Amerika-NATO-İsrail-KİK Hattı ve Suriye
Direniş mantığı, Suriye meselesinde detaylardan bir adım geride durmayı ve büyük resme bakmayı gerektiriyor diyor Nasrallah...
AL akhbar gazetesi internet sitesinde yayınlanan bu analizi sunuyoruz:
SURİYE'DE ASLOLAN DİRENİŞİ DESTEKLEMEKTİR, REJİMİ DEĞİL
Amal Saad-Ghorayeb
Bir tarafta Suriye'deki ayaklanmayı destekleyenler varken diğer tarafta bunlara nazaran sayıları az da olsa Üçüncü Yolcular diye tabir edilebilecek bir grup var ki bunlar ne ayaklanmayı ne de rejimi destekliyorlar. Arap solcularının önemli bir azınlığı ve ulusalcılar, hatta İslamcıların bazıları bile Emperyalizm-Siyonizm-KİK (Körfez İşbirliği Konseyi) ittifakının sponsorluğunda Suriye'ye karşı sürdürülen savaşta Esed rejiminin verdiği mücadelenin yanında yer alıyorlar.
Ben bu tarafı "direniş cephesi" olarak telaffuz edeceğim ki zaten Hizbullah'ın Suriye'ye olan bakışı ile bağdaşan bir tanımlama. Hizbullah'ın Suriye konusunda takındığı tartışmalı tavrın mantıksal arka planında da zaten bu tanımlama var. Burada şu ayrımı yapmamız gerekiyor; haddi zatında sadece Esed rejimini desteklemekle ya da anti-emperyalist ve anti-siyonist söylemler olmaksızın oradaki mücadeleye destek olmakla "direniş cephesi" hassasiyetiyle bir şeyleri savunmak arasında çok büyük bir fark vardır. "Direniş Cephesi", isminden de anlaşılacağı üzere önceliğini özelde Filistin'in genelde ise bölgenin özgürlüğüne adamış bir cephedir. Emperyalizme karşı mücadele eden bir cephedir. "Direniş Cephesi"nin uğrunda mücadele ettiği bu iki hedef, esasında Esed'in de işine gelen hedeflerdir.
Söz konusu tavrın temelini direniş mantığı oluşturuyor. Düşündüklerimizi Seyyid Hasan Nasrallah'ın sözleriyle aktaracak olursak: "bölgede yaşanan olaylara İsrail meselesini (merkeze) alarak baktığımızda, onun tehdit ve tehlikeleri nasıl değerlendirdiğini, yaşananlara karşı nasıl tavır geliştirdiğini ve ne denli fırsatlar kolladığını anlarız". Direniş mantığı, Suriye meselesinde "detaylardan bir adım geride durmayı ve büyük resme bakmayı gerektiriyor" diyor Nasrallah. Öyle ki bu büyük resim, Amerika ve İsrail'in bölgeye ve Suriye'nin siyasi kimliğine yönelik sürdürdüğü mücadele ile doğrudan ilintili olup Suriye'yi yabancılara bağımlı kılmanın yolunu arayan belirgin bir resim.
Esed'in gidişi ABD-İsrail'e Yarar
Bazıları, "tanıdığın düşman, tanımadığın düşmandan daha iyidir" sözü gereğince İsrail ve Amerika'nın Esed'in yönetimde kalmasını tercih ettiğini söylüyorlar. Hâlbuki Amerika ve İsrail'in aktif sahada sergiledikleri siyasi tavırlar ve Suriye muhalefetine sağladıkları askeri destek, Suriye Ulusal Konseyi'nin ve Özgür Suriye Ordusu'nun kuruluşunu hızlandırmıştır. Bunun böyle olduğu Amerikan elçiliğinden sızdırılan belgelerin Wikileaks'te yayınlanmasıyla zaten ifşa olmuştu. Bütün bunların yanında ABD ve İsrail yönetimi yetkililerinin resmi söylemleri de aksini ispat etmeye yetiyor zaten.
Aslında bakarsanız emperyalistler ve Siyonistler için en ideal senaryo, Esed'in itaatkâr ve söz geçirilebilir bir hale getirilmesidir. Fakat rejim, direnişe verdiği destekten vazgeçmeyi ve ikinci en iyi senaryo olarak rejim değişikliği gerçekleşmesi beklenen İran'a sırt çevirmeyi reddetmiş; böylece Amerika ve İsrail'in uzun vadeli beklentilerine boyun eğmeyeceğini kanıtlamıştır.
"Knesset" (Siyonist Meclisi) Dış ilişkiler ve Savunma Komitesi eski başkanı Tzachi Hanegbi, Suriye krizinin İsrail'in menfaatleri açısından çok büyük bir fırsat olduğunu şu sözlerle itiraf etti: "Suriye'deki olaylar, diğer Arap ülkelerinde yaşananlardan daha belirleyici bir etkiye sahiptir; öyle ki Suriye devlet başkanının devrilmesi İsrail'in stratejik pozisyonu açısından çok büyük bir gelişme anlamına gelecektir". İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Esed rejiminin çökmesiyle "radikal eksene en büyük darbe vurulmuş olacak" derken; eski Mossad Şefi Efraim Halevi, Esed'in gitmesiyle "bölgedeki bütün güç dengeleri tamamen değişecektir" vurgusu yaptı.
Halevi şöyle sürdürdü sözlerini: "İran'ın desteklediği terör grupları arasında bulunan: Hizbullah, İran'a giden hayati Suriye kanalını kaybedecek" Gazze'deki Hamas, İran'ın askeri eğitim desteği ve silah yardımı olmaksızın bir gelecek kurmak zorunda kalacak; ve İran halkı bir kez daha rejime karşı ayaklanacak" Washingtonlu yetkililer de Esed'in düşüşünü benzer şekilde değerlendiriyor ve "Esed'in gidişinin, son 25 yıllık süre içinde İran'ın yaşadığı en büyük stratejik terslik olacağını" söylüyorlar. Ortadoğu'daki Amerikan birlikleri kumandanı General James Mattis ise Esed'in devrilmesiyle İran ile Hizbullah arasındaki ana damarın kesilmesinde en büyük adımın halledilmiş olacağını söylüyor.
Amerika ve İsrail'in menfaatine olan bu gibi stratejik faydalar, Suriye'nin geleceği ile ilgili olan bütün belirsizliklere ve risklere ağır basar. Özellikle de Suriye'nin geleceğini İslamcıların belirleyecek olması riski hiçbir şekilde ABD ve İsrail'in elde edeceği faydalardan daha büyük bir etkiye sahip değildir. Halevi, "Siyonistler, Esed'in yerine her kim gelirse gelsin, Esed rejiminden daha iyi olacağını düşünüyorlar" diyen Nasrallah'ın sözlerini tekrarlarcasına şu sözleri söylemişti: "şu anki durum, Esed'in yerine kim gelirse gelsin daha iyi olacağını gösteriyor".
Bu söylem, Şimon Peres'in aralarında bulunduğu birçok İsrailli yetkilinin ağzından benzer şekillerde dile geldi. Peres, İsrail'in Kanal 2 televizyonuna verdiği demeçte Esed'i "söz konusu olabilecek bütün alternatiflerin en kötüsü" olarak nitelemişti. Barak da CNN muhabiri Christiane Amanpour'a verdiği röportajda aynı cümleyi dillendirmişti.
Hanegbi'nin de dediği gibi, kapıda bekleyen Sünni İslamcıların, İsrail'i mahvedeceği korkusu temelsiz bir korkudur; zira "Esed'den sonra yönetime gelecek olan kişi, ilk iş olarak kendilerinden nefret edilen iki kişinin (Nasrallah ve Ahmedinejat'ın) Suriye yönetimindeki destekçilerini görevden alacaktır." Yine Hanegbi ve Halevy'nin hayalini kurduğu Esed sonrası Suriye'de "ılımlı" ve imparatorluk dostu Sünni İslamcı güçler yönetime gelecekler ve fakat, "İsrail'e karşı sürdürülen mücadele alanında herhangi bir varlık sergilemeyecekler."
SUK eski başkanı Burhan Galyun'un dış destekçilerine verdiği teminatı düşündüğünüzde bu tür öngörülerin çok uzak ya da zorlama tahminlerden oluşmadığını anlıyorsunuz. Galyun, Esed sonrası dönem için yerine getirilecek işler listesinde ilk sırada yer alan maddenin Suriye ile İran ve Suriye ile Hizbullah arasındaki "istisnai ilişkilere son verilmesi" olduğunu söylemişti. İsrail'in ve Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı değerlendirmeler ise daha sonraları hem gayrı resmi ortamlarda hem de SUK üyeleri ile İsrail yönetimi yetkilileri arasındaki iletişim kanallarından sızan "yarı resmi" belgelerle doğrulanmıştı.
İsrail ile işbirliği yapan Suriyeli muhalifler, genellikle dış güçler tarafından desteklenen ve muhalefetlerini de dışarıdan sürdüren kesimler. Fakat isyan hareketi yine de bir bütün olarak söz konusu güçlerin desteğini almaktan -ki bu güçler 2006 yılında Hizbullah'ın işinin bitirilmesi ve 2008-2009 kışında da Hamas'ın işinin bitirilmesi için İsrail'e destek veren ve onu teşvik eden güçlerdi- memnuniyet duyuyor. ABD-İsrail-NATO-KİK destekli Suriye isyanı işte bu yüzden direniş cephesi tarafından söz konusu iki savaşın bir uzantısı olarak, direniş hareketlerine karşı sürdürülen mücadele olarak tanımlanıyor. Ve Nasrallah bu yüzden bu isyanı "Yeni Ortadoğu" projesini Suriye gibi "farklı kapılardan" uygulamaya sokma girişimi olarak nitelendiriyor.
Esed'in devrilmesini desteklemek, kendini aslında kurulu düzenlerini koruma çabası içinde olan zalim güçlerle bilerek ya da bilmeyerek aynı safta konumlandırmak demektir. Farz edelim ki adalet, emperyalizmin ve Siyonizm'in destek verdiği muhalefetin eliyle gelecek olsun. Emperyalizmin ve Siyonizmin adaletsizlik kavramının cisimleşmiş hali olduklarını da göz önünde bulundurduğumuzda- bu tür bir tabanda birleşmenin istenmeyen bir tesadüf olduğunu ya da stratejik açıdan tehlikesiz bir durum olduğunu söyleyemeyiz.
Bir kişinin, Amerika ve İsrail ile aynı siyasi düzlemde düşünüp, bu düşünsel yakınlaşmada söz konusu iki gücün kendinden faydalanmasına müsaade etmeyecek olması çok çok zayıf bir ihtimaldir. Örnek verecek olursak İran'ın kadim düşmanlarından biri olan Saddam Hüseyin'in Amerika tarafından devrilmesi olayına bakmamız yeter. Saddam Hüseyin'in devrilmesi, hiç şüphesiz İslam Cumhuriyeti'nin yararınaydı. Saddam'ın gitmesi hem İran'ın hem de Amerika'nın çıkarları ile kesişmesine rağmen, Amerika'nın Irak'ta hedeflediği stratejik hamleleri gerçekleştirebilmesi için Saddam'ın devrilişinde İran'ın çıkarı olmaması gerekiyordu. Bu yüzden Washington'daki birçok kişi, daha Amerikan birlikleri Irak'tan çekilmeden ve İran, Irak'ta söz sahibi olmadan önce Saddam'ın düşüşüyle İran'ın iyice güçleneceği korkusunu yaşıyorlardı.
Tersini düşündüğümüzde, direniş güçleri Esed'in devrilmesi olayında İmparatorluğun çıkarlarıyla ortak çıkarları taşıyor olsaydı; Esed'in gitmesiyle Suriye'nin direniş ekseninden koparılması hedeflendiği için ve böylece İran'ın ve direniş hareketlerinin zayıflatılması söz konusu olduğu için; direniş cephesi, doğrudan düşmanın ekmeğine yağ sürmüş olacaktı. Bu bağlamda düşünüldüğünde direnişin, direniş cephesinin kilit taşından vazgeçmesi yalnızca Amerika ve İsrail'in bölgedeki stratejik planlarını hızlandırmaya yarayacak; yanı sıra Lübnan'daki, Filistin'deki ve diğer bölgelerdeki direniş projelerinin altını oymuş olacaktı.
Amerikan-İsrail planındaki stratejik hedeflerin yerini bulması için İran-Suriye-Hizbullah-Filistin ekseninin zayıf olması gerekmektedir. Direniş cephesinin Esed rejimini bırakması demek siyasi açıdan intihar etmesi demek olacak; zira böyle yaparak Levant (Doğu Akdeniz) bölgesini İmparatorluğun eline gümüş tepside sunmuş olacak.
Ayaklanma, Bir Devrim Değil
Direniş cephesinin perspektifinden bakıldığında, söz konusu ayaklanma, Amerika-NATO-İsrail-KİK hattının desteklediği bir ayaklanma olduğu için bir halk ayaklanması olmaktan çok finansörlüğünü Petro-dolarların ve kılavuzluğunu İmparatorluğun yaptığı bir isyan hareketi.
Her ne kadar muhalefetin makul görülebilir ve içerde varlık gösteren kısmı, devrimlerinin yabancı güçler ve onların Suriyeli temsilcileri tarafından "gasp edildiğini" kabul etmiş olsalar da direnişin mantığı şunu söyler: Devrimin Siyonizm, Amerikan emperyalizmi ve Arap "ılımlılığı" tarafından gasp edilmiş olması, onun geçerliliğini bitirir ve emperyalizmin gündeminde bir yere oturduğunu gösterir.
Üstelik dünya düzenine liderlik eden kişiyle aynı safta olmak "devrimin" yalnız ve yalnızca söz konusu düzenin devam etmesine yaradığını gösterir. Diğer bir deyişle söz konusu "devrim", küresel statükonun belirleyici özellikleri olan geniş siyasi ve ekonomik dengesizlikleri ıslah etmek için sergilenen halis çabaları engellemeye yarayan bir karşı-devrim niteliği taşır.
Hiçbir Marksist tanımlamada, hegemonik güçlerle aynı konuma geçerek Suriye muhalefetini destekleyen bir solcu, kendisine Gramsci'nin hegemonya karşıtı "savaş cephesi" tanımlamasında yer bulamaz; kendisini orada konumlandıramaz.
Muhalefetin, rejimin aldığı kadar halk desteği aldığını ve muhalefete işçi sınıfının öncülük ettiğini varsaydığımızda bile solcular açısından yukarıdaki sonuç hiçbir şekilde değişmez. David Fennell'in Libya'daki karşı-devrim ile ilgili yazdığı makalede vurguladığı gibi: "Marksizm, bir şeye karar verenin o şeye uygun olarak hareket eden güçler bütünü olduğunu söyler". Fennell, Lenin'in bütün tanımını aktarırken de bütünün "bir ülkede faaliyet gösteren güçler, gruplar, partiler, sınıflar ve toplulukların toplamı" olduğunu söylüyor.
Son söz olarak yukarıdaki cümleyi farklı bir deyişle dillendirecek olursak, siyasi bir tavır sergilemeden önce yalnızca işçi sınıfının konumunu analiz etmek yerine dünya genelindeki bütün sosyal karşıtlıkları özel bir hassasiyetle irdelemek gerekiyor.
Al Akhbar'da yayınlanan bu analiz Seyfullah Sami FİLİZ tarafından Velfecr için çevirdi.
SURİYE'DE ASLOLAN DİRENİŞİ DESTEKLEMEKTİR, REJİMİ DEĞİL
Amal Saad-Ghorayeb
Bir tarafta Suriye'deki ayaklanmayı destekleyenler varken diğer tarafta bunlara nazaran sayıları az da olsa Üçüncü Yolcular diye tabir edilebilecek bir grup var ki bunlar ne ayaklanmayı ne de rejimi destekliyorlar. Arap solcularının önemli bir azınlığı ve ulusalcılar, hatta İslamcıların bazıları bile Emperyalizm-Siyonizm-KİK (Körfez İşbirliği Konseyi) ittifakının sponsorluğunda Suriye'ye karşı sürdürülen savaşta Esed rejiminin verdiği mücadelenin yanında yer alıyorlar.
Ben bu tarafı "direniş cephesi" olarak telaffuz edeceğim ki zaten Hizbullah'ın Suriye'ye olan bakışı ile bağdaşan bir tanımlama. Hizbullah'ın Suriye konusunda takındığı tartışmalı tavrın mantıksal arka planında da zaten bu tanımlama var. Burada şu ayrımı yapmamız gerekiyor; haddi zatında sadece Esed rejimini desteklemekle ya da anti-emperyalist ve anti-siyonist söylemler olmaksızın oradaki mücadeleye destek olmakla "direniş cephesi" hassasiyetiyle bir şeyleri savunmak arasında çok büyük bir fark vardır. "Direniş Cephesi", isminden de anlaşılacağı üzere önceliğini özelde Filistin'in genelde ise bölgenin özgürlüğüne adamış bir cephedir. Emperyalizme karşı mücadele eden bir cephedir. "Direniş Cephesi"nin uğrunda mücadele ettiği bu iki hedef, esasında Esed'in de işine gelen hedeflerdir.
Söz konusu tavrın temelini direniş mantığı oluşturuyor. Düşündüklerimizi Seyyid Hasan Nasrallah'ın sözleriyle aktaracak olursak: "bölgede yaşanan olaylara İsrail meselesini (merkeze) alarak baktığımızda, onun tehdit ve tehlikeleri nasıl değerlendirdiğini, yaşananlara karşı nasıl tavır geliştirdiğini ve ne denli fırsatlar kolladığını anlarız". Direniş mantığı, Suriye meselesinde "detaylardan bir adım geride durmayı ve büyük resme bakmayı gerektiriyor" diyor Nasrallah. Öyle ki bu büyük resim, Amerika ve İsrail'in bölgeye ve Suriye'nin siyasi kimliğine yönelik sürdürdüğü mücadele ile doğrudan ilintili olup Suriye'yi yabancılara bağımlı kılmanın yolunu arayan belirgin bir resim.
Esed'in gidişi ABD-İsrail'e Yarar
Bazıları, "tanıdığın düşman, tanımadığın düşmandan daha iyidir" sözü gereğince İsrail ve Amerika'nın Esed'in yönetimde kalmasını tercih ettiğini söylüyorlar. Hâlbuki Amerika ve İsrail'in aktif sahada sergiledikleri siyasi tavırlar ve Suriye muhalefetine sağladıkları askeri destek, Suriye Ulusal Konseyi'nin ve Özgür Suriye Ordusu'nun kuruluşunu hızlandırmıştır. Bunun böyle olduğu Amerikan elçiliğinden sızdırılan belgelerin Wikileaks'te yayınlanmasıyla zaten ifşa olmuştu. Bütün bunların yanında ABD ve İsrail yönetimi yetkililerinin resmi söylemleri de aksini ispat etmeye yetiyor zaten.
Aslında bakarsanız emperyalistler ve Siyonistler için en ideal senaryo, Esed'in itaatkâr ve söz geçirilebilir bir hale getirilmesidir. Fakat rejim, direnişe verdiği destekten vazgeçmeyi ve ikinci en iyi senaryo olarak rejim değişikliği gerçekleşmesi beklenen İran'a sırt çevirmeyi reddetmiş; böylece Amerika ve İsrail'in uzun vadeli beklentilerine boyun eğmeyeceğini kanıtlamıştır.
"Knesset" (Siyonist Meclisi) Dış ilişkiler ve Savunma Komitesi eski başkanı Tzachi Hanegbi, Suriye krizinin İsrail'in menfaatleri açısından çok büyük bir fırsat olduğunu şu sözlerle itiraf etti: "Suriye'deki olaylar, diğer Arap ülkelerinde yaşananlardan daha belirleyici bir etkiye sahiptir; öyle ki Suriye devlet başkanının devrilmesi İsrail'in stratejik pozisyonu açısından çok büyük bir gelişme anlamına gelecektir". İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Esed rejiminin çökmesiyle "radikal eksene en büyük darbe vurulmuş olacak" derken; eski Mossad Şefi Efraim Halevi, Esed'in gitmesiyle "bölgedeki bütün güç dengeleri tamamen değişecektir" vurgusu yaptı.
Halevi şöyle sürdürdü sözlerini: "İran'ın desteklediği terör grupları arasında bulunan: Hizbullah, İran'a giden hayati Suriye kanalını kaybedecek" Gazze'deki Hamas, İran'ın askeri eğitim desteği ve silah yardımı olmaksızın bir gelecek kurmak zorunda kalacak; ve İran halkı bir kez daha rejime karşı ayaklanacak" Washingtonlu yetkililer de Esed'in düşüşünü benzer şekilde değerlendiriyor ve "Esed'in gidişinin, son 25 yıllık süre içinde İran'ın yaşadığı en büyük stratejik terslik olacağını" söylüyorlar. Ortadoğu'daki Amerikan birlikleri kumandanı General James Mattis ise Esed'in devrilmesiyle İran ile Hizbullah arasındaki ana damarın kesilmesinde en büyük adımın halledilmiş olacağını söylüyor.
Amerika ve İsrail'in menfaatine olan bu gibi stratejik faydalar, Suriye'nin geleceği ile ilgili olan bütün belirsizliklere ve risklere ağır basar. Özellikle de Suriye'nin geleceğini İslamcıların belirleyecek olması riski hiçbir şekilde ABD ve İsrail'in elde edeceği faydalardan daha büyük bir etkiye sahip değildir. Halevi, "Siyonistler, Esed'in yerine her kim gelirse gelsin, Esed rejiminden daha iyi olacağını düşünüyorlar" diyen Nasrallah'ın sözlerini tekrarlarcasına şu sözleri söylemişti: "şu anki durum, Esed'in yerine kim gelirse gelsin daha iyi olacağını gösteriyor".
Bu söylem, Şimon Peres'in aralarında bulunduğu birçok İsrailli yetkilinin ağzından benzer şekillerde dile geldi. Peres, İsrail'in Kanal 2 televizyonuna verdiği demeçte Esed'i "söz konusu olabilecek bütün alternatiflerin en kötüsü" olarak nitelemişti. Barak da CNN muhabiri Christiane Amanpour'a verdiği röportajda aynı cümleyi dillendirmişti.
Hanegbi'nin de dediği gibi, kapıda bekleyen Sünni İslamcıların, İsrail'i mahvedeceği korkusu temelsiz bir korkudur; zira "Esed'den sonra yönetime gelecek olan kişi, ilk iş olarak kendilerinden nefret edilen iki kişinin (Nasrallah ve Ahmedinejat'ın) Suriye yönetimindeki destekçilerini görevden alacaktır." Yine Hanegbi ve Halevy'nin hayalini kurduğu Esed sonrası Suriye'de "ılımlı" ve imparatorluk dostu Sünni İslamcı güçler yönetime gelecekler ve fakat, "İsrail'e karşı sürdürülen mücadele alanında herhangi bir varlık sergilemeyecekler."
SUK eski başkanı Burhan Galyun'un dış destekçilerine verdiği teminatı düşündüğünüzde bu tür öngörülerin çok uzak ya da zorlama tahminlerden oluşmadığını anlıyorsunuz. Galyun, Esed sonrası dönem için yerine getirilecek işler listesinde ilk sırada yer alan maddenin Suriye ile İran ve Suriye ile Hizbullah arasındaki "istisnai ilişkilere son verilmesi" olduğunu söylemişti. İsrail'in ve Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı değerlendirmeler ise daha sonraları hem gayrı resmi ortamlarda hem de SUK üyeleri ile İsrail yönetimi yetkilileri arasındaki iletişim kanallarından sızan "yarı resmi" belgelerle doğrulanmıştı.
İsrail ile işbirliği yapan Suriyeli muhalifler, genellikle dış güçler tarafından desteklenen ve muhalefetlerini de dışarıdan sürdüren kesimler. Fakat isyan hareketi yine de bir bütün olarak söz konusu güçlerin desteğini almaktan -ki bu güçler 2006 yılında Hizbullah'ın işinin bitirilmesi ve 2008-2009 kışında da Hamas'ın işinin bitirilmesi için İsrail'e destek veren ve onu teşvik eden güçlerdi- memnuniyet duyuyor. ABD-İsrail-NATO-KİK destekli Suriye isyanı işte bu yüzden direniş cephesi tarafından söz konusu iki savaşın bir uzantısı olarak, direniş hareketlerine karşı sürdürülen mücadele olarak tanımlanıyor. Ve Nasrallah bu yüzden bu isyanı "Yeni Ortadoğu" projesini Suriye gibi "farklı kapılardan" uygulamaya sokma girişimi olarak nitelendiriyor.
Esed'in devrilmesini desteklemek, kendini aslında kurulu düzenlerini koruma çabası içinde olan zalim güçlerle bilerek ya da bilmeyerek aynı safta konumlandırmak demektir. Farz edelim ki adalet, emperyalizmin ve Siyonizm'in destek verdiği muhalefetin eliyle gelecek olsun. Emperyalizmin ve Siyonizmin adaletsizlik kavramının cisimleşmiş hali olduklarını da göz önünde bulundurduğumuzda- bu tür bir tabanda birleşmenin istenmeyen bir tesadüf olduğunu ya da stratejik açıdan tehlikesiz bir durum olduğunu söyleyemeyiz.
Bir kişinin, Amerika ve İsrail ile aynı siyasi düzlemde düşünüp, bu düşünsel yakınlaşmada söz konusu iki gücün kendinden faydalanmasına müsaade etmeyecek olması çok çok zayıf bir ihtimaldir. Örnek verecek olursak İran'ın kadim düşmanlarından biri olan Saddam Hüseyin'in Amerika tarafından devrilmesi olayına bakmamız yeter. Saddam Hüseyin'in devrilmesi, hiç şüphesiz İslam Cumhuriyeti'nin yararınaydı. Saddam'ın gitmesi hem İran'ın hem de Amerika'nın çıkarları ile kesişmesine rağmen, Amerika'nın Irak'ta hedeflediği stratejik hamleleri gerçekleştirebilmesi için Saddam'ın devrilişinde İran'ın çıkarı olmaması gerekiyordu. Bu yüzden Washington'daki birçok kişi, daha Amerikan birlikleri Irak'tan çekilmeden ve İran, Irak'ta söz sahibi olmadan önce Saddam'ın düşüşüyle İran'ın iyice güçleneceği korkusunu yaşıyorlardı.
Tersini düşündüğümüzde, direniş güçleri Esed'in devrilmesi olayında İmparatorluğun çıkarlarıyla ortak çıkarları taşıyor olsaydı; Esed'in gitmesiyle Suriye'nin direniş ekseninden koparılması hedeflendiği için ve böylece İran'ın ve direniş hareketlerinin zayıflatılması söz konusu olduğu için; direniş cephesi, doğrudan düşmanın ekmeğine yağ sürmüş olacaktı. Bu bağlamda düşünüldüğünde direnişin, direniş cephesinin kilit taşından vazgeçmesi yalnızca Amerika ve İsrail'in bölgedeki stratejik planlarını hızlandırmaya yarayacak; yanı sıra Lübnan'daki, Filistin'deki ve diğer bölgelerdeki direniş projelerinin altını oymuş olacaktı.
Amerikan-İsrail planındaki stratejik hedeflerin yerini bulması için İran-Suriye-Hizbullah-Filistin ekseninin zayıf olması gerekmektedir. Direniş cephesinin Esed rejimini bırakması demek siyasi açıdan intihar etmesi demek olacak; zira böyle yaparak Levant (Doğu Akdeniz) bölgesini İmparatorluğun eline gümüş tepside sunmuş olacak.
Ayaklanma, Bir Devrim Değil
Direniş cephesinin perspektifinden bakıldığında, söz konusu ayaklanma, Amerika-NATO-İsrail-KİK hattının desteklediği bir ayaklanma olduğu için bir halk ayaklanması olmaktan çok finansörlüğünü Petro-dolarların ve kılavuzluğunu İmparatorluğun yaptığı bir isyan hareketi.
Her ne kadar muhalefetin makul görülebilir ve içerde varlık gösteren kısmı, devrimlerinin yabancı güçler ve onların Suriyeli temsilcileri tarafından "gasp edildiğini" kabul etmiş olsalar da direnişin mantığı şunu söyler: Devrimin Siyonizm, Amerikan emperyalizmi ve Arap "ılımlılığı" tarafından gasp edilmiş olması, onun geçerliliğini bitirir ve emperyalizmin gündeminde bir yere oturduğunu gösterir.
Üstelik dünya düzenine liderlik eden kişiyle aynı safta olmak "devrimin" yalnız ve yalnızca söz konusu düzenin devam etmesine yaradığını gösterir. Diğer bir deyişle söz konusu "devrim", küresel statükonun belirleyici özellikleri olan geniş siyasi ve ekonomik dengesizlikleri ıslah etmek için sergilenen halis çabaları engellemeye yarayan bir karşı-devrim niteliği taşır.
Hiçbir Marksist tanımlamada, hegemonik güçlerle aynı konuma geçerek Suriye muhalefetini destekleyen bir solcu, kendisine Gramsci'nin hegemonya karşıtı "savaş cephesi" tanımlamasında yer bulamaz; kendisini orada konumlandıramaz.
Muhalefetin, rejimin aldığı kadar halk desteği aldığını ve muhalefete işçi sınıfının öncülük ettiğini varsaydığımızda bile solcular açısından yukarıdaki sonuç hiçbir şekilde değişmez. David Fennell'in Libya'daki karşı-devrim ile ilgili yazdığı makalede vurguladığı gibi: "Marksizm, bir şeye karar verenin o şeye uygun olarak hareket eden güçler bütünü olduğunu söyler". Fennell, Lenin'in bütün tanımını aktarırken de bütünün "bir ülkede faaliyet gösteren güçler, gruplar, partiler, sınıflar ve toplulukların toplamı" olduğunu söylüyor.
Son söz olarak yukarıdaki cümleyi farklı bir deyişle dillendirecek olursak, siyasi bir tavır sergilemeden önce yalnızca işçi sınıfının konumunu analiz etmek yerine dünya genelindeki bütün sosyal karşıtlıkları özel bir hassasiyetle irdelemek gerekiyor.
Al Akhbar'da yayınlanan bu analiz Seyfullah Sami FİLİZ tarafından Velfecr için çevirdi.