Selâhaddin Çakırgil
’Siyasî İslam’ın Çöktüğü’ İddiası, Temennilerini Yansıtıyor
Önce bir noktaya kısaca değinelim..
Bir okuyucu, gönderdiği e-mail mesajında, Türkiye’de son günlerde yaşanan tartışmanın önde gelen isminin Pennsylvania’da ikamet etmesinden hareketle; İmam Rûhullah Khomeynî’nin de 35 yıl önce bugünlerde, ikamet etmekte olduğu Fransa’dan İran’a dönerek 79 yaşındayken, bir inkılab hareketinin başına fiilen de geçmesi arasında benzerlikler kurarak, bu benzerliğin nasıl yorumlanması gerektiğini ve, ’Bu gibi isimler oralarda özel olarak mı hazırlanıyor?’ diye soruyordu.
Bu gibi değerlendirmeleri zaman zaman başka mekanlarda da dinlediğimiz ve içinde benzer yanılgıları taşıdığı için kısaca değinmekte fayda olsa gerek..
Önce, insanların bulundukları yerlerden, ortamlardan bilgi, duygu ve görgü açısından etkilenmelerinin mümkün olduğunun reddedilemezliğini kabul etmekle birlikte, hele de bir takım itiqadî, ideolojik veya siyasî hareket ve hadiselerin sırf bulunulan mekanlara göre şekillendiği veya o gibi mekanlardan beslendiği ve oralardan ilham alarak gerçekleşebildiği gibi yorumlarda abartmalı ve hattâ kişiyi bazen haksız iddialı noktalara sürüklemek gibi bir durumun ortaya çıkabileceğini de unutmamak gerekir.
Ama, bu gibi durumlarda, bulunulan mekanlardaki egemen güçlerin, kendi yanıbaşlarında cereyan hadiseler hakkında ilgisiz kalmaları ve geleceğe aid planlama ve yatırımlara girişmek ihtimallerinin de olabileceğini asla unutmamak gerekir.
Ancak, sözkonusu sual etrafında bir yanılgıya billhassa değinilmelidir.
Merhûm İmam Khomeynî, zannedildiği üzere ve de pek çok yazılı metinlerde de belirtildiği gibi, yıllarca Fransa’da yaşamış birisi değildir.
İmam Khomeynî, 5 Haziran 1964’da meydana gelen ve yaklaşık 15 bin kişinin hayatını kaybettiği büyük, ’Panzdeh Khordad Qıyâmı’ diye anılan büyük hadiselerden sonra, Şah Pehlevî ile, dönemin T.C. Başbakanı İsmet İnönü arasında varılan bir anlaşma gereğince, efkâr-ı umûmiyeye,/ kamuoyuna açıkmaksızın, gizlice, Türkiye’ye, Bursa’ya gönderilmiş ve orada 11 ay kaldıktan sonra, Irak’da şiî medreseleriyle ünlü Necef’e gitmesine izin verilmiştir.
İran’da 1977 ortasında başlayan büyük bir qıyâm dalgası daha gelişirken ve İmam Khomeynî’nin konuşmalarını hâvi ses kasetleri İran içindeki qıyâm’ı daha bir şekillendirirken, Irak lideri Saddam Huseyn, Şah’ın baskılarına dayanamayıp, 1978 Eylûlü’nde onu Irak’tan çıkardı ve Kuveyt Havaalanı’na bıraktı.
İmam Khomeynî, o zaman, oradan halkı müslüman olan ülkelerin hükûmetlerine yaptığı müracaatla, kendisine sığınma hakkı tanıyıp tanıyamıyacaklarını sordu, ama, hiç bir rejim, Şah’ın şerrinden emîn olmak endişesiyle, ona müsbet- olumlu bir cevab vermedi.. Ve o sırada, Paris’e gitmek üzere olan bir uçağa binebileceği bildirildi ve o da öyle yaptı.
Yani, İmam İmam Khomeynî, 15 yıllık sürgün hayatının sadece son 4 ay kadarlık bir süresinde Fransa’da kaldı ve nihayet, hele de Ocak-1979 başında Şah ve ailesinin İran’dan kaçmasından sonra, daha bir kaos hali yaşıyan İran’a Şubat-1979 başında döndü.
*
İkide bir, İmam Khomeynî’nin de Fransa’da veya emperyalizmin diğer merkezlerinde özel olarak hazırlandığı şeklinde, özellikle tarihçilik adına yapılan -sözde- tarihî değerlendirmeler karşısında, durumun gerçeğini öğrenmek isteyenlere bir hatırlatmak için bu bilgilerin buraya dercinde fayda umulmuştur.
*
Birilerinin iştahları kursaklarında bırakılmalıdır
Hurr. ceridesinin eski gen. Yy. Md. E. Ö., 8 Şubat tarihli yazısında, ’Siyasal İslam çatır çatır çöküyor..’ diye sevinç çığlıkları atıyordu.
Bu söz bir gerçeği yansıtmıyor, tersine, birilerinin temennilerini yansıtıyordu..
Bundan dolayı onu ve benzerlerini suçlamanın bir mantığı yok.. Biz de olsak, herhalde onların dünyalarının çökmesini temenni eder ve bir takım gelişmeleri, onların defin ruhsatiyesi gibi değerlendirmek durumunda olurduk.
Hatırlayalım, bir milyona yakın insanın hayatına ve müslümanların nice maddî ve manevî değerlerinin mahvolmasına mal olan 1980-88 arasındaki 8 yıllık İran-Irak Savaşı, Irak Baas rejiminin ve Saddam’ın nefesinin, onca emperyalist ve uluslararası yardımlara rağmen, savaşı yürütmeye artık yetmediğinin anlaşılmasından sonra, BM. Güvenlik Konseyi’nin ağır tehdidleri de içeren ’ateş-kes’ çağrısının, İmam Khomeynî tarafından, -beklenenin tersine- ’Zehir kadehini başıma dikiyorum..’ diyerek kabul edilmesinden ve de Afganistan’da da işgalci Sovyet Rusya’nın kuvvetlerini çekmesinden ve yerli komünist rejimin çökmesinden sonra, müslüman teşkilatların birbirleriyle daha da korkunç boğuşmalara dalmasından sonra..
Bir ünlü fransız araştırmacısı Oliver Roy, ’Siyasal İslam’ın Çöküşü..’ diye bir kitab yayınlamış ve bu kitab, Türkiye’de de epeyce bir tesir meydana getirmişti, gelecek hakkında umudunu yitirmiş, karamsar tipler arasında..
Ama, o zaman, Roy’un kitabının gerçekleri değil, onun ve sözcülüğüne soyunduğu emperyalist dünyanın temennilerini yansıtmaktan öte bir mânâ ve taşımadığını ısrarla düşünüp savunan ve yazanlar arasında fakir de vardı.
Aradan neredeyse çeyrek yüzyıl geçmekte..
Bu çeyrek yüzyıl içinde gelişen hadiseler de gösterdi ki, ’Siyasal İslam’ın Çöküşü’ gibi iddiaların bir temenniden öteye bir gerçekliği yok.. Çünkü, müslüman coğrafyaları, içten içe cûş-u hûruş etmekte, kaynamakta.. Bu derinden derine kaynayış, elbette ki, her zaman sağlıklı tablolar ortaya çıkarmıyor, ama, müslüman toplumların arayışlarının, tepkilerinin ortaya çıkış tarzı, herşeyden önce, İslam’ın müslümanların kalbine ve beynine yerleştirdiği hayatiyet gücünün de bir yansıması..
Bu vesileyle şu hususa da hemen değinilmelidir ki, İslam hakkında, siyasî olan ve siyasî olmayan diye bir ayırım, bu dinin, bu hayat proğramının özüne aykırıdır. İslam bir bütündür ve tektir. Sadece yansımaları farklıdır.
Hani, 1930’larda vefat eden Khalîl Cibran isimli ve Lübnanlı bir hristiyan arab olan düşünce adamının -türkçeye de, ’Ermiş’ adıyla tercüme edilen- bir eserinde ilgi çekici bir mesaj vardır.
’el’Mustafâ’ adında bir müslümanı konuşturduğu o kitabında Cibran, bir hayal ülkesinin insanlarının hemen her konuda, o yöreye yabancı olan ’el’Mustafâ’ya sordukları sorulara, yine -çoğu- bir müslüman tarafından da verilebilecek cevabları verdirir.
Gün-akşam olur.. El’Mustafâ, artık limana yaklaşan bir gemiye binip gitmek üzereyken, yöre halkı, ’Bize biraz da DİN’den bahset..’ derler.
Cibran, ’el’Mustafâ’sına enfes bir karşılık verdirir:
’-Size, sabahtan beri neden bahsettim ki.. Dinden başka bir şeyden mi bahsediyordum ki?’
Evet, İslam, böylesine bütüncü bir yaşayış proğramıdır.
Onun siyasî olanı, olmayanı diye ayırımlarının bir mantığı yoktur.
O halde, çeşitli coğrafyalarda, çeşitli zaman ve zeminlerde ya da kültür ortamlarında, ’siyasî İslam’ lafının kullanılmaması gerekmiyor mu?
*
Buna rağmen, son aylarda daha bir yükselen tartışmalar, İslam’ı bir hayat proğramı olarak görmek istemeyen ve siyasetin kirli ve pis olduğu gibi gerekçe veya bahanelerle, ’Biz dini, yüce bir alan olan gönüllere bıraktık..’ gibi yaldızlı kurnazca laflarla onu hayattan kovmak isteyen taife-i laicus’un, laiklerin iştahlarını yine kabarttı.
Çünkü, ortaya çıkan acı tablolar, birçok müslümanı da karamsarlığa sürükledi.. Böyle bir tablodan, laikler niye faydalanmaya kalkışmasın?
Ama, siyaset, gerçekten de hep mi böyledir?
Müslümanın siyaseti yok mudur?
Hatırlayalım, henüz İslam’ın Hz. Peygamber (S)’den sonraki ilk onlu yıllarında bile büyük karışıklıklar çıktı.. Ki, onların açısını hâlâ da çekiyoruz, İslam Milleti olarak..
O günlerde, hele de Hz. Ali ile Muaviye arasında ortaya çıkan ve içinde nice entrikaların da sergilendiği savaşla neticelenen çetin günlerde, birileri, Hz. Ali’ye gelirler ve rakibinin geniş ve tuhaf siyasî manevra ve entrikaları karşısında kendisinin yetersiz kaldığı gibi iddiaların toplum arasında sözkonusu edildiğini söylerler.
Emîr-el’Mu’minîn Ali’nin, bu serzenişli eleştirilere cevaben, ’Siyaseti entrikalar yumağı olarak bilseydim ve Allah korkusu taşımasaydım, arabın içinde benim gibi entrika yapan bulunmazdı herhalde..’ dediği nakledilir.
Evet, siyaset eğer enetrikalar yumağı ise..
Başkaları her ne yaparsa yapsın, biz, siyaseti öyle bilmemek ve topluma, toplumun yönetilmesine, idaresine katkıda bulunmak isterken, Allah korkusu ve rızâsını kendimize düstur edinmek zorundayız.
Varsın, birileri, ’Siyasî İslam çatır çatır çöküyor..’ diye, entrikaların en Emevîce hileli söylemleriyle sevinç feryadları etsinler.
Bizim basîret ve ferasetimiz, laiklerin bu iştahlarını kursaklarını bırakacak şekilde sergilenmelidir.
Ama, hele de ellerinde gazeteleri, dergileri, ekranları, servetleri bulunan bir kesim, öylesine bir ihtirasla mücadeleye atılmışlar ki, laiklerin sözcüsü sayılabilecek bir E. Ö’ün ağzıyla,
’(...) Aralarında savaşıyorlar...
Ne kural var, ne centilmenlik...
Ne ilke var, ne ahlak...
Ne aleniyet var, ne mahremiyet...
Güya kendileri iyi yetişmiş dindarlardı.
Güya yeni nesilleri de kendileri gibi yetiştireceklerdi...
Meğer dertleri yetiştirmek değil, kendilerine benzetmekmiş...’ şeklindeki sözlere haklılık verdirtecek boyutlarda bir körlük sergiliyorlar.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, , müslüman halkımıza üç çeyrek yüzyıl kan kusturmuş olan bir laiklik anlayışının ve ilkesinin, âdetâ bir din hükmü gibi toplumumuza dayatılmasının 77. yıldönümü dolayısiyle geçen hafta, bir de C. Başkanı Abdullah Gül’ün bu onu yüceltmesi!..
O sözlerde laikliğin, ’hiç kimsenin inancına müdahale edilememesi, kimseye bir inancın dayatılamıyacağı mânâsında anlaşılması gerektiği vurgulanıyor..’ denilebilir.
Daha iki yıl öncelerde de Tayyîb Bey, aynı hatayı, Mısır ve Tunus’a yaptığı gezilerde yapmış ve eleştirilere de, ’Bu özellikler İslam’a aykırı mıdır?’ mânâsında karşılık vermişti de, ’o görüşler laikliğin değil, İslam’ın özelliğidir, o halde, o yüksek anlayış, laiklik adına değil, İslam adına ortaya konulmalıdır..’ diye eleştirmiştik.
Şimdi de aynı mânâya vurgu yapmak gerekir.
*
Evet, günlük sıkıntılar karşısında, başkalarının ilkelerine, prensiplerine, anlayışlarına, dünya görüşlerine sığınarak değil, kendi inancımızın temel ölçülerine iltica etmek en sağlıklı yoldur.
*
Bu kadar aşağıdan almaya ne gerek var, Bülend Bey?
Birileri size size ağır hakaretleri yağdırırken, evet, aynı hatayı tekrarlamayalım, ama, vakarın da korunması gerekmez mi?
8 Şubat gecesi, Bursa'da bir mahalli tv. kanalında canlı yayına katılan Başbakan Yard. Bülent Arınç, gündeme ilişkin sorulara cevab verirken, ’Türkiye'de sadece Fethullah Gülen cemaati yok. Onlarca cemaat var. 11 sene önce de bu cemaatler, camialar vardı ama 11 sene öncesine gelinceye kadar bunların hepsi baskı görüyordu. Bunların hepsine hakaret ediliyordu, hepsine zulmediliyordu. Ve bu insanlar hizmetlerini korkuyla yapıyorlardı. 'Acaba nerede kapatacaklar? Acaba nerede bizi suçlayacaklar? Acaba nerede dava açacaklar? Ama AK Parti geldikten sonra bütün ayrımcılıkları kaldırdı. Din ve vicdan özgürlüğünü sonuna kadar sağladı. Herkesin fikrini inancını konuşabilmesinin imkanlarını hazırladı. 11 seneden beri bütün bu camialar hepsi rahat ettiler..’ demiş..
Bunlar doğru tesbitler.. Arınç’ın, AK Parti’den istifa eden veya ihraç olunan m.vekilleri hakkında da, 'Oh ne iyi oldu. İyi ki gittiler' denilemez. Şimdi böyle bir kolaycılık kabul edilemez. Bu bize yakışmaz doğrusu..’ şeklindeki sözleri de doğru bir yaklaşım..
Ama, Arınç’ın F. Gülen’den bahsederken, o cereyanın bağlıları gibi, hâlâ, ’Muhterem Hoca Efendi..’ diye sözetmesi ve ’Bir konuşmayla memlekete huzurun gelmesine yardımcı olabilir..’ gibi cümleler kurması, hem de yersiz bir beklenti, hem de boş bir hayal.. Bu kadar mümaşaat, bu kadar mudarâ bir tavır ferdî ilişkilerde belki etkili olabilir, ama, bir toplumun idaresinde zaaf olarak algılanır. Çünkü, size en ağır saldırıları, bedduaları yapanlar karşısında, vakarın korunması en başta gelen bir tepki olmalıdır. Arınç ise, eski arkadaşlıklarının hatırına olmalı, ’Hiçbir şeyin geçtiği düşünülmemeli. Her şey yeniden başlayabilir. Esasen bunlar mutlaka tamir olacaktır. Çünkü iki hayırlı hizmeti yapan grubun birbirine hasım olması elbette beklenemez..’ demekte.. Halbuki, Arınıç, 40 yıldır yakından tanıdığı dostu İzmir M. vekili İşbilen’in istifası münasebetiyle söylediği sözleri kabulleniyorsa, o zaman, böyle boş beklentiler içinde olmak yerinme, safını net olarak ortaya koymalıdır. Çünkü, o, m. vekili, ’hocaefendisine ve mensub olduğu harekete Başbakan tarafından yapılan eleştirilere çok ağır cümlelerle karşılık vermekte, ’Bunları söylerken hiç mi vicdanınız kanamadı?’ diye sorular sormakta.. Eğer, Arınç, o yakın arkadaşının kanaatinde ise, o zaman, Gülen’in ünlü bedduasına da ’Nisan yağmuru’ gibi bakmış sayılmalıdır.
Bununla, herhalde, ’Siz de ona ve taifesine aynı şekilde söz ediniz..’ denilmek istenmiyor. Ama, vakarın korunması gerekmez mi? Niyedir bu aşağıdan alış..
Sizin için, artık, bir araya gelip, topluca, ’Tebbet’ sûresinin okunmasını - gazetelerindeki bir tavsiyeden sonra- caiz bilip, bunu yerine getirmeyi âdet edinenlerin ciddî haberleri ulaşıyor. Böyleyken..
Siz, hâlâ, birilerini kazanmaya mı çalışıyorsunuz?
Yapmayın, Allah aşkına..
Size düşen, herhalde, ’Çerağımızı söndürmek isteyenin, Hak yandırsın çerağını..’ diye bir dua edip geçmekten ibarettir. Hele de o gibilerden, ’memlekete huzurun gelmesi için biri konuşma yapmaları’nı beklemek, arabanın dizginlerini veya direksiyonunu onların eline vermeye çalışmak gibidir. Bu durum, kemalistlerin, laiklerin sevinçli bekleyişlerinin gerçekleşmek üzere olduğu gibi bir durumu da ortaya çıkar ki, müslüman halk kitlelerini asıl bu mahvedebilir.
Rakibi küçümsemeyiniz, ama, olduğundan fazla büyütmeyiniz de..
haksöz