Selâhaddin Çakırgil
'Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ndan..
Bu yılki Ramazan’la ilgili ilk yazımda Yahyâ Kemâl’in ‘Atik- Valde’den İnen Sokakta..‘ isimli ve İstanbul’un o zamanlar fakir bir semtindeki ‘Ramazan maneviyeti’ni yansıtan şiirinden söz etmiştim.
Şairimiz bir Ramazan akşamı, o semte gider ve oradaki manevî havayı elle tutmuş gibi yaşar âdetâ..
Ama, daha ilgi çekici olan, şairin, o manevî havadan uzak düşüşünü ızdırab çekerek itiraf ettiği mısralardır. O bu durumu şöyle anlatır:
‘Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,/ Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri..
Yârab, nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz! /Tenhâ sokakta kaldım, oruçsuz ve neş’esiz..
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı / Hadsiz yaşattı rûhuma, bir gurbet akşamı..’
(…) ‘Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; / Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür!’
Evet, ‘Ramazan maneviyeti’nden uzak bir hayatın içinde olup da, bu hayattan ayrı kalmanın ızdırabını bu kadar samimî duygularla dile getiren bir başka şair yoktur, herhalde..
***
Ramazan’ın bitiminde de yine Yahyâ Kemal’le bağlayalım sözün özünü..
Hele de bir bayram sabahında, Yahyâ Kemâl’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı..’ isimli şiirini hatırlamamak olur mu?
Onun, o ulu mâbedi dolduran onbinlerin hançeresinden yükselen ‘Tekbîr’i besteleyen Itrîiçin, ‘şafak vaktini cihangiri’ demesi ne kadar çarpıcı bir ifadedir.
Dün sabah, Süleymaniye’yi ve etrafını dolduran onbinlerle, o mehabetli ‘tekbîr’i terennüm ederken, bir taraftan da o ulu mâbede Yahyâ Kemal’in gözüyle bakmaya da çalışıyordum.
O uzuuun ve nefîs şiirinde ne diyordu özetle:
‘Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
(…)Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı..
En güzel mâbedi olsun diye, en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği, mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsî tepeyi;
(…)Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları..
Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mimarı..
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrurum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi
Senelerden beri ru'yâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
(…) Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor, tek bir ses..
(…)Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr'i
Ne kadar saf idi simâsı bu mu'min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mimarı mı ulvî eserin?
(…) Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrı’ya, gördüm, bu saatlerde yine..
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla, bu bayram sabahı..’
***
Şairin bu şiirde dile getirdiği bir ifade var ki, son derece çarpıcıdır.
Çünkü, o da, bu ulu mâbede, bir zamanlar, tıpkı kendi neslinin diğer bir çok mustağrib, batı çarpılmışı örnekleri gibi, bir hendesî/ geometrik şekil gibi iğreti baktığını da itiraf ile, bir bayram sabahında, mâbedlerimizin ‘millet birliğinin yoğrulduğu pota olduğunu’ idrak eder.
Bu idrake her zamankinden daha fazla muhtâcız..
***
NOT: Bugün, emperial güçlere karşı sergilediği ve her müslümana iftihar duygusu veren, ve 20 yılı aşkın bir yiğitçe bir direnişi sonunda, İtalyanlar tarafından (16 Haziran 1931 günü) katledilen büyük mücahid-âlim Ömer Muhtar’ın öldürülüşünün 87. yılı..
Yarın, bu konuya biraz daha değinelim, inşaallah..
stargazete