının o büyükelçi için de hemen herkes tarafından gelişi-güzel kullanıldığı zaman, Millî Gazete'de yazdığım bir yazıda, öldürülen büyükelçinin şehîdliğinin nasıl ve neyin bir şehîdliği olduğunu sorgulayıcı bir yazı yazdığımda tepkiler almıştım.. Halbuki, öldürülen kişinin kızkardeşi olan bir gazeteci hanım, kardeşinin dünyasından öyle bir tablo çizmişti ki, o kişiye belki, elçisi olduğu devletin bir fedaîsi, kahramanı vs. gibi sıfatlar verilebilirdi, ama, herhalde, İslam'ın o yüksek pâyesi verilemezdi.. Ama, bu gibi öldürmeler laik T.C. rejiminin diplomatik temsilcileri yurt dışında arka arkaya öldürüldükçe, bu şehidlik pâyesi ve sıfatı da, bol bol kullanıldı, yıllarca.. Müslüman kesimlerden nicelerinin sesi çıkmadı; hattâ, öldürülenlere acımak öncelendi.. Ama, ölümlere acımak eğilimini, kötüye kullanıp, İslam'la savaşa girmiş katı laik bir rejimin asker, polis, vs. temsilcilerinin sadece İslâm'a mahsus bir özel makam ve sıfat olan 'şehîd'lik pâyesiyle anılmaları tamamen ayrı ve halk kitlelerini kandırmaya yönelik bir tavırdı..
Bu gün de öyle..
*
Temel ilkeler açısından bu yaklaşımı böylece işaretlerken; NATO veya nice uluslararası güç odakları emperyalist emellerle hareket etmesine rağmen, bu güçlerin bazen, hesab edemedikleri tarzda neticeler verdiği de unutulmamalıdır..
Meselâ, Bosna ve Kosova'da müslüman halk, başka ülkelerin askerleri olunca, sırbların kendilerine saldırmalarına seyirci kaldığını; ama, Türkiye'nin askerlerinin de NATO çerçevesinde oralarda görev yapmaya başlamasıyla, oralardaki müslüman halkın onca uluslararası 'gayrimuslim askerler' arasında müslüman askerler olarak sadece Türkiye askerinin bulunmasını bir nimet olarak gördüklerini sevinçle dile getirebiliyorlar.
Bu durumu da, onların içinde bulundukları şartlar açısından ele almak gerekiyor..
*
Aynı durum, Afganistan'da da yaşandı.. Afganistan'ın müslüman halkı, Türkiye'nin sadece şehirlerin asayişini, güvenliğini sağlamak vazifesini üstlenen 1800 askerine karşı, 10 yıldır sevgi ile yaklaşıyor.. Nitekim, bu 10 yıl boyunca, Afganistan'da, Türkiye'nin tek askeri bile öldürülmemiştir.. Kazalarda ölenler ise, son 12 ölümle birlikte 15 kişidir.. Halbuki, başka ülkelerin kayıpları o ülkeleri derinden sarsacak boyutlara ulaşmıştır.. Ve Afganistan halkı, sadece Türkiye'nin askerlerini bağırlarına basmakta ve onları düşman olarak görmemekte ve 'Bu kadar yabancı askerler içinde Türkiye'ninkilerden başka, hiçbir müslüman asker yok..' diye teselli bulmaktalar.. Yani bizim, 'NATO emrinde, ve NATO emellerine hizmet ediyor..' diye şikayetçi olduğumuz Türkiye, Afganistan'da da, tıpkı Bosna ve Kosova'da olduğu üzere, askerlerini oralarda bulundurmakla sempatiyle karşılanıyor.. Bu durumu, paradoksal, çelişkili durumu sağlıklı bir şekilde izah edebilmek zor..
*
Bu bir ayrı konu.. Ve fiilî durumla ideal olanın zıdlaşması..
Çünkü, Bosna, Kosova ve Afganistan'da müslüman halk, oralara dünyanın her bir yanından yığışan askerlere bakıp, bunların içinde hiçbir müslüman olmamasından da elem duyarken, onların içinde bulundukları durumu yaşamadan ve kavramadan, bu ruh halini kavramak zor olsa gerek.. Bu halklar, Türkiye'nin gönderdiği askerlerin NATO emrinde olduğunu düşünmeyip, onların müslüman olmasından kendilerine bir dayanak buluyorlar.. Türkiye laik bir rejim olsa da, ordusunun gövdesi müslüman halkın çocukları olduğu için, yine de aynı inancın ve kültürün insanları olmanın verdiği bir duygu ile, onları, üzerlerindeki bir koruyucu şemsiye gibi görüyorlar..
Hatırlayalım, Libya'ya NATO müdahalesi ihtimali belirince, Tayyîb Erdoğan, 'Libya NATO üyesi mi ki?' diye sorduğunda; Gaddafî'nin yüzlerce tankının kendi üzerlerine geldiğini gören Bingazi halkından onbinler, Bingazi'deki Türkiye Konsolosluğu önünde dev gösteriler yaparak Türkiye'yi ve Erdoğan'ı protesto edip, Fransa bayrağını açmışlar ve Sarkozy lehinde sevgi gösterileri yapmışlardı..
Bu acıdır, ama, insanlar kitleler halinde öldürülürken; bir toplumun, kendilerine yardım edecek bir müslüman çıkmaması durumunda, müslüman olmayan güçlerin de yardımını, 'Allah dilerse, bu dine kafirler eliyle de hizmet ettirir..' diyerek te'vil yollarıyla kabul etmesine şaşırmamalıdır..
Ama, Erdoğan daha sonra, Fransa'nın NATO üyesi olarak tek başına hareket edemiyeceğini söyleyip devreye girince.. Fransa, Libya'dan umduğunu tam olarak elde edememiştir.. Ve bugün, Libya halkı, Türkiye'ye yeniden sevgi ile bakmaya başlayıp, yabancı işçi ve asker sözkonusu olunca, müslüman olmayanları istemediğini ortaya koymuştur..
Nitekim, Fransa'nın istediğini elde edemediğinin yakınması, Le Monde'un iki ay kadar önce birinci sahifeden verdiği bir haber-yorumda olduğu üzere, 'Sarkozy vurdu, Erdoğan kazandı..' değerlendirme ve hayıflanmasına kadar varmıştır..
Yani, bizim şerr zannettiğimiz durumlardan da bazen, Allah'u Tealâ, hayırlar ortaya çıkarmaktadır diye de yaklaşılabilir, konuya..
Nasıl olmasın ki, Afganistan'da, başka ülkelerin NATO askerleri sokağa çıkamazken, Türkiye'nin askerleri bazularındaki ayyıldızlı kokartla sokakta halkın içinde, sanki onlardan birisi gibi gezebilmekte ve onlara karşı bir saldırı olmamakta.. Ve hatta, diğer NATO güçleri de, bu ayyıldızlı kokartlarla sokağa çıkmaya kalkışınca, Türkiye de buna müsaade etmedi..
*
Bütün bunlara rağmen, konumuzun başına dönelim..
Devletlerin ilişkileri, geçmiş asırlardaki gibi lokal olarak sınırlı kalmıyor.. Ve en İslamîlik iddiası taşıyan devletlerin bile, resmî maslahat gereği olarak şehîd dedikleriyle, İslamî mânadaki 'şehîd' arasında çok büyük farklar olduğu ortada..
Biz her ne kadar feryad ve itiraz edersek edelim, devletler bizim İslamî değerlerimizi ve halkların manevî değerlerini kullanmaya devam edeceklerdir. Çünkü, savaş sadece askerî savaş değildir ve günümüzde topyekûn savaş anlayışında, devletler, toplumlarını harekete geçirebilmek veya kendi ellerinde tutabilmek için, her türlü değer, imkân ve vasıtayı son derece titizlikle kullanmak dikkatindedirler..
*
Nitekim, Tayyîb Erdoğan, 21 Mart günü yaptığı konuşmada, şehîdlik ve gaziliğin sınırlarını kanunen, genişletmek niyetinde olduklarını açıklamıştır..
Burada itiraz edilmesi gereken husus, tamamiyle İslam'a mahsus olan 'şehîdlik' gibi pâye ve sıfatların laik bir rejimin kanunlarıyla yeniden belirlenmesi, sınırlarının değiştirilmesi, genişletilmesi, daraltılması çabasıdır.
Devletler kendi emirlerindeki resmî görevlilerin, güvenlik güçlerinin kazâlarda veya çatışmalarda öldürülmeleri üzerine, onları kendi ölçülerine göre kahraman veya fedaî diye övebilirler.. Ama, şehîdlik makam ve pâyesi, tamamiyle İslam'a aiddir ve o ancak, İslamî ölçülere göre kullanılabilir; ve bu, asla laik bir rejimin yetkisinde değildir.
haksöz