Selâhaddin Çakırgil
Kim‚ ’taşeron ve kukla’dır ve; ’kuklacı’ kim?
TC. rejimini 30 yıldır esaslı sûrette meşgul eden PKK isimli örgütün silahlı mücadele örgütünün lideri olan ve 1999 yılı Şubatı’nda yakalandıktan sonra yapılan yargılanmasında -idâm kaldırıldığı için onun yerine getirilen- ’ağırlaştırılmış müebbed / ömür boyu hapis cezası’na çarptırılarak 15 senedir İmralı adasında tutulan A. Öcalan’ın 14-15 sene öncelere aid görüntüleri internetlere sızdırıldı, geçtiğimiz hafta.. ’İmralı’daki Apo’ başlığıyla internetlere düşürülen o görüntülerin girişinde, Öcalan’ın sorgulamasının Alb. Hasan Attila Uğur tarafından yapıldığı belirtiliyordu.
Durum hemen montaj, kurgu, tezgah gibi suçlamalarla geçiştirilmeye çalışıldı, o çevrelerce..
İddia edildiği üzere, keknik açıdan oynamalar mümkün olabilir mi, diye dikkatlice baktım.
Olabilir. Hele de bu görüntülerin, bu konularda özel bir maharet sahibi oldukları ve hele de (seçimlerde halktan ancak binde 1 mikdarında oy alabildikleri anlaşıldığı halde) Ergenekon ve Balyoz vs. gibi yargılamalar esnasında TSK içine şaşırtıcı şekilde sızdığının ilginç belgeleri ortaya çıkan D. Perinçek Grubu’nun tv. kanalında yayınlanması, bu ihtimali daha güçlü olarak düşündürtebilir.
Ama, onun sesinden olduğu neredeyse kesin olan kelimelerin, onun dudak hareketleriyle senkronize/ ahenkli olması bu montaj veya oynama iddialarını neredeyse geçersiz hale getiriyor.
Ama, dahası da var.. Bu sözlerin Öcalan’a söylettirilmesi için o kadar zahmet çekmeye gerek var mı ki?
Çünkü, Öcalan, Amerikan emperyalizminin uzun vâdeli menfaatlerinin korunması için, bu video görüntülerinde dile getirilen sözlerin benzerini ve daha fazlasını TC.’ye teslim edildiği ilk andan itibaren defalarca söylemişti..
Bundan dolayı onu suçlamak da gerekmez..
Çünkü, -gerçi liderlerin eğilip bükülmemesi esastır, ama- öldürüleceği korkusu içinde bulunan bir kimsenin, o korkulu anlarında nefsini korumak için geliştirmeye çalıştığı savunma mekanizmasını ayıplayanlar, o gibi durumlarda kendileri olsaydı, ne yapabilirlerdi, herşeyden önce onun cevabını dürüstçe vermeye çalışmalıdırlar.
Koltukların veya yatakların yığıldığı bir mekanda köşede konuşturulduğu anlaşılan Öcalan’ın o görüntülerde söylediklerini buraya aynen aktaralım:
’Hiç çekinmeye gerek yok..
Devlet olarak âlet ol demiyorum..
Taşerondan ziyade şu var..
Buranın şeyleri hazırdır..
Buranın kitlesi hazırdır.
Bütün altyapısı hazırdır.
İran’da da hazırdır, orada da hazırdır, Kafkasya’da da hazırdır..’
(Taşeronluk konusunda ise şunları söylüyor Öcalan):
’Devlet direkt yapamaz..
Şimdi, neden çok önemli?
Direket Türkiye’nin kendi şey gücüyle; halk.. biliyorsun..
ABD bile dünya gücüdür.. O bile taşeron kullanır.. Başka çaresi yok..
Başka çaresi yok!’
(Sorgulamayı yapan kişi araya giriyor) :
’Sen bu konularda uzmansın, taşeron kullanma konusunda..’
Taşeronluk yapmak konusunda uzman olduğun için, bu konuda bize yardım etmen lâzım..’
(Öcalan karşılık veriyor):
’Dünya... Iıııı.. Büyükten büyük güçler bunu yapar.
Türkiye ölçülerine göre hiç bir devrimci bunu yapmaz, hep işbirlikçi derler; uzlaştı, teslim oldu derler.. Ama, ben yaptım!
(Sorgulamanın filminin burada kesildiği ve bir başka konuya geçildiği anlaşılıyor):
’Yani, şu ülkede şu tehlike diye..
Hepsi benim için çocuk oyuncağı..
Ortadoğu’da hangi ülke olursa olsun..
Avrupa’da hangi ülke olursa olsun.. Rusya da dahil.. Neresi olursa olsun..
Bu konuyu hep iddia ederek söylüyorum..’
(Devreye yeniden ’albay’ olduğu açıklanan kişinin sesi giriyor):
’Bu konuyu hep idida edereke söylüyorsun.. Yani, bakacağız..
Çok çok enteresan olay yani.. İddia etmen..
Çok zor şeyler bunlar..’
(Öcalan yeniden başlıyor konuşmaya):
Yani, o güçler.. Kendi şeyini diyorum..
Biraz birleştireyim..
Dünya nasıl idare edilir?.. (Öcalan burada gülüyor, geriye yaslanııyor ve)
Biraz yukarı çıktık şimdi, yukarı.. Aşağıya inelim biraz..
Allah kahretsin.. Şimdi şeye ineyim, tekrar..
Tek şeyim, ’Apo iyi çalışır, görevini becerir..’
Bu..
Bunun bazı küçük basit olanaklarını isteyeceğim..
Şu anda milyonlarca insanı bağlayabilirim bu devlete..
Mimar gibi bağlıyacağım, ben başka bir şey demiyorum..
Kürd olayında.. Üç, dört, beş-on ülkeye.. Tonlarca istihbarat, bilmem parayla, dev bütçelerle yapamadığını, tek başıma, kuruş masraf ettirmeden, daha da fazla kattırarak devlete, ben yürüteceğim..’
*
MİT’den, başkası varken; niye F.G. Grubu rahatsız oluyor ki?
Evet, Öcalan böyle konuşmuş / konuşturulmuş 14 yıl öncelerde..
Aradan zaman geçtikçe, -lideri öldürülen veya tutuklanan birçok silahlı mücadele örgütlerinnde olduğu gibi- PKK’nın dağılması beklenirken, ilginç bir durum çıktı ortaya ve Öcalan da bu yeni durumu iyi kullandı. Ama, unutulmaması gereken bir nokta da şu ki, ona bu alanı açan, ‘asker’ idi.. Tutuklandığı ilk andan itibaren generallerin elinde olan Öcalan, yıllarca, İmralı’dan dışarıya, tam da generallerin istediği şekilde, ‘M. Kemal Cumhuriyeti bitti, tarikatlar cumhuriyeti başladı..’ gibi ‘kemalist’ mesajlar verdi. Hatırlayalım ki, 2008 yılına kadar, ilk 9 yıl, o, hep generallerin elindeydi.. Ve MİT Müsteşarı bile kendisi ile görüşmek için İmralı’ya gitmek istediğinde, (o yılların adalet Bakanı M. Ali Şahin’in geçen yıl açıkça beyan ettiği üzere) Bursa Garnizon Kom. olan bir albay, MİT Müsteşarı’na İmralı’ya gitmesi için izin vermemişti!.
TSK adına hareket ettiklerinin havasını veren ‘asker’lerin bütün derdi, ‘kemalist-laik rejim’ için bir tehlike olarak gördükleri AK Parti iktidarını yıpratmak idi.
İmralı Cezaevi, ancak 2009’dan sonra ‘asker’in elinden alınıp, MİT’e verildi.
Ancak ondan sonra, hem Hükûmet konuya farklı bir tavır koymaya başladı ve hem de Öcalan, artık, Hükûmet’in duruma hükmetmekte kararlı olduğunu ve de TSK’nin kanundışı müdahale gücünü kırmak noktasına geldiğini görmüş olarak, yeni duruma gore yeni tavırlar geliştirmesi gereketiğini anladı.
Ve, MİT’in, Norveç’in başkenti Oslo’da, PKK ile gizli görüşmeler başlattığı çok sonralarda anlaşıldı. Ancaak, yeni MİT Başkanı’ndan İsrail ve Amerika rahatsızdı. Çünkü, MİT, MOSSAD ve CIA arasında devamlı varolan bilgi akışı ve alışverişini tehlikeye düşüren bir durum ortaya çıkmıştı. Çünkü, MİT’in yeni başkanı Hakan Fidan, MOSSAD ve CIA laboratuarlarında özel eğitimlerden geçirilmemiş ve onların tezgahlarınden geçirilmemiş; onların bilgisi dışında o makama getirilmişti. Hatırlansın, H. Fidan o makama getirildiğinde, İsrail rejimi, derhal, H. Fidan’ı ‘İran’ın adamı’ diye suçlamış ve bu vazifelendirmeye karşı çıkınca, TC. Hükûmeti de, ‘iç işlerine karışılmaması’ konusunda sert bir nota vermişti, İsrail rejimine.. (H. Fidan’ın ‘İran’ın adamı’ olduğu şeklindeki iddia ise, İsrail ve Amerika’daki her olumsuzluğun hemen İran’a yüklenmesi alışkanlığının gereği idi. Ki, İran’da da, ortaya çıkan her olumsuzluğun aslî faili olarak hemen ve haksız olmadığı söylenebilecek bir şekilde İsrail ve Amerika’nın suçlanmasına benzer bir durum, yani.)
*
Ama, ilginç olan şu ki, F. Gülen Grubu, her nedense, önceleri MİT’ten nice darbeler yenildiğinde bile ses çıkaramazken, Hakan Fidan o makama gelince, Amerika ve İsrail’in rahatsızlığına paralel bir hassasiyet sergileyerek MİT’le uğraşmaya başladı ve Oslo’daki gizli görüşmeler deşifre olundu.
Yoksa, son 1 yılı aşkın zamandır durdurulabilmiş olan kan, daha önceden de durdurulabilir ve binlerce can daha, o silahlı mücadelelerde telef olmayabilir; ülke vatandaşları arasındaki etnik husûmet daha bir derinleşmeyebilirdi.
Açık olan bir diğer konu da, devletlerin siyasetlerinde istihbarat örgütlerinin, gerekli gördüğü her kişi, grup veya örgütle gizli veya açık her türlü görüşmelerde bulunduğu ve MİT’in de bu kuralın dışında olamıyacağı gerçeğidir.
O günleri hatırlamakta fayda var.
7 Şubat 2012 gecesi, tam da Başbakan Erdoğan, -ilk geçirdiği gizli ve büyük ameliyatın 2 ay kadar sonrasında- yine gizlice yeni bir ameliyata gireceği saatlerde, ‘terör örgütüyle gizli görüşmeler yaptığı’ gerekçesiyle MİT Müsteşarı H. Fidan’ın tutuklanması için, tipik bir paralel yargı denilebilecek mizansen harekete geçirilmek istendi. Başbakan Erdoğan da, o hassas ânında, derhal, MİT kanunundaki bir yorum farklılığından istifade eden paralel yargı elemanlarının yolunu kesmek için Meclis’e sevkettiği bir kanun tasarısının 48 saat içinde Meclis’ten geçirilmesini ve ‘MİT elemanlarının Başbakan’ın özel izni olmaksızın sorgulanamıyacakları’na dair bir maddenin kanun metni haline gelmesini sağlamak sûretiyle, bir büyük skandalı engellemiş oldu.
O günden beri, Öcalan da karşısına çıkan bu güçlü devlet yönetimi anlayışıyla, hayâlindeki daha uzun vâdeli planlarını sahnelemeye çalışıyor ve anlaşıldığı kadarıyla MİT de onunla verimli bir işbirliği yapıyor. Bu durum da, -birtakım kaygu ve tereddüdlerini dile getirseler bile- ‘kürdçü’lerden çok, -hayret vericidir-, F. Gülen Grubu’nu rahatsız ediyor. (Gerçi, F. Gülen’in Zaman’daki başsözcüsü sayılan H. Gülerce, 21 Aralık 2013 tarihli New York Times’da yayınlanan mülâkatında ‘Erdoğan ile Gülen grubu arasındaki ilk çatlağın Mavi Marmara krizi ile çıktığına; Mr. Gülen'in Türkiye'nin dış politikasında maceraya atılmaması, Batı'ya yönelimini sürdürmesi ve dış politika meselelerini diyalogla çözmesi gerektiği’ne dair görüşler açıklamıştı, bu da gözardı edilmemelidir. Ayrıca, Gülerce’nin, Haziran-13 boyunca Türkiye’yi derinden etkileyen Gezi Hadiseleri sırasındaki bir yazısına ‘Erdoğan gitsin, AK Parti kalsın planı..’ başlığını attığı da unutulmamalıdır.)
Esasen, Tayyîb Erdoğan da daha önceden kendisine, devlet içinde bir ‘paralel yapı’ oluşmakta olduğuna dair nice iddiaları dinlemiş olmasına rağmen, tedbir almak ve belli bir kesimle ciddî bir hesablaşma içine girmek gereğini o günlerde hissetmişti. Bunu geçenlerde kendisi de itiraf etti. Kezâ, Bülend Arınç da, ‘Bu kadar alçalabileceklerini gerçekten düşünmemiştik, saflığımıza verin..’ derken, aynı mânâya dikkati çekiyordu.
Bununla kimi kasdediyordu?
Herhalde, direkt olarak hedef alınan, 75 yaşında olduğu söylenen F. Gülen değil; onun etrafında bulunan belirli bir ekip idi.
Ama ilgi çekicidir, F. Gülen de, geçenlerde Ocak ayının 20’sinde önce Wall Street Journal ve ve sonra 27 Ocak’da da, ing. BBC’ye verdiği mülâkatlarda, ’arkadaşı birileri yanıltıyor olmalı..’ diyordu, Erdoğan’ı kasdederek: "Bir mabeyn-i hümayun var herhalde zannediyorum, çevresinde. Mabeyn, padişahların etrafındaki insanlara deniyordu. Çevresinde zannediyorum mes’eleleri farklı intikal ettiriyorlar.. Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı.."
O bu arada, ‘Erdoğan reform yolundan ayrıldı.. Türk halkı, son iki yıldır demokratik sürecin tersine dönmüş olmasından dolayı üzüntülü, " demeyi de ihmal etmiyordu.. Halbuki, Erdoğan Hükûmeti, 11 yılı geride bırakan iktidarında en çok da son 2-3 sene içinde, halkın hak ve hürriyetlerini ayaklar altına alan geçmiş zulüm uygulamalarına ilk kez geniş şekilde bir tavır koymaya başlayabilmişti.
*
Erdoğan’ın etrafının etkisinde kaldığı da düşünülebilir, elbette.. Asıl, etrafının görüşlerine itibar etmediği iddiası eleştirilmesi gereken bir durum olsa gerek..
Ama, Erdoğan belki de TC. siyasî hayatındaki siyasî liderler arasında, halkın içinde en çok yer alan birisi.. Ama, birileri, Pennsylvania’da karargâh kurmuş birisi, etrafında oralara kadar gidecek parası ve Amerika’dan vize alacak kadar itibarı olan belli bir kesimle sınırlı bir dünya içinde iken, Erdoğan’ı halktan kopuk olmakla suçluyor. Bu durumda, acaba hangi ’arkadaş’ daha bir yanıltılma durumundadır? Ve kendi çevresindekileri de bir süzgeçten geçirmiş midir?
*
Bu noktada akla Pakistan’lı Tâhir-ul Qadrî de geliyor..
Pakistan’da uzuuun yıllar imamlık yapan bir Taaheer al’Qadry (Tâhir-ul’Qadrî) isimli bir zat vardı.. İslam hukuku konusunda doktora da yapmıştı. O dönemde Pencab eyaletinin başbakanı olan M. Newaz Şerif’le de yakın ilişkiler kurmuştu. Pakistan medyasında yer alan bilgilere göre, kendisine bağlı bir medya gücü de oluşturmuşş ve anonim kaynaklardan gelen maddî bir servete de kavuşmuştu. General Ziyâ-ul’Haqq zamanında, islam’a hakaret edenler konusunda çıkarılan bir kanunu savunmak bâbında yaptığı bir konuşmada, “Kim dine küfrederse, Müslüman ya da gayrimüslim, kadın ya da erkek, Hıristiyan ya da Yahudi, o kişi bir köpek gibi öldürülmelidir!” gibi sert konuşmalarıyla da dikkati çekmişti.. Daha sonra ise, kendisinin ’o gibi uygulamalara karşı olduğunu’ açıklamaya başlamış ve bu yönde çıkarılan bir kanunun gayrimüslimlere, Yahudilere, Hıristiyanlara uygulanamıyacağını, General Ziyâ-ul’Haqq zamanında çıkarılmış olan bu kanunun hazırlanmasında kendisinin hiç bir dahlinin olmadığını’ ileri sürmeye başlamıştı..
Qadrî, Pakistan’dan ayrılıp Kanada’ya yerleşmiş ve etrafında da genişi bir bağışçı kitlesi bulmuştu. Bu gücüne güvenerek, 2012 güz aylarından itibaren Pakistan başkenti İslamâbâd’da milyonların katıldığı dev bir miting ve başkent İslamâbâd’a kadar bir yürüyüşler tertib ettiğinde, dönemin hükûmetini sarsmış ve protesto eylemlerine ancak derhal erken seçimler yapılması şartıyla son verebileceğini açıklamış, ve istediğini almıştı.
Lahor’daki üniversitesi de kendisine genç bir destekçi kadro oluşturuyordu.
Ve Mayıs-2013’de seçimler yapılınca, Tâhir-ul’Qadrî hiç bir varlık gösteremedi, açıkça desteklediği ve seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakılan, yerli ve yabancı medyada öyle bir kamuoyu algısı oluşturulan eski kriket sporcusu İmran Khan da, sadece 50 kadar sandalye kazanabildi.. General Perwiz Muşerref’in 1999’da askerî darbeyle devirdiği Newaz Şerif, aradan 14 sene geçtikten sonra tekrar ve tek başına iktidara geldi.
Şimdi niceleri soruyor, bu Tâhir-ul’Qadrî’nin siyaset sahnesine böylesine çıkıp sonra da bir saman alevi gibi sönmesinin ardında, kim vardı, o kendiliğinden mi bu enerjiyi göstermişti, yoksa bir takım uluslararası siyaset planlamacıları mı?
Öcalan’ın deyimiyle bir taşeronluk mu sözkonusu?
Ve böyle ise, kuklalardan ziyade, kuklacıyı görmek ve onun çarkını kırmak dikkatini sergilemek daha bir öncelikli durum değil midir?
*
Kısa-kısa bir kaç nokta..
*Mâlum Cemaat’le ilişkisi olan bir tanıdık, zamâne yazarlarından A. Aymaz’ın bir yazısında yaptığı hatırlatmadan sonra, Cemaat’e aid yurt, öğrenci evi vs. gibi mekanlarda kılınan namazlarda, özellikle de sabah ve yatsı namazlarından sonra, ’Tebbet’ sûresinin okunmasının bütün hızıyla sürdüğünü söyledi..
O sûrede lânetlenen Ebi Leheb’in ve zihniyetinin yerine kimlerin oturtulduğunu, varınız siz hesab ediniz.
*Zamâne Gen. Yy. Md. E. D. geçenlerde bir yazısında, ’namazında-niyazında olan kimselerin, birlikte namaz kıldıkları bir cemaat’e bu kadar düşmanlık besleyebileceğini tahmin edebilir miydiniz?’ kabilinden bir yakınma cümlesi kurup, kendilerinin mâsûmluğunu ve mazlumluğunu anlatmaya çalışıyordu. Keşke diyor insan, bu arkadaş ve benzerleri, konuya bir de tersinden baksalar da, kendileri için de mukabil tarafın aynı tarzda bir yakınma beyanında bulunabileceklerini düşünselerdi..
Hele bir de sorumluluğunu üstlendiği ceridedeki yayınların, korkunç bir Erdoğan düşmanlığına dönüştürüldüğünü ve bütün kemalist-laiklerin bile o derecede etkili düşmanlık sergileyemediklerini görebilseydi..
*Yine zamâne yazarlarından A. K. isimli ve genelde ağır başlı yazılar yazan bir arkadaş da, önceleri, F. Gülen’in ünlü beddua’sının beddua olmadığını ve muhatabı belirli bir kişinin isminin zikredilmediğini belirtirken.. Şimdi kendisi, Başbakan Erdoğan’ın geçenlerde, İslam Ansiklopedisi’nin tamamlanması dolayısiyle yapılan törendeki konuşmasında geçen, ’sahte velîler, âlim müsveddeleri’ gibi sözlerin hedefinin, ’hocaefendi’si olduğunu belirtiyor, ’kimse topu taca atmaya kalkışmasın, burada kasdolunan, odur..’ diyordu.
* Gezi Hadiseleri sırasında İst. Kabataş’da saldırı ve hakaretlere uğrayan bir müslüman hanımın etrafında, MOBESE kameraları görüntülerinden faydalanarak ve özel bir takım manipulasyonlarla tezgâhlandığı anlaşılan bir haber filminin yayınlanması ve o saldırının yalan olduğu yönünde, songünlerde laik medyada sözbirliğiyle sergilenen senaryo üzerine Başbakan Erdoğan’ın yaptığı bir konuşmada, o hanım hakkında verilmiş olan ‘adlî tıb raporlarını, nereye koyacaksınız?..' şeklindeki ifadesini bile malûm medya, 'nerenize..’ şeklinde çarpıttığı görüldü.
O sözleri, medya manşetlerinde gördüğümde, çirkin çağrışımları dolayısiyle ben de yadırgadım, ama, haberin filmini izlediğimde, Erdoğan'ın 'o adlî tıb raporlarını nereye koyacaksınız..' dediğini gördüm.
Bazıları da bu çarpıtmayı görmeyip, Erdoğan’ın 'seviye'sini hatırlatıyorlar. Evet, onun o sözünü bile kendi istedikleri şekilde çarpıtanların ‘seviye’sine ebakılınca..
Kimin hangi noktada olduğu bir daha düşünülmelidir.
*Anlaşılıyor ki, en azından mahallî seçimlerin yapılacağı 30 Mart’a kadar bu mücadele, bu zehirli hava sürecek.. O zaman, eğer Erdoğan’a darbe indirilebilirse; onların saldırılarının hızının daha bir artacağı açıktır. Çünkü, ondan sonra da, Ağustos-14’de -ilk kez halk oyu tarafından seçilecek olan- Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve ondan 10 ay kadar sonra da Haziran-2015’de yapılacak genel seçimler vardır, sırada..
Ama, 30 Mart seçimlerinde bekledikleri zaferi elde edemezler ve Erdoğan’a darbe vuramazlarsa, belki o zaman yeni taktiki ve stratejiler belirlemeye koyulacaklardır.
*İng. gazetesi Financial Times'ın18 Şubat tarihli sayısında Bill Park imzasıyla yayımlanan ve ‘Gülen İmparatorluğu’ndan söz edilen bir yorumda, Gülen’in ‘Demokrasiyi, serbest piyasayı ve Türkiye'nin Batı'yla ittifak kurmasını istediğine ve Ankara'nın İsrail'le sürtüşmesi’ne karşı çıktığına değinilmesi, özellikle ilgi çekiciydi.
Gülen hareketinin milyonlarca taraftarının bulunduğuna da değinilen yorumda, "Gülen'in talebelerinin polis memuru, yargıç, öğretmen, siyasetçi, gazeteci, bürokrat ve hatta subay olarak varlıklarına ek olarak önde gelen medya kuruluşları, bir işadamları birliği, hastaneler, klinikler, oteller, hayır kurumları ve bankalar kurduklarına, bu ağın bir ahtapot gibi yapısı olduğuna ve iddiaların büyük ihtimalle paranoyak hayal güçlerinin ürünü olmadığına ve tarafların kolay yenişemiyeceklerine’ işaret olunuyordu.
*Bugünlerde Macaristan’da bir resmî ziyarette bulunan ve F.Gülen’in kendisine yazdığı mektubda, ‘aziz dost’ diye övgülere boğduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; paralel yapı tartışmalarına da değinip, "Hükümetleri, rüşdüne ermemiş gibi, onlara karşı ‘bu doğru değil, bu doğru’ şeklinde bir Hükümet Komiserliği / Hükûmet üstünde bir gözetleyici gibi davranılırsa olmaz, kabul edilemez" dediği görülüyor.
Gül, yargıdaki yaralel yapı oluşumuna da dikkat çekerek: "Adalet dağıtılırken, hâkim ve savcı, anayasa ve yasalar dışında başka bir saikle hareket edemez, şu anda ortada böyle bir durum var. Bunlara müsaade edilemez" diyor.
Şimdi zamâne yazarları, Erdoğan’a, ‘Siz geçmişte bu Cemaat hakkında şöyle övgü dolu sözler etmemiş miydiniz?’ hatırlatmasında bulunuyorlar da; F. Gülen’in ona övgü dolu sözlerini, teşekkür ilanlarını hatırlamıyorlar. Belki, Gül’ün bu son sözlerinden sonra, onun Gül’e geçtiğimiz ay yazdığı mektubundaki sözlerini de hatırlamıyacaklar ve ona da saldırmaya başlıyacaklardır.
*Ziyâ Paşa ne demişti, 140 yıl öncelerde, herbirimize küpe olacak bir beyt söylüyordu:
’Tevsi-i maişet (maişetini, gücünü arttırmak)derdiyle geçmekte ömrün; söyle şeyhim, ne zaman muselman olacaksın?’
haksöz