Selâhaddin Çakırgil
‘Meşrûtiyet’ten Mutlakiyet’e; ’Mutlakiyet’ten ’Cumhûriyet’e doğru..
Hayır, hayır!. Yazının başlığı, bilinen mantıkî sıralamaya uymasa da, bir yanlışlık yok.. Çünkü, müslüman toplumlarda ve özellikle bizde yaşanan durum, böyle gelişti..
Mutlakiyet, yani, yönetici kişi veya kadroların, yönetme mevkıine geliş ve gidişinde, kendi iradeleri üstünde hiç bir iradeyi tanımayan uygulamalarla gerçekleştirdikleri yönetim şeklidir. Kral, Melik, Şah, Sultan, Kayzer, Çar, Başbuğ, Önder, Monark vs., her ne derlerse o olur. Onların sözleri kanundur. İnsanlık tarihinde yığınla mutlakiyet örnekleri vardır. Bu sistem, tam monarşi yöntemidir.
Meşrûtiyet’te ise, yöneticinin yönetme makamına geliş ve gidişi ve yönetim yetkisi, kendisi dışındaki iradelerce bir takım şartlara bağlanmış, bir takım sınırlandırmalar getirilmiş ve bunlara uyulmasının bağlayıcı ve yaptırımlı kuralları getirilmiştir. Özellikle son 200 yılı aşkın zamandır, dünyadaki bir çok krallıkların, sultanlıkların, şahlık ve meliklik sistemlerinin, monarşilerin bu meşrutî yönteme geçtiği görülmektedir. Özellikle Avrupa’daki meşrutî monarşiler (İngiltere, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, İsveç, İspanya gibi ülkelerdeki uygulamalarla, başta Japonya olmak üzere bazı Uzakdoğu ülkelerindeki krallık rejimleri)bu hususta ilginç örnekleri oluştururlar.
Cumhûriyet’te ise, yönetime gelecek kişi veya kadrolar, toplumun rüşd yaşına ulaşmış ferdlerinin seçim ve iradesine göre belirlenir ve yönetim makamlarından da yine aynı yöntemle götürülürler. Elbette, bu konuda da değişik yöntemler vardır.. Laik cumhuriyet, Demokratik cumhuriyet, Dinî Cumhuriyet gibi..
Laik Cumhûriyet’te yönetici kişi ve kadroların ve yönetim şeklinin belirlenmesinde, özü itibariyle ilahî vahy’e dayalı dinî inanç hükümlerine yer verilmez. Bu usûlde, toplumun inançlarının alenen veya zımnen, bir fantezi ve bir gönül işi olduğu gibi bir anlayış esas alınır.
Demokratik Cumhuriyet’te ise, yönetici kişi ve kadrolarının ve yönetim usûllerinin belirlenmesinde, halk neyi, ne kadar ve nasıl istiyorsa, o temel olarak alınır. Temel ölçü, halkın iradesidir. ‘Demokratik Cumhuriyet’ nitelemelerine, özellikle de sosyalist- marksist rejimlerde, ‘Demokratik Halk Cumhuriyeti’eklemesi yapıldığı da görülür. Çin, Vietnam, Kuzey Kore ve eski komünist- Doğu Bloku ülkelerinde olduğu üzere..
Dinî Cumhuriyet örneklerinde ise.. Halk, yönetici kişi ve kadroları belirlerken, iradelerini kendi inançlarının temel kurallarına göre belirler ve onlardan kendi inançlarına göre bir yönetim beklerler.
Osmanlı’ya tarih sahnesinden el çektirilmesinden sonra, İslamî taleblerle bir devlet yönetimi oluşturmak iddiasıyla sahneye çıkmak açısından, bu konudaki ilk örneği, -en azından ismen ve teorik olarak- Pakistan İslam Cumhuriyeti oluşturmuştur.
Hind alt-kıt’asındaki büyük müslüman kitlelerin önemli bir kısmı, 14 Ağustos 1947’de uzuuun ve çetin mücadelelerden sonra, tarih sahnesine Pakistan adıyla bir devlet kurarak çıkarken, yönetim şeklinin İslam Cumhuriyeti olacağını hükme bağlıyorlardı. Geçen zamanda ortaya konan uygulamanın İslamî hükümlere uygun olup olmadığı, ayrı bir konu.. Çünkü, bu isim, büyük çapta resmî ve diplomatik tabeladan ibaret kaldı; geride kalan 65 yılı aşkın zaman dilimi, büyük çapta askerî darbelerle ve diktatörlükler altında geçti. Ama, Pakistan devletinin yönetim şeklinin belirlenmesinde, rejimin özelliğinin İslam Cumhuriyeti olduğu görüşü en azından isim olarak korundu; tabiatiyle müslüman halkın, bu ismin değişmesine izin vermeyen hassasiyetinin de etkisiyle..
Dinî Cumhûriyet görünümlü bir diğer örneğin de 1948 yılında, Filistin’de müslüman halkı katlederek veya savunmasız halk kitlelerini silah ve sair zorbalık yöntemleriyle kovarak o topraklarda bütünüyle gasb ve işgal üzerinde dünya sahnesine çıkıp devlet olduğunu ilan eden İsrail rejimi olduğu söylenebilir. Çünkü, bu rejim de yahudi şeriatini esas alan bir yönetim biçimini izlemektedir.
Daha sonraki Dinî Cumhûriyet örneğini, miladî-1979 yılı başında, İran’da büyük bir müslüman halk qıyâmıyla Şahlık rejimini devirep İslam İnqılabı Hareketi sonunda kurulan İran İslam Cumhûriyetiuygulamasında görmek mümkündür. Oradaki uygulamada da, müslüman halkın, cumhûr’un iradesi, İran toplumunda ekseriyeti oluşturan müslüman halkın mezhebî yorumuna temel teşkil eden Caferî fıqhına göre geçerli sayılacak ve itibar görecek bir uygulama örneği oluşturmuştur. Bu örnek de, uygulamadaki bir takım problemlerinin olduğu söylense bile, özü itibariyle, bir İslam Cumhuriyeti anlayışı ve temeli üzerindedir.
Bundan ayrı olarak bugün, Moritanya, Afganistan, Komor Adaları gibi ülkelerde resmî adı İslam Cumhuriyeti olan ve en azından isim olarak Dinî Cumhuriyet kategorisinde değerlendirilebilecek rejimler vardır.
*
Bu izahlardan sonra, dünyada genelde tarif ve kabul edilen edilen ‘Mutlakiyet, Meşrûtiyet, Cumhûriyet..’ sıralamasının müslüman toplumlarda ve müslüman coğrafyalarında en azından teorik planda, tekrarlanamıyacağını, müslüman coğrafyaları ve toplumlarındki yönetim biçimlerinin, rejimlerinin, genelde, taa baştan meşrutî bir özellik taşıdığını tekrarlayabiliriz. Çünkü, müslüman toplumlardaki yöneticiler, -istemeseler bile-, kendilerini Kur’an-ı Kerîm’in hükümleriyle -kısmen bile olsa- sınırlandırılmış hissederler veya yönetme işinde yetkilerinin meşrutî hale getirilmesini, yani şartlara bağlanması ve sınırlandırılmasını bir temel kural olarak kabul ederler. Bunu, saltanat ve iktidarlarını sürdürmek için gerekli de görürler. Bu konuda, elbette kendilerine bağlı ulemâ eliyle, Kur’an’ın tefsirinde, yorumlanmasında kendi lehlerine bir netice elde etmek gayretleri her zaman olmuştur ve bu durum, bugün de varlığını sürdürmektedir.
Hatırlayalım ki, müslüman toplumların tarihinde Hulefâ’y-ı Râşidîyn dönemi sonrasındaki bütün yönetim biçimlerinin genel özelliği, saltanat rejimleri olmasıydı.. Saltanat, yani, babadan oğula veya kardeşlere geçen, bir yönetim erki, otorite gücü..
Ünlü alman askeri Mareşal Moltke, bir yüzbaşı iken geldiği 1830’lardaki Osmanlı’yı anlatırken, ‘Osmanlı’nın, Avrupa’da bilindiği gibi mutlakiyet yönetimi sayılamıyacağını, çünkü, Kur’an’ın hükümlerinin Padişahlar için sınırlandırıcı olduğunu’ söylüyordu. Halbuki, o dönemde, Avrupa’da ve dünyanın daha başka yörelerinde krallar, imparatorlar, çarlar, kendilerini halklarına, ‘tanrı adına hükmeden ve hükümleri tanrı hükmü gibi kabul edilen monarklar’ olarak tanıtıyorlardı.
Yani, bir bakıma, Avrupa’da siyasî literatürde, meşrutiyet olarak nitelendirilen ve kralların yetkilerinin sınırlandırıldığı, şartlara bağlandığı, meşrutî hale getirildiği bir yönetim tarzının, gerçekte, Osmanlı’da ve müslümanların daha önceki yönetim biçimlerinde hep varolageldiği böylece ifade edilmiş oluyordu. Çünkü, Osmanlı’daki yönetimin, Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerindeki ‘mutklakiyet’ yönetimlerinde görülen bir yönetim tarzının olmadığı; Avrupa’da sayıları pek az olan ’meşrutî monarşi’lerde görülen, yani, yetkilerin sınırlandırılıp şartlara bağlanması /meşrut hale getirilmesi şeklindeki meşrutiyet yönetimlerine benzer bir durum olduğu görülüyordu. Diğer bir deyimle, Osmanlı saltanat rejiminde, meşrutiyet sistemi, 1876’da I. Meşrutiyet ve 1908’de II. Meşrutiyet diye anılan yeni yapılanmalara bakarak, Meşrutiyet’in sadece o dönemde olduğu söylenemez. Sultanların, padişahların iktidar yetkilerinin -kısmen de olsa- Kur’an’la sınırlandırılıp şartlara bağlanması, yani fiilî bir meşrutiyet durumu, taa başından beri, hep vardı.
Bu bakımdan, müslüman toplumlarda, yöneticiler, genelde, taa baştan beri ve en azından teorik olarak ‘meşrutî’ bir yönetimin sergilerler. Ancak, Kur’an’ın, İslam’ın temel hükümlerini esas almayı kabullenmeyen bir takım diktatörlük örnekleri de yok değildir ve onlar, gerçekte, ‘meşrûtiyet’sisteminden, ‘mutlakiyet’ sistemine geçmişler, yani dünya siyaset literatüründeki normal sıralamayı tersine çevirmişlerdir. Bu gibilerin sayısı çok fazla olmasa bile, yine de vardırlar.
Bunların en önde gelen öncülerinden birisi, Türkiye’deki kemalist-laik rejim uygulaması örneğidir. Bunu kendisini, ‘arab kemalisti’ olarak niteleyen Habib Burgiba’nın Tunus’daki 30 yıllık (1956 -1987)tahakkümü takib etmiştir. Müslüman coğrafyalarında, bu iki örneğin dışında da nice diktatörlük rejimlerivardır ki, onlar uygulamada İslam’ı sosyo-politik hayatta bir yer ve söz sahibi kılmamak için vargüçlerini kullanmış olsalar bile, onlar, vahy-i ilahî’yi etkisiz kılmak gibi bir hedeflerinin olduğunu en azından resmen açıklayamamışlardır. Bu nokta gözönüne getirildiğinde, yazının başlığında, niçin, ‘meşrutiyetten mutlakiyete..’ ifadesinin kullanıldığı daha iyi anlaşılabilir.
‘Cumhuriyet’ diye sunulan ‘Mutlakiyet’ten, gerçek ‘Cumhuriyet’e..
Osmanlı’nın resmen de ‘meşrutiyet’ olarak nitelenen döneminden ve hele de I. Dünya Savaşı’nın galibleri tarafından parçalanmasından sonra, bütün parçaların herbirisinin başına emperyalizmin bir kuklasının kondurulduğunu tekrarlamaya gerek bile yok.. Bu durumun, Anadolu coğrafyasındaki müslümanlar açısından da farklı olmadığı görülür.
Çünkü, 9 Eylûl 1922’de son yunan askerlerinin de Anadolu’dan çekilmek zorunda kalması üzerinden henüz 50 gün geçmekteyken, o zamana kadar, Osmanlı saltanatının bir paşası olan ve makamını, unvanını, parasını, o saltanat rejiminden olan M. Kemal ve bazı arkadaşları, saltanatı 1 Kasım 1922’de kaldırdıklarını açıklıyorlardı.
O noktaya nasıl mı gelinmişti?
Sevres (Sevr) Barış Andlaşması, gerçi teknik planda görüşülmüş, kabul edilmişti, ama, İstanbul’da işgal altında bulunan bir başkentte bulunmasına rağmen, Sultan Vahdeddin, o şartlarda bile, o barış andlaşmasının yürürlüğe girmesi için gerekli olan nihaî imzayı atmayıp; tersine, Anadolu’daki mücadele için gerekli her türlü desteği, işgalcilerin dikkatini çekmiyecek usûllerle gizlice vermekteydi.
Ancak, yürürlüğe giremiyen Sevr’in yerine, yeni bir barış imzalanması gereği ortaya çıkmıştı. Ama, henüz öyle bir yeni andlaşma yapılmadan önce, Osmanlı saltanatına son verilmesi dayatması geliyordu, galib devletler tarafından.. Bunun için de, Halife’ye ve Saltanat’a bağlılık yeminleri edilerek teşekkül eden Ankara’daki Millet Meclisi, 1 Kasım 1922 günü, saltanatın kaldırıldığını dünyaya ilan etmek noktasına sürüklenmiş; tek kişide birleşen Hılafet ve Saltanat makamları ayrıştırılıp, saltanat kaldırılmış; Hılafet’e ise, Osmanlı Hanedanı’ndan Abdulmecid Efendi getirilmişti. (Tuhaf ve uygunsuz resimler yapmasıyla bilinen ve Osmanlı Hanedanı’na mensub olmaktan başka bir özelliği olmayan bu zât’ın o makama liyâkatinin olup olmadığına bakılmaksızın Halife unvanına kavuşturulması bir ayrı konu; ama, kısa süre sonra, Hılafet de Meclis’in manevî şahsiyetince temsil edildiği ileri sürülerek, fiilen kaldırılacaktı.)
Ve, henüz, Cumhuriyet rejimi de ilân edilmemişti..
İsviçre’nin Lausanne (Lozan) şehrinde düzenlenen Sulh / Barış Konferansı’nın sür’atle, neticelenderilmesi için, o barış müzakerelerinde ileri sürülen taleblere, dayatmalara ve verilen tâvizlere şiddetle karşı çıkan ve bu konuda M. Kemal’i de sert şekilde eleştiren I. Meclis dağıtılmıştı, M. Kemal tarafından ve kendisine itiraz edemiyecek, ‘evet efendim’cilerinden oluşan 2. Meclis oluşturulmuştu, 1 Nisan 1923 tarihinde.. Bu sırada, 24Temmuz1923’de Lozan Andlaşması da imzalanmış, Meclis’in tasvibinden geçirilmiş ve ancak bundan sonra işgal orduları İstanbul’dan çekilmeye râzı olmuş, 13 Ekim’de Ankara’nın başkent yapılması da sağlandıktan sonra, sıra yeni bir rejimin kurulduğunun ilânına gelmişti.
600 küsur yıllık Osmanlı’ya tekme atılacak, yeni bir rejim kurulacaktı. Taa ki, galib devletler için, bir daha tehlike teşkil etmiyecek ve onların siyasî ve ideolojik dikteleri, emirleri, kültür değerleri, zevkleri ve hayat tarzları önünde eğilmeyi medeniyet sayacak bir anlayışın geliştirilmesi gerekiyordu.
Elbette bu durum, müslüman toplumunda derin bir sosyo-psikolojik travma etkisi yapacaktı.. Çünkü, ‘devlet-i ebed-muddet’ (sonsuza kadar yaşıyacak olan devlet) anlayışı parça parça ediliyordu.
Savaştan zâten yıkılmış, daha bir fakirleşmiş şekilde çıkan bir müslüman halkın Osmanlı’nın enkazı üzerinde yeniden ayağa kalkmak isterken karşılaştığı derin bir sosyal travmanın şaşkınlığı ve çareler arayışı, ancak bir diktatörlükle yatıştırılabilir ve emperyalistlerin istediği gibi bir düzenleme de ancak bu şekilde kurulabilirdi. Bunun için de, adı ne kadar yaldızlı olursa olsun, yeni bir ‘fiilî saltanat’ rejiminin kurulması gerekiyordu.
Nitekim, Lozan Andlaşması, 2. Meclis tarafından teyid ve tasdik olunduktan sonra, sıra, gerçek birmutlakiyet rejiminin, ama, Cumhûriyet adı altında kurulmasına gelmişti. Ne var ki, cumhûr’un, halkın büyük kesmlerinin haberi bile yoktu ve mahiyetini de bilmiyordu, bu tılsımlı Cumhûriyet teriminin.. Sadece, matbuatta, efkâr-ı umûmîde, cumhuriyet rejiminin faziletlerine dair görüşler yavaştan yavaştan sözkonusu oluyordu, II. Meşrutiyet (1908)’den beri.. Ama, altı asırlık bir saltanat rejiminin terkedilmesi o kadar kolay olmayayabilirdi.
O şartlarda yeni rejimin ilânı da bir oldu-bitti’yle gerçekleştirilecekti. O kadar ki, bu yeni rejimin ilan edileceğinden, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri ordunun ünlü komutanlarından olan Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuâd (Cebesoy) Paşa, Raûf (Orbay) Bey gibi isimlerin bile haberi yoktu; âdetâ yangından mal kaçırır gibi bir durum sergileniyordu. Nitekim, 28 Ekim 1923 akşamı, M. Kemal’in, Çankaya’daki sofrasında bulunanlara yapıverdiği ‘Yarın Cumhuriyet’i ilân edeceğiz..’ şeklindeki açıklama üzerine, 29 Ekim günü de, 335 meb’uslu Meclis’de 156 meb’usun iştirakiyle, yani çoğunluk bile sağlanmadan Cumhûriyet ilan edilivermişti ve M. Kemal de kendisini ilk cumhurbaşkanı seçtirmişti.
*
Gerçi bu yeni rejim de, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda, (anayasasında), ‘Devlet’in dini, din-i İslam’dır..’demeyi ihmal etmemişti, ama, bu da, Cumhûriyet sözü kadar bir yaldızlama ve kandırmacadan ibaret oluşu kadar, içi boş bir beyandan ibaretti.
Nitekim, yeni rejim, daha işe başlar başlamaz, İslam’a ve müslümanlara karşı savaş açmış ve 1920-30’lu yıllar dünyasındaki anlayışa denk olarak, ateizmle aynı mânâda kullanılan laisizm uygulamalarını, her itirazı kelleler kopararak devreye sokmuştu. Ama, henüz ‘Devlet-in dini, Din-i İslam’dır..’ ibaresi anayasada duruyordu, bir yaldızlı söz olarak.. Bu beyan, 1928 yılına kadar sürecek ve o tarihte ise, ‘Devlet, bir kişi değildir ki, dini olsun..’ gibi sığ ve basit iddialarla Anayasa’dan da çıkarılacaktı.
Dahası, halkın kendi inanç sistemiyle irtibatını sağlayan alfabe bile değiştirilmiş, latin alfabesinin başınatürk lafı getirilerek, güya türkleştirilmiş yeni bir alfabeyle, toplum bir anda daha bir câhil hâle getirilmiş, karşı çıkanlar, onlar-yüzler halinde dârağaçlarında sallandırılmışlardı, irtica /mürteci, gerici, yobaz ve hattâ vatan haini gibi suçlamalarla..
Tam bir aşağılık duygusuyla, toplum, ayrı bir dünyaya eklemlenmeye çalışılıyordu. Başta, kilise hukukundan da istifade edilerek tedvin edilmiş olan İsviçre Medenî Kanunu başta olmak üzere, ceza kanunu, ticaret kanunu, idare hukuku kanunları gibi bütün temel kanunlar, Avrupa dillerinden tercüme edilip aynen alınıyor, kimse karşı çıkamıyordu. Ki, sadece 1926’da kabul edelen Medenî Kanun’un girişinde yer verilen‘Esbâb-ı Mucibe Layihası’nda yerverilen ve müslüman halkın inançlarına yapılan ağır saldırılar bile o korkunç diktatörlüğün mahiyetini göstermeye yeter.. Arka arkaya yapılan bir takım gardrob devrimleri ise, daha bir komikti.. Ama, karşı çıkanların kellelerini alacak kadar da trajik..
Evet, Cumhuriyet adına, gerçekte cumhûrsuz bir ‘mutlakiyet’ rejimi kurulmuştu, geçmişte emsali görülmeyen bir şekilde.. Çünkü, geçmişte en azından, ulemâdan bazıları, Sultan’lara itiraz edebiliyorlar, uygulamaları ‘Şer’i Şerif’e aykırılık’ iddiasıyla engellemeye çalışıyorlardı. Bu yeni rejimde ise, tam birmutlakiyet yönetimi uygulanıyor; mutlak irade sahibi kabul edilen bir kişinin her sözünün kanun gibi kabul edildiği, jakoben / tepeden inmeci bir hemoglobinli devrimcilik anlayışı, kelleleri kesmeye, beyinleri uyuşturmaya, ruhları köleleştirmeye devam ediyordu.
O kadar ki, M. Kemal bile, 1930 yılında Serbest Fırka denemesini yapmaya karar verdiği zaman, çocukluk arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’e, ‘Bugünkü manzaramız, bir diktatörlük manzarasıdır..’ diyecek; Serbest Fırka, bütün hesabları alt-ederek geliştiği görülünce ve hattâ İzmir’de bile, M. Kemal’in resimleri sokaklara atılıp yakılmaya başlanınca.. Serbest Fırka, kuruluşunun 99. gününde kapatılacak, halkın iradesi sorulmaksızın, m.vekili seçildiklerini CHP genel merkezinden gelen emirlerle öğrenen kişilerin oluşturduğu bir tek parti veya parti-devlet diktatörlüğü kadroları tahakkümünü sürdürecekti. Ama, bununla da yetinmeyen ve kendisini ‘mutlak irade’ sahibi gören C. Başkanı sıfatlı bir kişi, birkaç yıl sonra da, kendisin için, soyadı olarak bir kavmin babası olmak gibi tuhaf bir iddialı ismi lûtfen kabullenecekti, tevâzu (!) ile..
Gerçi, dönemin başka liderleri de kendilerine tuhaf ve iddialı isimler almışlardır.
İtalya’nın faşist lideri Mussolini ‘Duçe’; İspanya’nın faşist lideri Franko, ‘Codillo’; Alman faşizminin ünlü lideriAdolf Hitler, ‘Führer’, Sovyet Rusya’nın ünlü komünist lideri Josef Çugaşvili de ‘Stalin /Çelik Adam)’ gibi isimler aldılar. Ama, o, herkesi geride bırakır ve bir kavmin insanlarının hepsinin babası olmak gibi bir iddialı ismi kabullenir ve bu soyadının bir başkasına verilmemesi için de bir kanun çıkarttırır. Bununla da yetinmeyenler, ölümünden 13-14 sene sonra, bu ismin hatırasına saygısızlık yapılmasını suç olarak gören bir kanun çıkarttılar ve sözkonusu isim, bu zamana kadar hiç bir sultan hakkında yapılmayan şekilde, ölümünden 75 sene sonra bile, hâlâ kanun zoruyla korunmaya, sevdirilmeye çalışılıyor.
Ne güzel ‘Cumhuriyet’ değil mi?
Gerçi, milletin durumu biraz biraz düzeltmeye çalıştığı durumlar olmadı değil.. Ama, Adnan Menderes’in 10 yıllık bir başarılı ve halk tarafından büyük çapta sevilen bir başbakanlık döneminden sonra, bir askerî darbe nasıl devrildiği ve nasıl dârağacında sallandırıldığı ve başını kaldırmak isteyenlerin de birçok askerî darbelerle de ezildiği nasıl unutulabilir?
‘Cumhûriyet’in diktatörlük günleri ne güzeldi?’
230 yıl öncelerde gerçekleşen Fransız İhtilali’nin öncülerinden birisi, ölüm yatağındayken, dostlarından birisi kendisini ziyarete gelince.. Ona, ‘Cumhuriyetin diktatörlük günleri ne güzeldi, değil mi?’ der, o günlere hasret çekerek..
Bugün de, milletimizin hayatı üzerinde, Cumhuriyet adına, kendi diktatörlüklerini tesis etmiş olan kemalist-laik kadroların söyleyecekleri de başka bir şey değildir.
Bugün gelinen nokta nedir?
90 yıllık -sözde- cumhuriyet, gerçekte ise, mutlakiyet uygulaması adına ortaya konulan ve ölümünden 75 sonra bile, hâlâ ismi ve resmi, heykeli önünde bir milletin eğilmeye mahkûm edildiği bir mutlak otoritesahibi ve henüz de kanunlarla korunan kişi adına oluşturulmuş mutlakiyet sistemi, yavaş yavaş çözülmeye başlamış olup; cumhûriyet anlayışına, cumhûrun, halkın büyük kesiminin irade ve taleblerine göre bir toplum düzeni oluşturma çabası giderek güçlenmektedir.
İnşaallah, halkın inançlarıyla değerleriyle sınırlanan bir cumhuriyet idaresine, daha sağlıklı yarınlara doğru ilerlemeye çalışılmaktadır. Bu hususta, Allah ve millet ve gelecek nesiller karşısında sorumluluk duygusu taşıyan her insan, toplumu köleleştirmeye çalışan; kendisini mutlak irade sahibi gibi sunan veya öyleleri adına oluşturulmuş diktatörlüklere karşı gerçek mânâda hür insanlar diyarı oluşturmak sorumluluk ve mükellefiyetindedir. Bu hususta, müslüman halkımızın, en azından diktatörler ve zorbalar kadar kesin kararlı bir mücadeleyi göze alması gerekir. Yoksa, cumhuriyet adına tesis olunmuş olan fiilî mutlakiyet rejimi, öyle kolayca gitmez.
haksöz