Ahmed Kalkan
İslam ve Demokrasi Dininde Sosyal Adalet Anlayışı
Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak zorundadır. Toplumun düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin çevresinde teşekkül eder. Emir ve yasaklar, uyulması gereken hükümler ya Allah’a dayanacak, O’nun indirdiklerine teslim olunacak veya bir şahsa ya da halka/ulusa dayanıp onların ilahlıkları kabul edilerek onlara teslim olunacaktır.
Kur'an'da; “Onlar, hâlâ cahiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek iman ve ilim sahibi) bir kavim için, Allah’tan daha güzel kim hüküm koyabilir?” (5/Mâide, 50) buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden maksat, “darü’n-nedve” benzeri mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden (ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır. Câhiliyye hükmü; Allah’ın indirdiğinin dışında, İlâhî hükümlere ters düşen kanunlar demektir.
“Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden başkası değildir. Allah bunlar hakkında hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm/egemenlik sadece Allah'a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden başkasına ibâdet/kulluk etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmez.”(12/Yûsuf, 40);“Allah, hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir?” (95/Tîn, 8)
Allah, insanların da kendi gösterdiği gibi hükmetmelerini istemektedir: “Kitabı sana hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.” (4/Nisâ, 105) Allah, peygamberleri, Allah’ın hükmünü yürütmek için göndermiştir. Adâletle hükmedebilmek için de Allah’ın gönderdiği Kitab’a uymak gerekir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler ise, şüphesiz en azından zâlim ve fâsık olurlar (5/Mâide, 45, 47). İlâhî hükümlere alternatif olarak başka bir hüküm kaynağını Allah’ın hükmüne tercih ederlerse, bunlar kâfirlerin ta kendileridir (5/Mâide, 44). Bu egemen kâfirlere Kur’an tâğut der.
Demokratik rejim ve Batı uygarlığı karşısında İslâm nizamı vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı, şeytanı ve iki ayaklı şeytan konumundaki İlâhî hükümler dışında kanun koyan veya o hükümleri uygulayan kişileri kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.” (6/En’âm, 153). Bu âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının (ya da öyle iddia edilmesinin) adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğunluğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan parti çoğu zaman iktidar olabilir. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve bu coğrafyada birçok seçim sistemi uygulandı. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülemiyor. Demokrasi, uygulamaya geçtiği tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduğu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuş değildir. Çünkü seçimlere katılmayanlar vardır; yönlendirilenler, kandırılanlar, halka sorulmadan aday gösterilenler, kendisini tam olarak temsil etmediğinden, mecbûren kendisine en yakın olduğunu sandığı veya ehven kişiyi seçmek veya küsmek zorunda bırakılanlar vardır.
Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin görevlileri, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
Din kurumlarının bağımsız olmadığı düzen nasıl demokrat olabilir? Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi teklif bile edilemez, halk kendi istediği sistemi seçemez, kurulu düzenin uygulayıcıları olarak kendi önlerine çıkarılan isimler arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılırsa, içinde kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih etmeye çalışırsa, buna oyun denilmez de ne denir? Halk idaresi diye, halkın inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi. Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik kayıtsız şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir. Ulusal ve uluslararası istihbârat örgütleri, kartel ve holding patronları, siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm, aldatmaya dayalı propaganda, seçim kanunu vb. adla seçim hile ve aldatmacaları, büyük partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları... bütün bunların halkı yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor halkı? Bize göre, halkın yönetip yönetmemesi değil, Hakk’ın yönetim ilkeleriyle yönetim esastır.
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtiren güçlülerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Demokrasi, monarşinin egemenliğine göz dikmiş, krallık veya padişahlığın yanlışları üzerine antitez olmuştur. Gerçi demokrasinin beşiği denilen yerlerde, Batıda kral ve kraliçeler hâlâ en üst yöneticilerdir; bu tezat bile değerlendirilmez. İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Lüksemburg gibi ülkelerin başında hâlâ kral veya kraliçeler vardır. Padişahlığa alternatif olarak kabul edilen demokratik T.C.’de 550 tane padişah ve arkalarında sayısını kimsenin bilmediği gizli padişahlar bulunan bir anlayış mıdır halkın istediği yönetim? Câhiliyye dönemindeki müşrikler de demokrattı. Mekke’de de demokrasi vardı: İsteyen istediği putu serbestçe seçebiliyor, kimse karışmıyordu. Aynı özgürlük çağdaş câhiliyyede de vardır: Zulümlerden zulüm beğenebilir, tâğutlardan bir tâğut seçebilir insan, günümüzdeki çağdaş demokrasilerde. Hakkını yemeyelim: Tavuklara kümeslerini, bekçilerini ve kurtlarını seçme hakkı verir demokrasi. Hileli yollarla da olsa, halka gardiyanlarını seçme hakkı verir.
İslâm’da halkın değil; Hakkın hükmü önemlidir. Halk Hakk’a kul olup O’nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü,“insanların çoğu bilmezler” (45/Câsiye, 26), “insanların çoğu şükretmezler”(40/Ğâfir, 59), “insanların çoğu nankördür” (25/Furkan, 50) ve “insanların çoğu mü’min değildir, iman etmezler” (40/Mü’min, 59). “İman edenlerin de çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler”(12/Yûsuf, 106). O yüzden halkın çoğunluğuna uymak, dalâlettir/sapıklıktır:“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” (6/En’âm, 116). İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile böbürlenip üstünlük tasladığını vurgular Kur’an. Bu çoğunluğun mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını Kur'an, sayılamayacak kadar çoklukta ve ısrarla anlatmaktadır. Çokluğun ancak Allah'ı zikredip anmada, şükretmede, kulluk ve ibâdet etmede, takvâda işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur'an'da ısrarla üzerinde durulun hakikatler olarak ifade edilmektedir.
Çoğunun akılsızlıklarından bahsedilen insanlar, Allah'ın hükümlerine itibar etmeyen, Rab olarak sadece Allah'ı kabullenmek istemeyen kalabalıklardır. Sürüleştirilen, sömürülen, köleleştirilen yığınlardır. Çalışan kafalar, akl-ı selîm sahipleri, Allah’ın ve kendilerinin farkına varan kafalardır. Allah’ın farkına varanlar, kendilerininde farkına varırlar; Allah ile kendileri arasındaki farkı fark ederler. Hadlerini bilirler ve O'na ait olan, olması gereken hâkimiyeti kendi zimmetlerine geçirerek haksızlık edip ilâhlık taslamazlar. "Onların (İnsanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifade etmez." (10/Yûnus, 36). Haktan, hakikatten bir şeyin ifadesi olmayan zanna uyanlar, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, gerçekten bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akıllarını kullanmıyorlar demek değil midir?
Halk deyimiyle "nerede çokluk, orada ..." Kendi taraftarları ve ideologları bile, demokrasinin görmezlikten gelinemeyecek zaaflarından haberdardır. Meselâ Aristoteles şöyle der: "İyi hükümetler arasında demokrasi en kötüsü, fakat kötülerin en iyisidir."
Demokrasilerde mutlak doğru, çoğunluğun tespit ettiği (ya da öyle farz edilen) görüştür. Doğru, parmak sayısına göre belli olur. Halktır hakem, o ne demişse doğrudur. Serbest kılma veya yasaklama (helâl ve haram kılma) yetkisi, halkındır, halk tarafından seçilmişlerindir. Bunun uygulamada böyle olup olmadığı da, doğru olup olmadığı da tartışılmaz.
Demokrasi, helvadan put olduğuna göre, sen put tarafını görme, zehirli de olsa helva var ya, ona bak sen. Put âhiretini mahvedermiş, helvanın da zehri dünyanı yok edermiş, “olsun; demokrasiye din ve can kurban!” diyebilir mi, azıcık akıl ve fıtrî inanç sahibi olan?
Allah’a ait olan hüküm koyma ve hükmetmeyi (12/Yusuf, 40), İlâhî otorite de dâhil, üzerinde başka hiçbir otorite tanımaksızın “halkın irâdesinin mutlak hâkimiyeti”, yani değişik ifade ile “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” inancıyla insanı ve hevâsını tanrılaştırmaktır demokrasi. Allah’tan başkasını ilâh/tanrı yerine koymak âhireti kaybettirdiği gibi, hevânın tanrılaştığı durumda, hevâsına tâbi olan insan, kendi hevâsının kulu olma zilletine düşerek dünyayı da kaybedermiş, “olsun; demokrasiye âhiret de dünya da feda olsun!” diyebilir mi, azıcık fikir namusuna ve insan haysiyetine sahip olan? İslâmlıktan çıkmayı göze alan kimse, nasıl insanlıktan da çıkmaya rıza gösterir?
İslâm’ı tümüyle reddetmeyen ve kendini hâlâ Müslümanlığa nisbet edebilen halk, Batının gözünde insan olarak sayılmaz. Çünkü zor durumda iseler balina kadar bile kurtulmaları için para ve emek harcanmaya değmez, ama yok edilmeleri için en gelişmiş silahlara değen, yer yer laboratuvar deneği olarak değeri kobaylarla karşılaştırılabilen bir konumda görüldüğünü bilmeli. Bilmeli de demokrasi ile İslâm’a hizmet gibi taban tabana zıt şeyleri aklının ucundan bile geçirmemeli; yoksa Cezayir’in FIS biberini sürerler ağzına, Filistin’in Hamas zehrini içirirler, Mısır’ın İhvan marka ipiyle asarlar.
Yola devam diyenler, gittikleri yolun sırât-ı müstakîm olup olmadığını, hangi hükümle hükmettiklerini değerlendirerek bulabilirler. Yavaş yavaş Mekke’ye gidiyoruz/götürüyoruz diyerek Washington’a doğru rotayı ayarlayanlar nasıl da kolay kandırıyorlar insanları. Hâlbuki Kur’an, dosdoğru yolun "Allah'a ve Rasûlüne itaat etmek, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraber olmak” olduğunu belirtir (4/Nisâ, 69). Aynı coğrafyada yaşayan insanlar olarak hepimiz, aynı geminin yolcularıyız. Gemide delik açanlar, sadece kendilerini batırmış olmazlar. Gâfil, hâin, ehil olmayan, güvenilmez (mü'min olmayan) kaptanın, elindeki bozuk pusula ve yanlış harita ile gemiyi sürmesine rızâ göstermek, tüm yolcular için hayatî tehlike demektir. Kaptan ve tayfaların yanlış rotalarına seyirci kalmak, tüm yolcuları da gitmeleri gereken yere ulaşmalarına engel olacaktır. "Devlet gemisinin sorumlu kaptanı, sadece bu gemiyi yöneten değil; aynı zamanda bu gemiyle yolculuk edenlerdir."
Yöneticilerin amaç ve çıkarları ile onları seçenlerin amaç ve beklentilerinin aynı olduğunu kim iddia edebilir? Enflasyon, devalüasyon, vergi, harç vb. adlar altında halk, kendi cebindeki paraları soydurmak, bazılarına hortumlatmak için mi seçmektedir seçtiklerini? Halk yargılanırken, halkın vekillerinin yaptıkları niye yanlarına kâr kalmaktadır? Kaç parlamenter bugüne kadar suçlanabilmiş ve kaç tanesi zaman aşımına uğramadan cezasını çekmiştir? Aaah demokrasi, sen ne binaları yıkar, ne çamlar devirirmişsin. Irak’ta deyim olmuş: “Kaçın, demokrasi geliyor!” Geliyor, yakıyor, yıkıyor.
Son kavgalar ve yolsuzluklar da demokrasinin eşantiyonu. Bir demokrasi alan veya kullanan kimseye on kavga ve yolsuzluk bedava. Çıkar için birbirlerini destekleyen Erdoğan-Gülen koalisyonu çatırdıyor. Allah için değil, basit çıkar için, parti ve cemaat menfaatine dayalı hesaplar sahiplerinin ayaklarına dolanır. Çıkar için birbirine çok yakın olanlar, yine çıkar icabı birbirlerini en büyük düşman ilan edebilirler. Hoşgörü maskesinin ne kadar iğreti durduğunu görmüş oldu toplum. “Gülen” desem gülmez, “Ağlayan” desem adına uymaz, tırnak içinde “hoca efendi” mangalda kül bırakmadı. Küfür ahkâmı ve yüzlerce haramlar karşısında en küçük bir tepki göstermeyen dersaneye karşı çıkılınca “ahlâken Firavunlaşan”, “Nemrut”, “küstah”, “küçük adam” demekten çekinmedi. Bu kavramları da biliyormuş, ama bu sıfatları hak etmek için bir kimsenin “dersane”ye karşı olması gerekiyormuş. Yoksa bir şefaat hakkı olacaksa bu yetkisini Ecevit için kullanacağını söyleyen kimse için, kimse “Allah için kızıp Allah için seviyor” diye iftira atmaya kalkmasın. Merkezde “dersane”var, hani şu Üniversite sınavlarına hazırlayan ve resmi okullarda başarılı olmak için ek ders veren dersane, yani rant. “İnsanlardan bazısı Allah’tan başka bir şeyi Allah’a eş ve benzer edinir de onları, Allah’ı sever gibi sever. İman edenlerin ise Allah sevgisi çok daha şiddetlidir.” (2/Bakara, 165) Aferin Amerikalı hocaya; hayatında ilk defa ağlamadan kükrüyor: “Tâviz vermeyiz, hakla bâtılı karıştırtmayız, hakkı savunuruz!” Demokrasi ve rant sen neymişsin bee. Gözü yaşlı gariban hocayı bile nasıl aslan gibi kükrettin? Ama, hepsi dersane içinmiş. Başörtüsünden, MuhammedunRasûlulullah’tantâviz verilir, ama dersaneden asla. Bu toplumda ticarî ortaklıklar çok sıcak duygularla başlar, ama çok uzun sürmez, birbirlerini alabildiğine suçlamalarla, düşmanlaşarak ortaklığa son verilir. Evlenmelerin de önemli kısmı böyledir. Severek evlenirler, çok geçmez en nefret ettikleri şahıs, dün en fazla sevdikleri eski eşleridir. Bir telin üzerinde iki canbaz olmaz; bu oyun tek kişiliktir, iki kişi ile oynanmaz. İktidar koltukları bir kişiliktir, oraya iki kişi sığmaz. “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsa idi yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti…” (21/Enbiyâ, 22);“Çeşitli rabler (insanları terbiye etmeye kalkan sahte tanrılar) mı daha iyi, yoksa bütün varlıklar üzerinde otorite olan bir Allah’a (inanmak) mı?” (12/Yusuf, 39).
Mevcut iktidar, yollar yapıyor, halk yolsuz olmaktan çıkıyor denilirken belki demokrasi tarihinin en büyük yolsuzluk haberleri ortalığı kapladı. Yapılan yollarla yolunu bulanlar, Hak yolda olanları yoldan çıkarmak isteyenler, kimleri yolmuşlar, nasıl yolunu bulmuşlar, demokrasi rejiminin göstermek istediği kadarını göreceğiz. Yani, buz dağının ucundaki kardan şapkayı.
“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!” (Tirmizî, Zühd 25). Dünya iki kapılı bir han/otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Rehberimiz, hidayet kaynağımız Kur’an’ımız yoldan çıkan, doğru yolu terk edip sapıtan dalâlet ehlini sık sık anlatır ki, o yolu takip etmesin âhiret yolcuları; Kur’an, yol haritası verir, yolumuza işaretler koyar, dosdoğru yolu gösterir. Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez. Amerika’ya giden uçağa binip de “Ya Rabbi, beni Mekke’ye ulaştır!” demek, Allah’la alay etmektir, bu dua kabul görmez.
Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.
Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.
Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmiş olsa da, halkı yolanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakîmehidâyet edecektir yolun sahibi.
Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır. Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni, işaretleri ve kuralları olmaz mı? Sırat köprüsü gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.
Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyız ki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın. Yol açıklığı ver ya Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!
Demokratik düzenin vazgeçilemez unsurları olan partiler, kendi içlerinde sahi ne kadar demokrasiye uygun davranıyorlar? Lider istemeden birisi onun partisinden vekilliğe aday olabilir mi, seçildiğinde lidere rağmen farklı görüş bildirilebilir mi dersiniz?
Demokrasi, sözüm ona Müslümanların(!) bazıları tarafından kutsallaştırılır, Batılı cadı mankene başörtüsü taktırılır: “Halkın irâdesi Hakkın irâdesidir.”; “Halka hizmet, Hakka hizmettir.”; “İslâm, demokrasinin ta kendisidir...” Bütün bu ve benzeri sloganlar, hakka bâtılın karıştırılmasıdır.
Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden “dini yalnızca Allah'a has kılma”yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm’ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm’ı hâkim kılmak için yapılacak her bir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır: 1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması, 2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılması, 3) Bu amelin, şeriatın o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitaba ve Sünnete uygun olması (ittibâ). Dolayısıyla İslâm’ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm’ın kendi bünyesinden alınmış olması yahut en azından İslâm’ın açıkça yasaklamış olduğu gâye ve maksatlara götüren bir yol olmaması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm’ı egemen kılmak için çalışma ibâdetiniîfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm’la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm’ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz. Çünkü böyle bir durumda en azından sâlih amelde aranan “ittibâ” şartı bulunmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir amel, en azından reddedilmiş olacaktır.
Kaldı ki, her bir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir; hem de artık gerek İslâm âleminde ve gerekse coğrafyamızda yaşanan deneyimleri göz önünde bulunduracak olursak, vâkıa daha açık ortaya çıkacaktır. Laiklik ise; en azından İslâm’ın devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.
Allah’ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah’ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) reddetmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti/egemenliği, bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah’ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslümanlar tarafından reddedilmeye mahkûmdur. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen reddeden sistemlerin, İslâm’a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları reddetmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.
Müslümanlar Allah’ın Dini’ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz’î hiçbir alanda İslâm’dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O’nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: “Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir.” (29/Ankebût, 69)
Demokrasi Dininde Sosyal Adalet Değil; Sosyal Zulüm Hâkimdir
Câhiliyye; lügatta “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Beyinsizliği ve hamâkati de içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır.”
Demokrasi Çağdaş Câhiliyyedir
Demokrasi, milattan önce Atina ve Isparta’da uygulanmış, kimseye huzur vermediği görüldüğünden tarihin çöplüğüne atılmıştır. Rönesansla birlikte kilise yönetimine karşı halkın önüne yeniden ve tek alternatif olarak konulmuştur. Demokrasi, İslâm öncesinin küfür yönetimi olduğu gibi, modern çağın da dinidir, bâtıl dini. Yani hem ilkel, hem çağdaş câhiliyye. Şeytanın vazgeçemediği bir oyun… “Onlar hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü arzu ediyorlar? Şüphesiz doğru bir kanaate sahip olanlar için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kim olabilir?”(5/Mâide, 50) buyrulmuştur. Dikkat edilirse bu âyette iki hüküm ve bu hükümlerin mahiyetleri ifade edilmektedir. İnsanlar ya câhiliyye hükmüne; ya da Allah’ın hükmüne boyun eğeceklerdir. Bu iki hükmün dışında, herhangi bir hükümden söz etmek imkânsızdır. Allah’ın koyduğu hükmü, hududu dikkate almayan bütün sistemler, câhiliyyeye dayanmaktadır. Helal ve haram hudutlarını önemsemeyen bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye dayanmak durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre eğitmeyen bütün eğitim sistemleridecâhilî eğitim durumundadır. Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır.
Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında olursa olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları ve davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur.
Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek, yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya, kuruntuya, zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak bilmemektir, câhiliyye. Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
İnsanlar ya Tevhid Dini olan İslâm’a, ya da şirk dinlerinden birine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur, insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi hevâ ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri içeriyor ve onları tanımlıyorsa; ‘Tevhid’ de Allah’ın vahy yoluyla tüm peygamberlere gönderdiği dini tanımlar.
Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konu, şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini terk ederek, tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete katılmadır, hem de dünya ve âhiret kurtuluşudur. İslâm’ın bütün yükümlülükleri, bütün prensipleri, emirleri, adâlete uygun davranma; ancak, gönüllerine Tevhid inancı girmiş muvahhidler tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve meselesi tevhid ile şirk arasındaki seçimdir. İnsan, şirk yerine tevhidi tercih etsin diye, Allah’a kulluğu seçsin diye dünyaya gelmiştir; demokratik seçim veya sadece geçim için değil. Kendi özgür iradesi elinde bulunan insan, tevhid ile şirk arasında, dolayısıyla adâlet ile zulüm arasında kendi isteği ile bir seçim yapacak ve seçtiği hayat tarzının sonucuna da kendisi katlanacaktır. “Dinde zorlama yoktur; İnsan hürdür elbette. / İster dünyada pişer, ister âhirette.”
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esaret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabbin, yalnız Kendisine kulluk etmenizi... emretti.” (17/İsrâ, 23); “Hüküm, hâkimiyet yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdet ve kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (12/Yûsuf, 40). Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah'a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda feda etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.
Tevhid ve adalet arasında kopmaz ilişki olduğu gibi; tevhidî imanın dışa yansıması olan sâlih amel de, sosyal adâletin kapsadığı tüm alanları kuşatır.
Sosyal bir hayat nizâmı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan cahilî ve tağutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Şirk temeli üzerine oturmuş tağutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılâpçı bir başkaldırıdır.
Tevhid, dengedir, itidaldir. Tevhid, hem bireyin kendi davranışlarında ve insanlar arası ilişkilerinde ve hem de yönetimin tüm alanlarında adâleti sağlar. Şirkin en büyük zulüm olduğu (31/Lokman, 13) gibi, tevhid ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek de adâlettir. Ve ister fertlerin nefsinde, ister bireylerarası sosyal adâlet, tevhidle bağlantısız şekilde, Allah’ın hükmünün dışında gerçekleşemez.
“Adâlet: Bir işi yerli yerine (hakkı olan yere) koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak, hak sahibine hakkını vermek, hak ve hukuka uygunluk, doğru ve yerinde olmak anlamlarına gelir. Hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde Hakk’ın hükmü doğrultusunda vermektir adâlet. İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye adâlet denir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir.
“Yine adâlet, zâlimlerin cezalandırılması, her ferdin lâyık olduğu mükâfatını veya cezasını almasıdır. Zulmün ve haddi aşmanın zıddıdır. Lügat olarak, hakkaniyet, doğruluk ve müsâvat gibi anlamlara gelir. Kötülükten arınmış vicdanın ifrat ve tefritten uzak olarak itidal çizgisinde gördüğü her çeşit meşrû (şer’î) hareket mânâsına da kullanılır. Allah’ın indirdikleriyle hükmedilen dârü’l-İslâm’a “dârü’l-adl” de denilir. Çünkü İslâm dini, Allah’ın indirdiği ile hükmetmektir ki, esasen adâlet budur. İmam Şâfii, er-Risale adlı kitabında “adâlet, Allah’ın emrine uygun şekilde amelde bulunmaktır.” diye adâleti tanımlar. Bu adâletin topluma yayılıp halkı kuşatması da sosyal adâlettir. Demokratik yönetimlerde bunun sahtesi, İslâmî yönetimlerde ise gerçeği bulunur.
“Düzgün ve usûlüne uygun olmayan şey zulüm iken, bunun tersi adâlet; şaşırtmak, bozmak, yoldan çıkarmak, karartmak zulüm iken; tersi adâlettir. Adâlet, dengedir, orta yoldur, itidalden ve orta yoldan ayrılmamaktır. Doğru bir işi, dosdoğru, düzgün ve tam yapmaktır.
“Bir yönetim ilkesi olarak adâlet, iki kişi ve bireyle toplum arasındaki ilişkilerde İlâhî yasalara uygun davranmak, haklıya hakkını tam olarak ödemek; suçluya cezasını vermede gevşeklik yapmamak demektir.
“Allah adâlete uyanları sever.” (60/Mümtehıne, 8); “Andolsun, Biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve adâlet ölçüsünü indirdik ki, insanlar adâleti yerine getirsinler.” (57/Hadid, 25) “De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti.” (4/Nisâ, 105)
“Kur’an’da tâğutun huzurunda muhâkeme olmak ve tâğuttan adâlet beklemek haram kılınmıştır (4/Nisâ, 60). Çünkü tâğutlar, Allah’ın indirdiği hükümlerle değil; kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kanunlarla hükmederler. Bu ise adâlet değil; zulümdür. Müslümanların yaşadığı topraklarında adâlet kavramı korkunç değişikliğe uğramıştır. Tâğutî iktidarlar, kendi kanunlarını, “adâlet” kavramını kullanarak kitlelere kabul ettirmek gayretindedirler. Dolayısıyla zulüm, adâlet olarak sunulmaktadır.
“Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslâmî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir. Zulüm; yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek mümkündür.
“Teşkilatlarına, partilerine, bakanlıklarına “Adâlet” ismi verenler, “adâlet” kavramına vurgu yapanlar, eğer samimi iseler; adâletin tek kaynağı olan Allah’ın hükmüne sarılmalıdırlar. Hem şirkle bağlarını koparmayacak ve hatta şirke destek olacak, onu yaygınlaştırmaya çalışacaklar ve hem de adâletten bahsedecekler, bu tümüyle aldatmacadır ve zulüm olarak bu tavır yeter. Adâlet isteyenler, tevhide sarılmalı ve Kur’an’ın hükmünü her alanda uygulamalıdır. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zâlim; yalnız O’nun hükmüyle hükmedenler, o hükümleri hâkim kılmak için Nebevî usûlle gayret edenler âdildir.”
Demokrasi, Kapitalizm, Kemalizm, laiklik gibi tüm beşerî ideolojiler birer zulüm aracıdır, bâtıl dindir. Kur’an’ın zalimler hakkında tehdit edici bir uyarısı ise şöyle: “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini (yakında) bileceklerdir!” (26/Şuarâ, 227)
vuslat